Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti
Download 1.77 Mb. Pdf ko'rish
|
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s
de ces rats; parlez!’
15 Elimi kaldırtırdı... Şöyle... Soru sorarken sesimi yükseltmeyi unutmayayım diye. Şimdi de dans edeyim mi size?” “Yok, bu kadarı yeter artık... Peki, annen Meryem Ana’nın yanına gittikten sonra sen kimin yanında kaldın?” “Madam Frederic’le kocasının yanında. Madam bana bakardı, ama akrabamız değildi. Belki de yoksuldu; çünkü evi annemin evi gibi şahane değildi. Çok kalmadım orada. Mr. Rochester gelip sordu, ‘Benimle İngiltere’ye gelip orada oturmak ister misin?’ diye. Ben de, ‘Peki,’ dedim; çünkü Mr. Rochester’ı daha önceden tanıyordum. Beni çok severdi. Hep güzel elbiseler, oyuncaklar falan armağan verirdi bana, ama görüyorsunuz ya, durmadı sözünde. Beni İngiltere’ye getirdi, ama kendisi çıktı gitti. Artık hiç görmüyorum onu.” Kahvaltıdan sonra Adela ile ben kitaplığa çekildik. Mr. Rochester burasının okul odası olarak kullanılmasını tembih etmiş. Kitaplardan çoğu camlı dolaplar içinde kilitliydi, ama dolaplardan biri açık bırakılmıştı; bunun içinde ilköğretim için gerekli her şey vardı. Ders kitaplarından başka birçok edebiyat, şiir, biyografi, gezi kitapları, birkaç tane de roman bırakılmıştı. Mr. Rochester bunları mürebbiyenin okuma beğenisini karşılamak için yeterli bulmuştu, anlaşılan. Ne yalan söyleyeyim, şimdilik bunlar bana yeter de artardı bile. Lowood’da zorlukla ele geçirdiğim kırıntılarla ölçülünce bu kitaplık bir eğlence, bir bilgi hazinesi sayılırdı. Bu odaya aynı zamanda oldukça yeni, güzel sesli bir küçük piyano, resim çizmek için bir sehpa, bir çift de coğrafya küresi konulmuştu. Öğrencim, çalışmaya pek meraklı değilse de söz dinleyen bir kızdı. Şimdiye kadar düzenli çalışmaya hiç alışık olmadığı için onu ilk baştan pek sıkmanın doğru olmayacağını düşündüm. Uzun uzun konuştum onunla; ufak tefek birkaç şey öğrettim, vakit öğleye yaklaşınca da dadısının yanına salıverdim. Sonra da yemek saatine kadar sehpa başına geçerek derste kullanılmak üzere küçük birkaç resim çizmeye karar verdim. Resim defterimle kalemlerimi almak için yukarıya çıkarken Mrs. Fairfax bana seslendi: “Sabah dersiniz bitti galiba!” Geniş kapılı bir odadaydı. Kapı açık durduğu için, bana seslenince yanına gittim. Geniş, şahane bir salondu burası: Mor perdelerle koltuklar, yerde bir Türk halısı, ceviz kaplama duvarlar, bir yanda renkli camlardan yapılma kocaman, zengin vitraylı bir pencere, nefis oymalarla süslü, yüksek bir tavan. Mrs. Fairfax bir büfenin üzerinde duran, ince, morumtırak mermer vazoların tozunu almaktaydı. Dört bir yanıma bakınarak, “Ne güzel oda!” diye hafifçe bağırdım. Ömrümde bunun yarısı kadar bile güzel bir yer görmemiştim! “Evet, yemek salonu burası. Biraz güneş, hava girsin diye pencereleri açtım da! Kullanılmadıkça her yer küflenip gidiyor. Karşıdaki oturma salonuna girince mahzene girmiş gibi oluyor insan.” Mrs. Fairfax pencerenin tam karşısına düşen, koyu kırmızı perdelerle bezenmiş bir kemeri gösterdi. İki yassı basamak çıkarak kemerin gerisine baktım; bir periler ülkesini görmüş gibi oldum. Gördüğüm manzara toy gözlerimi öylesine kamaştırdı! Ama aslında iç içe duran son derece güzel iki salondan ibaretti burası. Yerlere parlak çiçek çelenkleriyle örneklenmiş, bembeyaz halılar serilmiş, kar gibi beyaz boyalı tavan da üzüm, asma dalı oymalarıyla süslenmişti. Kızıl kaplamalı koltuklar, kanepeler, örtülü sedirler bu beyazlıklarla şahane, ışıl ışıl bir çelişme yaratıyordu. Beyaz mermer şöminenin üzerindeki süsler de kan kırmızı Bohemya kristalindendi. Pencerelerin arasındaki büyük aynalar bu kar, ateş karışımını yansıtıyordu. “Bravo size, Mrs. Fairfax, salonlar ne kadar da bakımlı,” dedim. “Ne bir damla toz, ne de eşyaların üzerinde örtü var. Havalar böyle ayaz, rutubetli olmasa insan bu salonların her gün kullanıldığını sanır.” “Eksik olma, Miss Eyre, ama Mr. Rochester buraya pek seyrek olmakla birlikte her zaman habersiz gelir. Her yeri örtülere gömülü bulmak, gelince bir de hazırlık telaşıyla karşılaşmak onun sinirine dokunur. Bunu anlayınca her yeri her zaman hazır tutmayı daha doğru buldum.” “Mr. Rochester sinirli, titiz bir adam mı?” “Çok değil, ama ne de olsa yüksek tabakanın beğenileri onda da var. Her işin de bunlara uygun olarak çekilip çevrilmesini bekler.” “Sever misiniz onu? Sevilen bir insan mıdır?” “A, elbet! Rochester ailesi oldum olası sevilmiş, sayılmıştır. Bu dolaylarda gözle görülebilen toprakların hemen hemen hepsi, hatırlanamayacak kadar eski dönemlerden beri, Rochesterlarındır.” “Ama toprak moprak bir yana, sever misiniz onu? Kendisini sevip beğenir misiniz?” “Ben kendim severim, beğenirim onu. Topraklarını kiralayan köylüler de onu dürüst, hak sever, açık elli bir bey sayarlar. Yalnız aralarında hiçbir zaman çok kalmamıştır.” “Ama hiç bir vasfı yok mu? Yani yaradılış bakımından nasıl bir insan?” “Yaradılışı kusursuz sanırım. Biraz huysuz sayılabilir belki... Herkese benzemeyen huyları vardır. Çok gezdi, dünyanın birçok yerlerini gördü. Çok da zeki, bilgili olduğunu sanıyorum. Ne var ki, onunla oturup uzun uzun konuştuğum da oldu diyemem.” “Nasıl huysuz?” “Bilmem... Anlatmak kolay değil. Öyle göze batar bir yanı yok, ama insanla konuşunca ortaya çıkar. Örneğin sözleri şaka mı, yoksa ciddi mi; bir şeye sevindi mi, üzüldü mü bilemezsin. Kısacası, onu iyice anlamak olanaksız. Daha doğrusu, ben anlayamıyorum, ama ne çıkar... Bir işveren olarak olağanüstü iyidir.” Onun da, benim de işverenimiz olan adam hakkında Mrs. Fairfax’ten edindiğim bilgi bununla kaldı. Kimi insanlar karakter incelemesini, karşılarındaki insanın, eşyanın can alıcı yönlerini görüp anlatmasını hiç bilemezler. Bu tatlı hatun kişi de bunlardandı besbelli. Sorduklarım onu şaşırtıyordu, ama bir sonuç elde edemiyordum. Mr. Rochester onun gözünde Mr. Rochester’dı işte: Kibar bir beyefendi, mülk, toprak sahibi bir adam, bir işveren... Hepsi bu kadar. Bundan daha fazlasını öğrenip bilmek de istemiyor, benim bu adamın kişiliği konusunda daha kesin fikirler edinmek isteyişime besbelli şaşıyordu. Yemek salonundan çıkınca bana bütün evi gezdirmeyi önerdi. Ben de onun arkasından yukarılara çıktım, aşağılara indim. Bir yandan da hayranlığımı belirtip durdum; çünkü her yer gerçekten tertipli, zevkli, göz doldurucuydu. Öne bakan büyük odalar özellikle şahane geldi bana. Üçüncü kattaki odalardan kimileri de basık, loş olmakla birlikte, bir eski zaman havası taşıdıkları için ilgimi çekti. Bir vakitler alt kat odalarında duran döşemeler zaman zaman, modalar değiştikçe, en üst kata taşınmış. Şimdi bu odaların dar pencerelerinden içeri vuran solgun ışık belki yüz yıl önceden kalma yatakları, meşeden cevizden yapılma aynalı dolapları, sıra sıra dik arkalı, dar antika sandalyeleri aydınlatıyordu. Bunlardan daha bile antika olan, üzerlerindeki yarı silik nakışları işlemiş parmakların iki kuşak önce toprağa karıştığı iskemleler. Bütün bu andaçlar Thornfield’e eskiden kalma bir ev havası veriyordu, bir anılar tapınağı. Bu kuytu yerlerin gündüz gözüyle loşluğu, sessizliği, değişik dekorları pek güzeldi, ama geceleyin o geniş karyolalarda yatmak düşüncesi beni hiç sarmıyordu. Bu yataklardan kiminin meşeden yapılma kapıları vardı. Kimisi ağır işlemeli perdelerle çevriliydi. Bu nakışlarda son derece garip çiçekler, daha garip kuşlar, hepsinden daha garip insanlar sergilenmişti. Ayın solgun ışığında bunlar kim bilir daha ne kadar garip görünürdü! “Bu odalarda hizmetçiler, uşaklar mı oturuyor?” diye sordum. “Hayır. Onların arkada, daha küçük odaları var. Buralarda kimse oturmuyor. Thornfield perili bir köşk olsaydı, hayaletler işte bu odalarda dolaşırdı, diyesi geliyor insanın.” “Gerçekten de öyle, ama hayalet mayalet yok burada demek.” Mrs. Fairfax gülümseyerek, “Benim bildiğim kadarıyla yok,” dedi. “Eskilerden kalma hayalet, hortlak öyküleri de yok mu? Hiç olmamış mı?” “Olmamış sanırım. Oysa Rochesterlar’ın bir zamanlar oldukça ateşli, hareketli bir aile olduğunu söylerler, ama belki de bu yüzden, şimdi mezarlarında rahat yatıyorlardır.” “Evet,” diye mırıldandım, “Shakespeare ne demiş: ‘Hayatın ateşli sıtmasından sonra rahat uykularda...’ 16 Şimdi nereye gidiyorsunuz, Mrs. Fairfax?” Çünkü Mrs. Fairfax yeniden yürümeye başlamıştı. “Çatıya. Gelip manzaraya bakmak ister misin?” Gene onun peşinden daracık bir merdiven tırmanarak tavan arasına, oradan da bir duvar merdiveni ve tavan deliği yoluyla çatıya çıktım. Şimdi artık kargalarla aynı düzeydeydim. Onların yuvalarını görebiliyordum. Kule mazgallarının üzerinden eğilip ta aşağılara bakınca, malikânenin topraklarını harita gibi görebiliyordum: Yeşil kadife çimlik, konağın gri duvarlarının çevresine serilmiş; park kadar geniş olan tarla yüzyıllık ağaçlarıyla noktalanmış; şimdi çıplak, boz duran koruluk bakımsız bir yolla ikiye ayrılmış, yeşil yosunlu bahçe kapısının yakınındaki kilise, yol, o ıssız tepeler... Hepsi güz güneşinde dinlenir gibi. Ufuktan ufuğa uzanan, beyaz sedef bulutlarla damarlanmış, koyu mavi, dost bir gökyüzü. Manzaranın hiçbir olağanüstü yönü yoktu, ama her şeyiyle insanı sarıyordu. Geri dönüp de içeri girdiğim zaman çevremi göremedim sanki. O mavi hava kubbesinin parlaklığından sonra tavan arası mahzen gibi karanlık geldi. Mrs. Fairfax tavan arası kapağını mandallamak için bir an geride kalmıştı. Ben el yordamıyla tavan arasının kapısını buldum, o dar merdivenden aşağı inmeye başladım. Bu merdiven, üçüncü katın ön bölümüyle arka bölümünü birbirinden ayıran dar, basık, loş bir koridora iniyordu. Bir an oyalandım burada. Karşı uçtaki tek küçük penceresiyle, iki yanındaki iki sıra, kapalı, küçük, kapkara kapılarıyla burası, Mavi Sakal’ın şatosundaki bir koridoru andırıyordu. Usulca yürümeye başlamıştım ki bir ses –böyle tenha, ıssız bir yerden hiç umulmayacak bir ses– çarptı kulağıma: Birisi gülüyordu. Garip bir gülüştü bu. Keskin, ciddi, neşesiz. Durdum. Ses de kesildi ama bir an için. Sonra, bu kez daha yüksek olmak üzere, yeniden başladı. İlk seferinde pek açık, belirliyse de yavaş çıkmıştı. Şimdi ise tek bir yerden geldiği halde boş odaların hepsinde birden çınlar gibi yankılanan tiz kahkahalarla yükselmişti. Bu sesin geldiği odayı elimle gösterebilirdim. “Mrs. Fairfax!” diye seslendim (çünkü şimdi onun merdivenden indiğini duyuyordum). “İşittiniz mi o kahkahaları? Kimdir bu?” Kadın, “Hizmetçilerden biri olsa gerek,” dedi. “Belki de Grace Poole’dur.” Ben gene, “Ama işittiniz mi o gülüşü?” diye sordum. “Evet. Açıkça. Çok zaman işitirim zaten. Grace Poole bu bölmede dikiş diker. Arada Leah ile bir araya gelirler. Baş başa olunca pek gürültü ederler.” Gülüş gene duyuldu... Yavaş, hece hece. Sonra, acayip bir mırıltıyla son buldu. Mrs. Fairfax, “Grace!” diye bağırdı. Gerçek bir Grace’in ortaya çıkacağını hiç ummuyordum doğrusu; çünkü ömrümde hiç duymadığım kadar acı, üzgün, yadırganır bir gülüştü bu duyduğum. Vakit öğle vakti, her yer parlak güneşli olmasaydı birtakım korkulara kapılabilirdim, ama şaşkınlığa bile kapılmakla ne aptallık ettiğimi anlamakta gecikmedim. Bana en yakın olan kapı açılarak dışarı bir hizmetçi çıktı. Otuzla kırk yaş arasında, tıknaz, küt yapılı, kızıl saçlı, kaba, sıradan yüzlü bir kadın. Bundan daha az romantik, daha az hayalete benzer bir kimse düşünülemezdi! Mrs. Fairfax, “Fazla gürültü oluyor, Grace!” dedi. “Tembihleri unutma.” Grace, ses çıkarmadan, diz kırarak içeri çekildi. Mrs. Fairfax, “Leah’ya dikişlerinde, ev işlerinde yardım etmesi için tutuyoruz onu,” diye anlattı. “Ufak tefek kusurları varsa da iyi çalışıyor. Ha, sahi, yeni öğrencinden hoşnut kaldın mı bari bu sabah, hanım kızım?” Laf böylece Adela’ya döndü ve aşağıdaki aydınlık, ferah bölüme varıncaya kadar da sürdü. Sofada Adela koşarak yanımıza geldi. “Mesdames, vous etes servies!” diye bağırdı. “J’ai bien faim, moi!” 17 Mrs. Fairfax’in odasında kurulmuş olan masada, öğle yemeğinin hazır, bizi beklediğini gördük. |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling