Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti
Download 1.77 Mb. Pdf ko'rish
|
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s
“N’est-ce pas, monsieur, qu’il y a un cadeau pour Mademoiselle Eyre
dans votre petite coffre?” 23 Mr. Rochester sertçe, “Cadeaux’dan 24 söz eden kim?” diye sordu “Siz de bir armağan mı umuyordunuz, Miss Eyre? Armağan almaktan hoşlanır mısınız?” O koygun, karanlık, keskin gözleriyle yüzümü süzdü. “Bilmem ki, efendim,” dedim. “Armağan almak konusunda bildiğim pek az; ama genellikle armağan denen şey hoşa gider.” “Genellikle mi? Ya sizin hoşunuza gider mi?” “Buna sizin kabul edebileceğiniz bir karşılık verebilmem için biraz düşünmem gerekir, efendim. Armağan denilen şeyin birçok yönleri vardır... Öyle değil mi? Armağan konusunda bir görüş belirtmeden önce de bütün bu yönlerin hepsini hesaba katmak gerekmez mi?” “Miss Eyre, siz Adela gibi tek yanlı düşünmüyorsunuz. O beni görür görmez hemen ‘Armağan!’ diye yaygarayı basıyor. Siz ise bin dereden su getiriyorsunuz.” “Kendimi Adela gibi hak sahibi olarak görmüyorum da ondan. O aranızdaki yakınlığa, geleneklere güvenerek isteklerde bulunabilir; çünkü ona eskiden beri armağanlar vermek huyunda olduğunuzu söylüyor. Ben ise armağan istemek için bir neden arayacak olsam bulamam; çünkü size yabancıyım, armağanı hak edecek bir şey de yapmış değilim.” “Aşırı alçakgönüllülük taslamayın, kuzum! Adela’yı sınavdan geçirdim, ona çok emek vermiş olduğunuzu gördüm. Zeki bir kız değil, aşırı bir yeteneği de yok; ama kısa zamanda müthiş ilerlemiş.” “Efendim, işte şimdi armağanımı verdiniz bana. Çok teşekkür ederim. Öğretmenlerin en çok özledikleri armağandır bu: Öğrencilerinin övülmesi!” Mr. Rochester, “Hımm,” dedi. Sonra çayını hiç ses çıkarmadan içti. Tepsi kaldırıldıktan sonra Mrs. Fairfax elinde örgüsüyle bir köşeye yerleşmişti. Adela da elimden tutmuş, beni odada dolaştırarak konsolların, dolapların üzerindeki güzel kitapları, süsleri gösteriyordu ki efendimiz bana seslendi: “Ocak başına gelin!” İster istemez ona boyun eğdik. Adela kucağıma çıkıp oturmak istedi, ama Kılavuz’la oynaması için buyruk aldı. “Demek üç aydır evimde oturuyorsunuz?” “Evet, efendim.” “Ondan önce neredeydiniz?” “... ilindeki Lowood Okulu’nda, efendim.” “Ha! Bir hayır yuvası. Ne kadar kaldınız orda?” “Sekiz yıl.” “Sekiz yıl ha! Hayata sımsıkı sarılmış olsanız gerek! Bana öyle gelir ki böyle bir yerde değil sekiz, dört yıl geçirmek bile en sağlam yapıların hesabını görmeye yeter! Tevekkeli değil! Böyle bir yüzü nasıl edinmiş olduğunuza şaştım ben de! Dün akşam Hay Yolu’nda karşıma çıkıverdiğiniz zaman aklıma peri masalları gelmişti nedense, nerdeyse, “Atımı büyülediniz mi?” diye soracaktım. Gene de kuşkulanıyorum ya! Neyse, anneniz babanız kim sizin?” “Anam babam yok, efendim.” “Hiçbir zaman da yoktu, besbelli! Anımsayabiliyor musunuz onları?” “Hayır.” “Ben de öyle düşünmüştüm. Demek o çit kapısında oturmuş, gelmelerini bekliyordunuz?” “Kimi, efendim?” “Yeşiller giymiş perileri... Ay aydınlığı, tam onların gönlüne göre bir geceydi. Sizin toplantınızın içine mi girdim ki yolumun üzerine o Tanrı’nın belası buzu serdiniz?” Başımı iki yana salladım. Ben de onun gibi pek ciddi konuşarak, “Yeşil periler, İngiltere’den ayrılalı belki yüz yıl var,” dedim. “Ne Hay Yolu’nda, ne de başka kır yollarında onların izine rastlanıyor artık. Ne yazın, ne güzün, ne de kışın, ay ne denli parlarsa parlasın, onların toplantılarını hiç aydınlatamayacak artık!” Mrs. Fairfax örgüsünü bırakıp kaşlarını kaldırmış, “Bu da ne biçim konuşma?” diye şaşar gibiydi. Mr. Rochester, “Ee, her ne kadar anne babanızı tanımasanız bile hısım, akrabanız vardır sanırım,” diye konuşmasını sürdürdü. “Amca, teyze falan gibi bir şeyler?” “Varsa bile ben hiç görmedim.” “Ya eviniz?” “Yok.” “Kardeşleriniz nerede oturuyor peki?” “Kardeşim yok ki!” “Buraya gelmenizi kim salık verdi?” “İlan verdim. Mrs. Fairfax de ilanıma karşılık yazdı.” Şimdi artık bu konuşmamıza akıl erdirebilen iyi yürekli Mrs. Fairfax, “Evet,” diye araya karıştı. “Şans eseri olarak böyle bir seçim yaptığım için de oturup kalkıp dua ediyorum. Miss Eyre benim için değer biçilmez bir arkadaş, Adela için de titiz, sevecen bir öğretmen oldu.” Mr. Rochester, “Onu övmek için hiç zahmet etmeyin,” dedi. “Övüp göklere çıkarmalar benim aklımı çelemez. Kendi yargımı kendim veririm ben. Bu kız, işe benim atımı düşürmekle başladı.” Mrs. Fairfax, “Efendim?” dedi. “Bileğimin incinmesi onun yüzünden.” Kadıncağızın afallamış gibi bir bakışı vardı. “Miss Eyre, siz hiç kentte oturdunuz mu?” “Hayır, efendim.” “Sosyal hayata hiç katıldınız mı?” “Yalnızca Lowood’daki öğrencilerle, öğretmenlerle bir arada oldum... Bir de Thornfield’de oturanlarla.” “Çok kitap okudunuz mu?” “Bulabildiklerimi okudum. Bunlar da çok değildi. Ağır kitaplar da sayılmazdı pek.” “Yani bir rahibe hayatı yaşamışsınız. Din konusunda bilginiz çok derindir, yüzde yüz. Sanırım Lowood’u yöneten Brocklehurst de papazdır; değil mi?” “Evet, efendim.” “Siz Lowood kızları, ona tapardınız herhalde değil mi?” “Ne münasebet!” “Amma serinkanlısınız ha! Ne münasebetmiş! Nasıl olur? Bir çömez, ustası olana tapınmaz mı?” “Ben Mr. Brocklehurst’ten nefret ederdim, bu duygularımda yalnız da değildim. Sert bir adamdır o. Kendini bir şey sanır; her işe burnunu sokar. Saçımızı kısacık kestirirdi. Tutumluluk olsun diye ucuz iplik, kötü iğne aldırtırdı. Bunlarla dikiş dikeceğiz, diye bizim de canımız çıkardı.” Konuşmanın akışını gene kavrayabilmiş olan Mrs. Fairfax, “Tutumluluk değil, aldatmacaymış o,” diye görüşünü belirtti. “Daha yönetim kurulu kurulmadan önce, yönetimi tek başına elinde bulundurduğu zamanlarda bizi açlıktan öldürürdü. Sonra haftada bir uzun uzun nutuk çekerek can sıkıntısından patlatırdı. Akşamları da kendi yazdığı kitapları okurdu bize. Tanrı’nın gazapları, kanlı ölümler üstüne olan bu okudukları öyle ödümüzü koparırdı ki, yatağımıza yatmaktan korkardık.” “Lowood’a gittiğinizde kaç yaşındaydınız?” “On yaşlarında.” “Orada da sekiz yıl kaldığınıza göre şimdi on sekiz yaşınızdasınız, öyle mi?” “Evet.” “Görüyorsunuz ya, hesap ne yararlı şey! Hesap olmasa yaşınızı taş çatlasa çıkaramazdım. Bir insanın yüzüyle yüz çizgileri, böyle sizinkiler gibi, birbirine iyice aykırı olunca yaşını kestirmek de güç oluyor... Eee, Lowood’da neler öğrendiniz bakalım? Piyano çalabiliyor musunuz?” “Biraz.” “Elbet. Basmakalıp bir karşılıktır bu. Şimdi kitaplığa gidin... Yani, lütfen, demek istiyorum. Böyle hep buyururcasına konuşmamı bağışlayın. Yap, dediğim şeyin yapılmasına alışığım. Tek bir yeni kimse için alışkanlıklarımdan vazgeçmem biraz güç. Evet, elinize bir mum alıp kitaplığa gidin. Kapıyı açık bırakın. Piyano başına oturun, bir şeyler çalın bana.” Kitaplığa gittim, onun dediklerini yaptım. Birkaç dakika sonra, “Yeter!” diye seslendi. “Gerçekten de biraz çalabiliyorsunuz, herhangi bir okul kızı gibi. Belki çoğundan iyi ama gene de pek iyi değil.” Piyanoyu kapatıp salona döndüm. Konuşmasını sürdürdü: “Adela bana bu sabah birkaç resim gösterdi. Bunları sizin yaptığınızı söyledi. Kendi yapıtınız olup olmadığını bilmiyorum. Öğretmeniniz yardım etmiş olsa gerek.” “Hiç de değil!” dedim hemen. “Ha! Onurunuza dokundu bu! Peki, içindeki resimlerin kendi elinizin emeği olduğuna yemin edebilirseniz dosyanızı getirin bana. Ama boş yere yemin etmeyin; çünkü ben taklitleri ayırt edebilirim.” “Öyleyse ben hiçbir şey demeyeyim de siz karar verin.” Resim dosyamı kitaplıktan alıp getirdim. “Masaya yaklaşın,” dedi. Dosyayı masaya götürdüm. Adela ile Mrs. Fairfax de resimlere bakmak için yaklaştılar. Mr. Rochester, “Başıma doluşmayın böyle!” dedi. “Ben baktıktan sonra resimleri elimden alabilirsiniz, ama yüzlerinizi bana yaklaştırmayın.” Sonra resimleri inceden inceye gözden geçirmeye başladı. Üç tanesini bir yana ayırdı; öbürlerini, baktıktan sonra, eliyle itiverdi. “Mrs. Fairfax, bunları öbür masaya götürün de Adela ile bakın... Siz de Jane Eyre, gene yerinize oturun, sorduklarıma karşılık verin. Bu resimlerin tek bir elden çıkmış olduğu belli. Sizin eliniz mi bu?” “Evet.” “Ya bunları yapacak zamanı nereden buldunuz? Enikonu zaman, düşünce ürünü bunlar.” “Lowood’da geçirdiğim iki tatil sırasında yapmıştım. Başka işim yoktu.” “Nereden kopya çektiniz bunları?” “Kendi kafamdan.” “Şu sırada omuzlarınızın üstünde gördüğüm şu kafadan mı?” “Evet, efendim.” “Bu kafanın içinde daha bunlara benzer başka malzeme var mı?” “Vardır, sanırım... Hatta umarım ki daha iyileri bile vardır.” Resimleri önüne serdi, gene teker teker alıp gözden geçirdi. Bu arada, sevgili okurum, ben de size bu resimlerin ne üstüne olduğunu anlatayım. Söze başlarken bunların pek öyle parlak şeyler olmadığını belirteyim hemen. Konular kafamda çok açık olarak canlanmıştı. Onları çizgiye dökmeden önce, hayal gözüyle gördüğüm zaman, gerçekten olağanüstü çarpıcıydılar, ama elimin ustalığı düş gücüme erişememiş, her seferinde, kafamda canlanan şeylerin ancak solgun birer portresini çizmiştim. Suluboyaydı bu resimler: Birincisi azgın bir denizin üzerinde alçaktan uçuşan kızıl bulutları gösteriyordu. Uzaktaki her şey sisler içindeydi, önde de kara falan görünmüyordu. Bulutların arasından sızan bir ışık batık bir gemi direğine konmuş iri, siyah bir balıkçıl kuşunun üzerine vurmuştu. Kuşun kanatları köpüklerle beneklenmişti, gagasında da üstü mücevherli bir altın bilezik tutuyordu. Bu mücevherleri paletimdeki en parlak renklerle, elimden geldiğince göz alıcı bir biçimde çizmiştim. Boğulmuş bir kadının ölüsü direğin aşağısındaki yeşil suların içine gömülmekteydi. Ölünün açıkça görülen tek yeri, bembeyaz koluydu ki bilezik işte buradan kayıp düşmüş ya da koparılıp alınmıştı. İkinci resmin ön planında yalnızca loş bir tepe görülüyordu. Üzerindeki çimenler, yapraklar, rüzgâr varmış gibi yan yatmıştı. Tepenin gerisinde, yukarılara doğru, alacakaranlığın koyu mavisine bürünmüş gökyüzü uzanmaktaydı. Bu göğe doğru da, elden geldiğince yumuşak, dumanlı renklerle çizilmiş bir kadın büstü yükseliyordu. Kadının solgun alnı bir yıldızla taçlanmıştı. Yüzünün çizgileri sanki bir buğu tabakasının altından görünmekteydi. Gözleri yabanıl, koygundu; saçları fırtına bulutları gibi kapkara, perişan, omuzlarına dökülmüştü. Boynunda ay ışığını andıran soluk bir ışık çizgisi vardı. Akşam Yıldızı’nın bir simgesi olan bu kadın başının çevresindeki bulutların kıyısında da aynı hafif ışıltı göze çarpmaktaydı. Üçüncü resim kutup göklerini delip geçen bir buzlu tepeyi gösteriyordu. Ufukta kutup ışıkları sık, soluk mızraklar gibi sıralanmıştı. En önde ise yerden, ufku büsbütün uzakmış gibi gösteren bir kafa, dev çapında bir kafa yükselmiş, buz tepesine doğru eğilip yaslanmıştı. Alında birleşen, kafayı destekleyen iki ince el, yüzün aşağı bölümünü kürkten bir peçeyle örtmekteydi. Kemik gibi bembeyaz, kansız bir alın, çukura batmış, donuk, bomboş bakan, umutsuzlukla camlaşmış olan bir çift göz, kafanın ortada kalan tek yüz çizgileriydi. Şakakların üzerinde, sarık biçimi sarılmış kara örtülerin bulut gibi dumanlı, uçucu kıvrımları arasında beyaz alevden bir halka ışıldıyor, sanki kızılımtırak ışıklarla kıvılcımlanıyordu. Bu soluk ay “bir kral tacının benzeri”ydi, tacın konduğu baş da, “biçimi olmayan biçim.” 25 Mr. Rochester az sonra, “Bu resimleri çizerken mutlu muydunuz?” diye sordu. “Kendimi vermiştim bu resimlere. Evet, mutluydum da! Kısacası bunları çizmek benim için ömrümün en derin doyumlarından birine erişmek oldu.” “Bu pek bir şey söylemez; çünkü ömrünüzün doyum yönünden kısır olduğunu siz kendiniz söylediniz. Ama bu tuhaf renkleri karalarken sanatçıları barındıran bir düşler ülkesinde yaşadığınıza inanabilirim. Her gün uzun uzun oturuyor muydunuz bunların başında?” “Yapacak işim yoktu; çünkü tatil zamanıydı. Sabahtan öğleye, öğleden akşama değin otururdum bunların başında.” “Bu ateşli çalışmalarınızın sonuçları hoşnut bırakır mıydı sizi?” “Ne gezer! Kafamda canlandırdıklarımla elimden çıkanlar arasındaki benzemezlik kahrederdi beni. Aklımdan geçenleri çizgiye dönüştürmeyi dünyada beceremezdim.” “Pek o kadar da değil. Hayallerinizi tam olarak gerçekleştiremeseniz bile bir yere dek çizmişsiniz. Tam olarak canlandırmanıza yetecek teknik bilgileriniz, deneyiminiz yokmuş. Ama genç bir liseli kızdan hiç umulmayacak resimler bunlar. Konuları büyülü sanki. Bu Akşam Yıldızı’nın gözlerini düşte görmüş olacaksınız. Hem bu kadar duru, hem de böyle karanlık yapmasını nasıl becerebildiniz? O kapkara derinliklerdeki gizli anlam nedir öyle? Sonra size rüzgârın resmini çizmesini kim öğretti? Şu gökte, bu tepenin başında harıl harıl esen bir rüzgâr olduğu belli. Hele Latmos’u 26 nerede gördünüz? Çünkü bu da Latmos... Peki, kaldırın bunları.” Ben daha dosyanın iplerini tam olarak bağlamamıştım ki Mr. Rochester saatine bakarak, birden, “Dokuz olmuş!” dedi. “Adela’yı şimdiye kadar çoktan yatırmanız gerekmez miydi, Miss Eyre? Haydi, götürün de yatırın.” Adela gidip onu öptü. Mr. Rochester buna engel olmadı ama kızcağız Kılavuz’u öpmüş olsaydı, köpek de ancak bu kadar sevinirdi; belki daha bile çok! Efendimiz, “Şimdi hepinize iyi geceler dilerim!” diyerek eliyle kapıya doğru, bizden usandığını, gitmemizi istediğini belirten bir işaret yaptı. Mrs. Fairfax örgüsünü topladı, ben dosyamı aldım. Efendiyi diz kırıp selamladık, karşılığında buz gibi bir baş selamı aldık, böylece huzurdan çekildik. Adela’yı yatırdıktan sonra Mrs. Fairfax’in odasına gittiğim zaman, “Mr. Rochester’ın olağanüstü huysuz olmadığını söylemiştiniz Mrs. Fairfax,” dedim. “Yani, huysuz mu?” “Bence öyle. Dakikası dakikasına uymuyor, her şeyi de pat diye söyleyiveriyor!” “Doğru. Bir yabancının gözlerine belki öyle görünür, ama ben onun davranışlarına alışığım, üzerinde bile durmam. Sonra, biraz sinirli, huysuz olsa da hoş görürüm.” “Neden?” “Bir kere, onun yaradılışı bu. Kimsenin elinde değildir yaradılışı. Sonra da, adamcağızın canını sıkan, sinirlerini bozan bir sürü derdi vardır, elbet.” “Ne derdi?” “Bir kez aile sorunları.” “Kimsesi yoktu hani?” “Şimdi yok, ama eskiden vardı. Ağabeyini birkaç yıl önce yitirdi; yani kendisi mülkün başına geçeli pek çok olmuyor. Topu topu dokuz yıl.” “Dokuz yıl az zaman değil. Ağabeyine bu kadar düşkün müydü ki hâlâ arkasından yas tutuyor?” “Yo! Onu demek istemedim. Anladığıma göre ağabeyiyle arasında bir anlaşmazlık varmış, Mr. Rowland Rochester bizim Mr. Edward Rochester’a karşı pek hakça davranmamış. Galiba babasını da kendinden yana çekmiş. İhtiyar Mr. Rochester pek paragözmüş, ailenin mülkünü bölmek istememiş, ama gene de Mr. Edward’ın da ailenin şanına yaraşır bir serveti olsun istiyormuş. Onun için, Mr. Edward Rochester daha çok gençken başına birtakım çoraplar örülmüş, bir sürü işler açılmış. Yani ihtiyar Mr. Rochester’la büyük oğlu Mr. Rowland, ille servet sahibi edeceğiz diye Mr. Edward’ı çok üzüntülü işlere sokmuşlar. İşin girdisini çıktısını ben bilmiyorum elbette ama adamcağız çok çekmiş, sonunda artık dayanamamış. Uysal, hoş görür bir insan da değildir. Babasına, ağabeyine küserek yıllar yılı köksüz bir ömür sürdü. Ağabeyi vasiyetname bırakmadan ölünce Thornfield Malikânesi’nin başına Mr. Edward geçti, ama hiçbir gelişinde on beş günden çok kaldığını sanmıyorum. Doğrusu, böyle bucak bucak kaçmasına da hiç şaşılmaz ya.” “Neden kaçsınmış?” “Belki de ruhunu sıkıyordur bu ev.” Benim sorduğuma üstünkörü bir karşılıktı bu. Daha açık, daha kesin bir karşılık beklerdim. Mrs. Fairfax, efendisinin dertlerinin gerçek nedenleri üstüne daha ayrıntılı bilgi vermeyi ya istemiyordu ya da bilgi verecek durumda değildi. Kendisinin de pek bir şey bilmediğini, sözlerinin çoğunun salt tahmin olduğunu ileri sürdü. Besbelli benim bu konuyu kapatmamı istiyordu. Ben de kapadım. Download 1.77 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling