Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti
Download 1.77 Mb. Pdf ko'rish
|
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s
21. (Fr.) Dostum. (Ç.N.)
22. (Fr.) Demek ki orada benim için bir armağan var; belki siz in için de vardır, matmaz el. Beyefendi siz den de söz etti: Mürebbiyemiz in adını sordu bana, Ufak tefek, oldukça ince yapılı, biraz saz beniz li bir kız , değil mi, diye sordu. Ben de, evet, dedim; çünkü, doğrusu bu, öyle değil mi, matmaz el? (Y.N.) 23. (Fr.) O siz in küçük sandıkta Matmaz el Eyre için de bir armağan var, değil mi, efendim? (Y.N.) 24. (Fr.) Armağan. (Y.N.) 25. John Milton’ın, Kayıp Cennet adlı ünlü eserinden “ölüm” tasviri. (Y.N.) 26. Batı Anadolu’da bugünkü Beşparmak Dağı. Mitolojiye göre Av Tanrıçası Diana sevgilisi Ay’la buluşmaya oraya gelirdi. (Ç.N.) XIV Ondan sonraki günlerde Mr. Rochester’ı pek az gördüm. Sabahları işleri çok oluyordu. Öğleden sonraları da ya Millcote’tan ya da yakınlardan, birçok beyler onu görmeye geliyor, kimi zaman yemeğe kalıyorlardı. Ayak bileği at binebilecek kadar düzelince Mr. Rochester sık sık at gezintilerine çıkmaya başladı. Belki de kendine yapılan ziyaretlere karşılık veriyor, gece geç saatlere değin de dönmüyordu. O günlerde Adela’yı bile pek az çağırttı yanına. Benimle olan yakınlığıysa taşlıkta, merdivende ya da çekme balkonda ara sıra bir karşılaşmaktan ibaret kalmıştı. O zamanlar da, yanımdan pek soğuk, gururlu bir tavırla geçerek beni bir yabancı gibi, belli belirsiz bir baş eğişiyle, gülmez bir bakışla selamlıyordu; arada da kibar bir candanlıkla gülümseyip eğiliyordu. Onun ruhsal durumundaki bu değişimler beni gücendirmiyordu; çünkü bu değişimlerin benimle hiç ilgisi olmadığını biliyordum. Duygularındaki kabarışlar, çekilişler onun yalnızca kendisinin bildiği nedenlerden ileri geliyordu. Bir gün yemeğe konuğu vardı; benim resim dosyamı istetti. Resimlerimi konuklarına gösterecekti anlaşılan. Beyler Millcote’taki bir toplantıya katılmaya gitmişler, ama (bunu Mrs. Fairfax söyledi) hava yağışlı, soğuk olduğu için Mr. Rochester onlarla birlikte gitmek istememiş. Beylerin gidişinden sonra efendi çıngırağı çaldı. Adela ile beni aşağıya istediğini bildiren bir haber geldi. Adela’nın saçlarını fırçaladım, kılığına çekidüzen verdim. Ben de zaten her zamanki gibi öyle derli toplu, öyle sadeydim ki, örgülü saçlarıma kadar hiçbir şeyimi yeniden düzeltmeme gerek yoktu. Aşağıya inerken Adela petit coffre’unun 27 gelip gelmediğini merak ediyordu; çünkü bir yanlışlık sonucu sandık henüz gelmemişti. Adela’ nın umutları boşa gitmedi. Yemek odasına girince masanın üzerinde gördük onu: Küçük, mukavva bir kutu. Adela bunu içgüdüsüyle tanımış gibiydi. Masaya doğru koşarak, “Ma boîte! Ma boîte!” 28 diye bağırdı. Mr. Rochester’ın o kalın, alaycı sesi, şöminenin yanındaki koltuğun derinliklerinden, “Evet, işte boîte’ın geldi, ey Paris’in öz kızı... Al şunu da bir köşeye çekil! Kutunun karnını deş, içini dışarı çıkar, bir güzel sefasını sür artık!” diye yükseldi. “Yalnız sakın ha, bu anatomik işlemin ayrıntılarıyla canımı sıkma benim! Kutunun iç organlarına ilişkin görüş falan belirtme. Ameliyatlarını sessizlik içinde yürüt. Tiens-toi tranquille, enfant; comprends-tu?” 29 Adela’ya böyle bir uyarıda bulunmanın pek gereği yok gibiydi; çünkü çocuk gömüsünü almış, bir kanepeye çekilmişti bile. Kutunun ipini çözmekteydi. Bu engeli ortadan kaldırıp birkaç tabaka gümüş rengi ipek kâğıdı da açtıktan sonra yalnızca, “Oh Ciel! Que c’est beau!” 30 diye bağırdı, sonra kutuyu kendinden geçercesine seyre daldı. Efendimiz bu kez, “Miss Eyre orada mı?” diyerek oturduğu yerde yarı döndü, kapıya doğru baktı. Ben hâlâ eşikte duruyordum. “Ha, orada mısınız? Yaklaşın şöyle... Şuraya oturun.” Kendi koltuğuna yakın bir sandalye çekerek, “Çocukların masum gevezeliklerinden tat almam ben,” dedi. “Yaşlı bir bekâr olduğum için onların bıcırdamaları hiçbir tatlı anı uyandırmaz bende. Bütün bir akşamı bir veletle baş başa geçirecek olsam, dayanamam, çıldırırım. Geriye almayın o sandalyeyi, Miss Eyre. Tam benim koyduğum yerde dursun... Yani lütfen, demek istiyorum. Şu nazik lafların Tanrı belasını versin! Her zaman unutuyorum. Her neyse, çocuklarla birlikte olmaktan hoşlanmadığım gibi temiz yürekli, basit ihtiyar hanımcıklara da pek bir düşkünlüğüm yoktur... Dedim de aklıma geldi. Oncağızı ihmal etmeye gelmez. Ne de olsa Fairfax’tir, evlenme yoluyla bile olsa. Kan da kanı çeker derler.” Çıngırağı çalarak Mrs. Fairfax’i çağırttı. O da çok geçmeden elinde örgüsüyle çıkageldi. “İyi akşamlar, hanımefendi. Sizi bir hayır işi için çağırdım: Adela’nın armağanları konusunda benimle konuşmasını yasakladım. O da, konuşmazsa çatlayacak. Ne olur, onunla konuşmak, onu dinlemek lütfunda bulunun. Bu, hayatınızda işlediğiniz en büyük sevap olacaktır.” Nitekim Adela, Mrs. Fairfax’i görür görmez hemen yanına çağırdı; onun kucağını boîte’ından çıkan porselenden, fildişinden, mumdan yapılma hazinelerle doldurdu. Bir yandan da, o yarım yamalak İngilizcesiyle açıklamalarda bulunuyor, coşkun sevincini belirtiyordu. Mr. Rochester, “Artık iyi bir ev sahibine düşen ödevimi yerine getirdim,” dedi. “Konuklarımı bir araya getirerek birbirlerini eğlendirmelerini sağladım. Şimdi de kendi keyfimi düşünmeye hak kazandım sayılır. Miss Eyre, sandalyenizi biraz daha öne çekin. Hâlâ çok gerilerdesiniz. Sizi görebilmem için şu koltuktaki yerimi değiştirmem gerek ki benim de buna hiç niyetim yok.” Denileni yaptım. Daha gölgede kalmayı yeğlerdim ya, Mr. Rochester’ın öyle bir doğrudan doğruya buyuruşu vardı ki, ona boyun eğmek pek doğalmış gibi geliyordu insana. Dediğim gibi, yemek salonundaydık. Yemek sırasında yakılan lamba odayı şenlikli bir aydınlığa boğmuştu; şöminedeki yüksek alevler dupduru, kıpkırmızı yanıyor, o şahane pencerelerdeki, pencerelerden daha şahane olan kemerdeki mor perdeler ağır kıvrımlarla yerlere iniyordu. Adela’nın alçak sesle konuşması dışında, (haddine mi düşmüş yüksek sesle konuşsun!) her şey sessizdi; kış yağmurunun camlara çarptığı duyuluyordu. Damasko kaplı koltukta kurulmuş oturan Mr. Rochester eski haline hiç benzemiyordu. Şimdi daha az sert görünüyordu; yüzü daha az asıktı. Dudaklarında bir gülümseyiş vardı, gözleri de parlıyordu. Bunda şarabın etkisi olup olmadığını bilemiyordum, ama olabilirdi. Kısacası, “akşamlık” hali üzerindeydi. Sabahki soğuk, donuk tavırlarından çok daha rahat, daha candan, kendini daha bir bırakmış. Ama her şeye karşın gene sert, gene haşindi, işte! O iri, haşmetli başını koltuğun kabarık arkasına yaslamış, ateşin ışığı o kayadan oyulma yüzüne, o iri koygun gözlerine vurmuş... Gerçekten de kocaman, koygun gözleri vardı; gizli anlamlı, güzel gözler. Derinliklerinde ara sıra bir değişim oluyordu ki bu pek bir yumuşama sayılmazsa bile gene de insanın aklına yumuşaklığı getiriyordu. Belki iki dakikadır o ateşi seyrediyor, ben de onu süzüyordum ki birden başını çevirdi, gözlerimi yüzünde yakaladı. “Beni inceliyorsunuz, Miss Eyre,” dedi. “Nasıl, yakışıklı buluyor musunuz beni?” Düşünecek zamanım olsaydı bu soruya daha alışılmış biçimde incelikli, terbiyeli, lastikli bir karşılık verirdim sanıyorum. Ne var ki, düşünmeye vakit kalmadan nasılsa ağzımdan kaçıverdi: “Hayır, efendim.” “Bak hele! Vay canına be! Ne tuhaf şeysiniz siz! Sizde bir nonnette 31 havası var. Kendi halinde hanım kızcağızlar gibi ağırbaşlı, ciddi, sade; ellerinizi kucağınızda devşiriyor, gözlerinizi yere dikip oturuyorsunuz (yani delip geçercesine insanın yüzüne bakmadığınız zamanlar). Sessiz sedasız, kendi dünyanızda. Ama birisi size soru sorduğu zaman ya da karşılık verilmesi gereken bir şey söylediği zaman, şıp diye konduruveriyorsunuz karşılığını. Apaçık, dobra dobra! Bu nasıl iş böyle?” “Efendim, düşünmeden konuştum. Özür dilerim. Diyecektim ki insanların görünüşleri konusunda ayaküstü fikir yürütmek kolay değildir. Beğeniler çok değişir; güzellik önemli değildir; bu yollu bir şeyler söylemem gerekirdi.” “Hiç de gerekmezdi işte! Güzellik önemli değilmiş! Küçükhanımın yediği naneye bak! İlk hareketini yumuşatmak, beni sözüm ona yatıştırmak adına bir iğne daha batırıyor bana. Hadi, hadi, söyleyin bakalım, neymiş bende bulduğunuz kusur? Elim, ayağım, ağzım, burnum yerinde değil mi?” “Mr. Rochester, ilk söylediğimi geri almama izin verin. Kasıtlı konuşmak istemedim. Sadece bir dil sürçmesi oldu.” “Olduysa cezasını çekin bakalım. Hadi, kötüleyin beni. Sözgelişi, alnım hoşunuza gitmiyor mu?” Alnının üzerine yan olarak düşen o kapkara saçlarını kaldırdı. Alnının, zekâ belirtisi olduğu söylenen genişliği, çıkıklığı yerindeydi. Ama sevgi, iyilik belirtisi olduğuna inanılan alın yüksekliği pek fazla değildi. “Söyleyin bakalım, hanımefendi, aptal mıymışım?” “Aptal olmaktan çok uzaksınız, efendim. Ama kusura bakmazsanız ben de size bir şey soracağım. İnsanları sever misiniz?” “Al sana! Sırtımı okşamak numarasıyla bir hançer daha. ‘Çocuklarla yaşlı hanımların sohbetinden hoşlanmıyorum,’ dedim diye! Yok, küçükhanım, öyle aman aman iyiliksever bir insan değilimdir ama vicdan sahibiyimdir.” Şakaklarındaki vicdan belirtisi olduğu söylenen çıkıntıları gösterdi. Gerçekten de bu çıkıntılar onda adamakıllı belirliydi, kafasının üst kısmına gözle görünür bir genişlik veriyordu. “Zaten bir zamanlar iyi yürekliydim, ilkel bir biçimde de olsa. Sizin yaşınızdayken duygulu bir insandım. Kimsesizlere, savunmasızlara, bahtsızlara kol kanat olayım isterdim. Ama sonra felekten yemediğim sille, tokat kalmadı; hatta, ‘Felek beni yumruklayarak yoğurdu,’ bile diyebilirim. Böylece, ben de şimdi sert, dayanıklı olmakla övünüyorum. Ama ne de olsa benliğimin özünde hâlâ yumuşak kalmış bir şey var. Sert kabuğumdaki birkaç çatlağın içinden de bu öz hâlâ dışarı vuruyor. Nasıl, benim için umut var mı dersiniz?” “Ne umudu, efendim?” diye sordum. “Sert kauçuktan yeniden ve kesin olarak yumuşak ete dönüşebilme umudu.” İçimden, “Gerçekten de şarabı çok kaçırmış galiba,” diye düşünüyor, bu tuhaf soruya nasıl karşılık vereceğimi bilemiyordum. Onun değişebilmek yeteneğinde olup olmadığını ben nereden bilebilirdim? “Çok şaşırmış gibi bir ifadeniz var Miss Eyre. Ben nasıl yakışıklı değilsem, siz de hiç güzel değilsiniz, ama bu şaşkın hal yaraşıyor size. Ayrıca işe de yarıyor; çünkü o keskin gözlerinizi yüzümde dolaştırmanıza engel olup bakışlarınızı halının üzerindeki çiçeklere saplıyor. Onun için, siz şaşırmaya devam edin! Bu gece içimden açıksözlü olmak, birileriyle konuşmak geliyor genç bayan.” Böyle diyerek yerinden kalktı, kolunu şöminenin mermerine dayayıp durdu. Bu duruşu yüzü gibi yapısını da açıkça ortaya vuruyordu. Göğsü o derece genişti ki bacakları kısa kalıyordu sanki. Kuşkusuz, birçokları onu çirkin bir adam sayardı. Yalnız, duruşunda öyle doğal bir gurur, davranışlarında öyle bir rahatlık, kendi dış görünüşüne karşı öyle bir umursamazlık, herhangi bir dış çirkinliği giderecek başka erdemleri, kudretleri olduğuna ilişkin öyle güvenli, adeta küstah bir inanç okunuyordu ki ona bakan, onunla birlikte olan insan da ister istemez onun bu umursamazlığını paylaşıyor, onun güvenciyle inancına ortak oluyordu. “Açıksözlü olmak, birileriyle konuşmak geliyor içimden bu gece. Sizi onun için çağırttım. Ateşle avizenin arkadaşlığı yetmedi bana. Kılavuz da yetmezdi; çünkü bunların hiçbirini konuşamaz. Adela bunlardan iyiyse de gene istenilen düzeyin çok aşağısında kalır. Mrs. Fairfax de öyle. Ama inanıyorum ki siz isterseniz bana uyabilirsiniz. Sizi buraya çağırttığım ilk gece beni şaşırtmıştınız. Ondan sonra sizi unutur gibi oldum. Başka işler sizi aklımdan sildi. Ama bu gece rahatıma bakmak niyetindeyim. Gerekli, ivedi işleri kafamdan silip yalnız hoşuma giden şeylerle vakit geçireceğim. Sizi konuşturmak, size ilişkin daha çok şey öğrenmek de hoşuma gidecek. Onun için, hadi bakalım, konuşun!” Konuşacağım yerde gülümsedim. Hem de pek öyle uysal, yumuşak bir gülüş değildi bu. “Konuşun!” diye üsteledi. “Ne hakkında, efendim?” “Ne isterseniz! Konuyu seçmeyi de, işlemeyi de size bırakıyorum.” Ben de oturduğum yerden, hiç sesimi çıkarmadım. “Benim salt konuşmak, gösteriş yapmak üzere bir şeyler söyleyeceğimi sanıyorsa, yanlış insan seçtiğini anlayacak,” diye düşünüyordum. “Susuyorsunuz, Miss Eyre.” Gene de susuyordum. Başını bana doğru eğdi, tek bir şimşek gibi bakışla gözlerimin derinlerine daldı, sanki. “İnat mı bu?” diye mırıldandı. “Hem de sinirlenmiş galiba. Ama pek doğal değil mi? İstediğimi gülünç, adeta küstah bir biçimde ortaya vurdum. Miss Eyre, özür dilerim sizden. İşin aslı şu ki... Bir çırpıda söyleyip kurtulayım. Size benden aşağıymışsınız gibi davranmak istemiyorum. Daha doğrusu, ancak sizden yaşça yirmi yıl, deneyim bakımından da yüz yıl büyük olduğum için kendimde bir üstünlük hakkı görüyorum. Bu da yasaldır. Adela olsa, “Et j’y tiens,” 32 derdi. Şimdi de işte yalnızca, tek bu üstünlüğüme, bu hakkıma sığınarak sizden rica ediyorum. Benimle biraz çene çalmak iyiliğinde bulunun. Hep bir noktaya çakılı kalmaktan çivi gibi paslanan, zehirlenen düşüncelerimi dağıtın biraz.” Bir açıklamada bulunmuş, adeta özür dilemişti benden. Bu alçakgönüllülüğünün değerini bilmez değildim. Bildiğimi de kendisinden gizlemeyecektim. “Elimden geldiği kadar sizi eğlendirmeye hazırım, efendim,” dedim. “Canıgönülden hazırım. Ama konuyu ben bulamam; çünkü sizi neyin ilgilendireceğini ben nerden bileyim? Siz bana sorular sorun, ben de karşılığını vereyim, elimden geldiğince.” “Peki öyleyse. Birincisi şu: Demin saydığım nedenler yüzünden size karşı biraz dediği dedik, biraz buyurgan, biraz hoyrat olmaya hakkım olduğunu kabul ediyor musunuz?.. Yani, sizin babanız olacak yaşta olduğum için? Kırk çeşit milletten bir sürü adamla çeşitli deneyimler edindiğim, dünyanın yarısını gezdiğim halde siz tek bir evde, hiç değişmeyen insanlar arasında, durgun bir yaşam sürmüş olduğunuz için.” “Siz nasıl isterseniz öyle olsun, efendim.” “Sorduğumun karşılığı değil bu. Daha doğrusu çok kaçamak olduğu için insanın sinirini oynatan bir karşılık! Daha açık konuşun.” “Salt benden daha büyük olduğunuz, benden çok yer gördüğünüz için bana buyurmaya, söz geçirmeye hakkınız olduğuna inanmıyorum, efendim. Üstünlük savınızda haklı olup olmayışınız, yaşınızdan, deneyimlerinizden yararlanabilme derecenize bağlıdır.” “Hımm!.. Kesin konuşuyor! Ama bu savı kabul edemem; çünkü ben yaşımdan da deneyimlerimden de pek az yararlanmış, daha doğrusu, bunları kötüye kullanmış bir insanım. Her neyse, üstünlük sorununu bir yana bırakalım. Ama her şeye karşın benim ara sıra size buyurganlık etmemi gücenmeden, kırılmadan, kızmadan kabul etmeniz gerekiyor. Razı oluyor musunuz?” Gülümsedim. “Mr. Rochester, gerçekten garip bir insan,” diye düşündüm. “Buyruğunun altına gireyim diye bana yılda tıkır tıkır 30 sterlin saydığını unutuyor.” O benim yüzümden uçup giden ifadeyi hemen yakalayarak, “Gülümsemek iyi, hoş,” dedi. “Ama sorduğuma da karşılık verin.” “Efendim, iş gördürmek için parayla tuttukları kimselerin buyruk alınca kırılıp gücenme olasılıklarını düşünmek zahmetine katlanacak pek az işveren vardır, diyordum içimden.” “Parayla tutulmuş kimseler ha! Demek siz benim parayla tutulmuş adamımsınız, öyle mi? Ha, öyle ya, maaş sorununu unutmuştum. Peki, böyle parasal açıdan olsun, size biraz despotluk etmeme izin var mı?” “Hayır, efendim, o açıdan değil. Ama bu durumu unuttuğunuz için, sizin elinize bakan birinin onuruna değer verdiğiniz için yürekten izin veriyorum despotluk etmenize.” “Bir sürü kuru, beylik, resmî lafları, lakırdıları söylemeden geçersem bunun terbiyesizlikten ileri gelmediğine inanabilecek misiniz?” “Doğallığı, candanlığı hiçbir zaman terbiyesizlik saymayacağımı sanıyorum, efendim. Bunlardan ilk ikisini (doğallığı, içtenliği) severim ben. Öbürüne ise, özgür doğmuş olan hiçbir yaratık baş eğmez, hatta bir maaş uğruna bile!” “Boş laf! Özgür doğanların çoğu bir maaş uğruna her şeye baş eğerler! Onun için siz kendi adınıza konuşun! Koyu cahil olduğunuz konularda fikir yürütmeye kalkışmayın. Yalnız bu sözünüzden ötürü (yanlış bir söz olmakla birlikte), kutlarım sizi. Sözün özü kadar söylenişini de kutlarım. Açık yürekli, candan bir ifadeniz vardı; böyle bir ifadeye insan pek az rastlıyor. Tersine insan ne zaman açık konuşsa sahtecilik, soğukluk buluyor ya da kalın kafalı, kötü niyetli kişiler insanın içtenliğini hemen yanlış anlıyor. Okuldan yeni çıkmış üç bin mürebbiye kızın arasında bana sizin deminki sözlerinizi söyleyebilecek üç tane bile bulunamazdı. Yok, yok, niyetim sizi pohpohlamak değil. Çoğunluktan ayrı bir kalıba dökülmüşseniz bu sizin hüneriniz değil ki! Doğa yapmış bu işi. Hem zaten ben galiba sonuç çıkarmakta çok acele ediyorum. Öyle ya, belki sizin de ötekilerden geri kalır yanınız yoktur; belki şu birkaç olumlu yönünüze karşılık çekilmez kusurlarınız vardır... Şu dakikada nereden bilebilirim?” İçimden, “Belki senin de çekilmez kusurların vardır,” diye geçirdim. Tam ben böyle düşünürken bakışlarımız karşılaştı. Aklımdan geçeni okudu sanki; düşüncemi sözle belirtmişim gibi karşılığını verdi: “Elbet, elbet haklısınız. Benim de bir dolu kusurum var. Biliyorum bunu... Hafifletmek niyetinde olmadığıma da inanın. Tanrı bilir, başkalarının kusurlarına karşı aşırı titiz davranmaya hiç hakkım yok. Geçmişimde öyle olaylar vardı ki, öyle davranışlar, öyle yaşantı... Düşününce komşumu hor göreceğim yerde kendi kendimi yerin dibine batırmak gerekir. Yirmi bir yaşındayken kötü yola saptım ben. Daha doğrusu, yanlış yöne itildim. Çünkü kötü iş yapan çoğu insan gibi ben de suçun yarısını şanssızlığa, ters rastlantılara yorarım. O gün bugündür henüz doğru yolu bulabilmiş de değilim. Oysa bambaşka bir insan olabilirdim ben. Sizin kadar iyi, lekesiz, çok daha olgun bir insan olabilirdim. Sizin gönül huzurunuza, rahat vicdanınıza, tertemiz anılarınıza öyle imreniyorum ki! Ah, küçük kız, lekesiz, saf anılar ne paha biçilmez bir hazine... Nasıl dupduru bir doyum kaynağıdır, öyle değil mi?” “Peki... Siz on sekiz yaşındayken anılarınız nasıldı, efendim?” “İyiydi o zaman... Duruydu, temizdi. Kirli akıntılar karışarak anılarımı bulanık, bataklık bir göle dönüştürmemişti daha. On sekizimdeyken sizin eşinizdim bu yönden... İyice eşit. Doğa beni iyi bir insan olayım diye yaratmış, Miss Eyre. Hem de oldukça iyi bir insan. Ama görüyorsunuz ya, pek de iyi bir insan değilim. ‘Görmüyorum,’ diyeceksiniz. Gözlerinizde böyle diyen bir bakış okuyorum. (Sırası gelmişken kulağınızı bükeyim: Gözlerinizdeki ifadeye dikkat edin; çünkü ben bakışların anlamını şıp diye kavrayıveririm.) Her neyse, kötü, hain bir insan da değilim. Kötülük konusunda sivrildiğimi sanmayın. Yalnızca bayağı, beylik bir günah kuluyum ben. İşi gücü olmayan, ciğeri beş para etmeyen bütün zenginlerin dünyadan pay alabilmek için denedikleri her türlü bayağı, zavallı sefahat çeşitlerinde kaşarlanmışım... Bütün bunları size itiraf edişime şaşıyor musunuz? Öyleyse şunu bilin ki gelecekte siz bütün dostlarınızın, isteseniz de, istemeseniz de sır ortağı olacaksınız. Sizin, kendi derdinizi dökmekten çok, dert dinlemeyi sevdiğinizi herkes sezecek. Sonra sizin onları kusur bulmak, işledikleri yanılgılarla alay etmek için değil de, içten gelme bir anlayışla, sevgiyle dinlediğinizi de sezecekler. Bu anlayış, sevgi, gösterişten uzak olduğu gibi son derece avutucu gelecek onlara.” “Nereden biliyorsunuz, bütün bunları nasıl kestirebiliyorsunuz efendim?” “Çok iyi biliyorum. Onun için de düşüncelerimi bir günceye yazar gibi rahatlıkla konuşabiliyorum sizin yanınızda... Bana, ‘Yaşam koşullarını, kötü rastlantıları yenmesini bilseydin,’ diyeceksiniz. Gerçekten de yenebilmeliydim, ama görüyorsunuz ki yenemedim. Feleğin sillesini yiyince serinkanlı kalabilecek kadar olgun davranamadım. Çaresizliğe kapıldım, sonra da yozlaştım. Öyle ki şimdi dangalak bir serseri çıkıp da ipe sapa gelmez, pis laflarla gönlümü bulandıracak olsa, ‘Ben onun gibi değilim,’ diye övünmek, kendimde üstünlük görmek artık elimde değil. Onunla bir düzeyde olduğumu itiraf etmek zorunda kalıyorum. Keşke daha azimli olabilseymişim! Tanrı bilir ne kadar pişman olduğumu! Şeytana uymak isterseniz, sonra çekeceğiniz vicdan azabından korkun, Miss Eyre. Vicdan azabı bir zehirdir.” “Pişmanlık getirip tövbe etmenin de bunun panzehiri olduğunu söylüyorlar, efendim.” “Ama değil. Belki yola gelmek, düzelmektir panzehir, ki ben de düzelebilirim. Buna yetecek kadar gücüm iradem de var. Ama bunları düşünmek neye yarar, insan benim gibi iki kolu bağlı, sırtı kambur, başı belalı olduktan sonra... Hem zaten gerçek mutluluk bana temelli haram olduğuna göre dünyanın keyfini çıkarmaya hakkım var sayılır. Çıkaracağım da zaten; ne pahasına olursa olsun.” “O zaman daha da yozlaşmış olacaksınız, efendim.” “Olabilir, ama belki de olmam; taze, saf bir doyum kaynağı bulabilirsem! İşte ben de bunu bulacağım... Arıların kırlardan topladığı bal kadar taze, tatlı, tertemiz bir mutluluk kaynağı.” “Ne olsa ağzınızı burar, efendim. Acı gelir size.” “Nereden biliyorsunuz? Hiç denediniz mi ki? Ne kadar ciddi, ne kadar ağırbaşlı bir haliniz var! Oysa bu konuda işte şu kadın başı biblo kadar cahilsiniz.” Ocağın üzerindeki bibloyu eline almıştı. “Bana vaaz vermeye hakkınız yok, toy küçükhanım,” dedi. “Daha yaşamın kapısından içeri girmemişsiniz, içerideki gizemlerden haberiniz bile yok!” “Ben size yalnız kendi sözlerinizi yineledim, efendim. Hata işlenince vicdan azabı çekildiğini, bunun da bir zehir olduğunu söylediniz ya.” “Peki, ama şimdi hata işlemekten söz eden kim? Bir an için aklımdan geçen şeyin bir hata olduğunu hiç sanmıyorum. Bence şeytan dürtmesi değil de gökten inme bir esin bu... İç açıcı, avutucu bir düşünce. Bunu çok iyi biliyorum. Şeytan değil bana bu düşünceyi veren; ya da şeytansa, melek kılığı giymiş. Gönlüme girmek isteyen konuk böylesi dilber olursa, kapıyı açmak gerek gibi geliyor bana.” “Güvenmeyin, efendim; gerçek bir melek değildir.” “Gene soruyorum: Nereden biliyorsunuz? Karanlıklardan gelen bir haberci ile ‘Sonsuz Işık’ın bir temsilcisini hangi içgüdüyle ayırt edebilirsiniz siz? Baştan çıkartanla doğru yolu göstereni nasıl ayrımlayabilirsiniz?” “Yüzünüzden bildim, efendim. Aklınıza gelen düşünceden söz ederken yüzünüz allak bullaktı. Buna kapılırsanız büsbütün mutsuz olacağınızdan korkarım.” “Hiç de değil! Dünyanın en tatlı, en dost düşüncesidir bu aklıma gelen. Zaten siz benim vicdanımın bekçisi olmadığınıza göre canınızı hiç üzmeyin benim için... Buyur, gel, güzel yolcum, gir içeri!” Bu son sözleri ancak kendisinin gördüğü bir hayalle konuşur gibi söylemişti. Sonra kollarını uzattı, bu gözle görülmeyen varlığı bağrına basar gibi yaptı. Gene bana dönerek, “İşte yolcuyu aldım içeri!” dedi. “Onun kılık değiştirmiş bir tanrı olduğuna inanıyorum. Daha şimdiden iyiliği dokundu bana. Şimdiye dek bir tür yangın yeri olan gönlüm bundan böyle bir tapınak olup çıkacak.” “Ne yalan söyleyeyim, sizi hiç anlayamıyorum şimdi. Ne karşılık vereceğimi bilemiyorum; çünkü ipin ucunu kaçırdım. Bildiğim tek bir şey var: Demin dilediğiniz kadar iyi bir insan olmadığınızı, buna acındığınızı söylediniz bana. Anlayabildiğim bir şey daha var: Acı anılarınızın dünyayı size zehir ettiğini ileri sürdünüz. Bana öyle geliyor ki çalışırsanız zamanla kendi gönlünüze göre bir iyi insan olabilirsiniz. Düşüncelerinizi davranışlarınızı düzeltmek için kesin karar verirseniz çok geçmeden yeni, tertemiz bir anılar dağarcığınız olur; bunları vicdan azabı duymaksızın rahatça anabilirsiniz.” “Haklı bir düşünce, doğru bir laf, Miss Eyre. Ben de şu dakikadan başlayarak var gücümle cehennemin yolunu döşemeye başlıyorum.” 33 “Efendim?” “Yani, taş kadar dayanıklı olduğuna inandığım iyi niyet temelleri atıyorum. Bundan sonra bambaşka dostluklar kuracağım, bambaşka işlerle uğraşacağım.” “Ve daha iyi öyle mi?” “Evet, daha iyi... Çok daha iyi. Bana inanmaz gibisiniz, ama ben kendi kendime inanıyorum. Amacımın ne olduğunu, buna niçin ulaşmak istediğimi biliyorum. Şu anda, hem ereğimin, hem de amaçlarımın doğru olduğuna dair bir yasa çıkarıyorum. Eski Medlerle Perslerinki kadar değişmez bir yasa.” “Ama olamaz, efendim. Mademki yasal kılmak için yeni yasa çıkartmak gerekiyor öyleyse ereğiniz, amaçlarınız doğru olamaz.” “Ama doğru onlar, Miss Eyre. Mutlaka yeni bir yasa gerektirmelerine karşın hepsi de doğru. Olağanüstü, alışılmadık durumlar için olağanüstü, alışılmadık kurallar gerekir.” “Tehlikeli bir ilkeye benziyor bu, efendim; çünkü insan bu ilkenin kötüye kullanılabileceğini hemen görüyor.” “Anlamlı konuşan bilge! Gerçekten öyledir, ama ben yeni çıkardığım yasayı kötüye kullanmayacağıma. Ev tanrılarımın üzerine yemin ediyorum.” “Ne de olsa insansınız, yanılabilirsiniz.” “Siz de öyle değil mi? Ne çıkar yani bundan?” “Sizin dediğiniz türden yasaları yaratmak kudreti ancak kusursuz olan Tanrı’ya emanet edilebilir. İnsan olan, yanılabileceğini bilen kişiler böyle bir kudreti benimsemeye yeltenmemelidirler; yani denenmemiş, yepyeni bir davranış için, ‘Doğrudur!’ deyip de sonra doğru saymaya hakları yoktur.” “Doğrudur! Tam istediğim sözcükler. Bilmiş gibi söylediniz.” “Doğru olur umarım,” diyerek ayağa kalktım. Beni tümüyle karanlıkta bırakan böyle bir tartışmayı sürdürmek yararsız geliyordu bana. Zaten karşımdaki adamın kişiliğine, hiç olmazsa şimdilik, akıl erdiremediğimin farkındaydım. Bu tür cahilliklerin verdiği belli belirsiz bir güvensizlik duygusuna da kapılmıştım. “Nereye gidiyorsunuz?” “Adela’yı yatırmaya. Uyku saati geçti.” “Benden korkuyorsunuz; çünkü sfenks gibi konuşuyorum.” “Bilmece gibi konuştuğunuz bir gerçek, efendim. Ne var ki, şaşalamakla birlikte hiç de korkmuyorum.” “Korkuyorsunuz işte. Bencilliğiniz pot kırmaktan korkuyor.” “Pot kırmaktan korktuğum doğrudur. Saçma sapan konuşmaya hiç niyetim yok.” “Saçma sapan konuşsanız bile bunu öyle ciddi, öyle ağırbaşlı yaparsınız ki ben de yanılır, sizin çok akıllıca laflar ettiğinizi sanırım. Kuzum, Miss Eyre, siz hiç gülmez misiniz? Karşılık vermek zahmetine katlanmayın: Güldüğünüzü pek seyrek görüyorum, ama sırasında pek de şen şatır gülmesini biliyorsunuz. İnanın bana, yaradılıştan asık yüzlü, donuk değilsiniz, nasıl ki ben de yaradılıştan hain, kötü değilim. Lowood’un baskısı, üzerinizde hâlâ az çok seziliyor. Yüzünüzü gülmezleştiriyor, sesinizi alçaltıyor, hareketlerinizi yavaşlatıyor. Ağabeyiniz, hatta babanız yerindeki bir erkeğin yanında aşırı neşeyle gülmekten, aşırı serbest konuşmaktan, aşırı rahat davranmaktan çekiniyorsunuz. Ama öyle sanıyorum ki zamanla benim yanımda rahat olmasını öğreneceksiniz; nasıl ki ben sizin yanınızda kurallara bağlı, resmî davranmasını başaramıyorsam. Zamanla sizin de ifadeniz, sözleriniz, davranışlarınız şimdi göze alamadığınız oranda canlı, çeşitli olacak. Zaman zaman bir kafesin sık demir parmaklıkları arasından bir garip kuş görür gibiyim: Canlı, huzursuz, kararlı, tutsak bir kuş var içeride. Bir özgür kalabilse hemen havalanacak! Hâlâ niyetiniz gitmek mi?” “Saat dokuzu vurdu, efendim.” “Boş verin, canım. Bekleyin bir dakika. Adela’nın uykusu yok daha. Böyle sırtım ateşe, yüzüm odaya dönük otururken gözlemcilik rahat oluyor. Sizinle konuşurken ben Adela’yı da izlemekten geri kalmadım. Onu merakla incelememin kendimce nedenleri var. Bunları bir gün size belki –hayır, mutlaka– söylerim. Her neyse, on dakika önce Adela sandığından küçük, pembe bir elbise çıkardı. Elbiseyi açarken yüzü, başı dönmüş gibi aydınlandı. Züppelik kanında var onun; kafasına, iliklerine kadar işlemiş. “Il faut que je l’essaie!” diye haykırdı, “et à l’instant même!” 34 Odadan dışarı fırladı. Şimdi Sophie ile birlikte elbisesini değiştirmekte. Birkaç dakika sonra içeriye girecek. O zaman göreceğim manzarayı şimdiden biliyorum. Bir zamanlar perde açılınca karşımda gördüğüm Céline Varens’ın küçük bir kopyası! Her neyse, şimdi içeri girecek, beni en yumuşak duygularımın en yumuşak yerinden vuracak. İçime doğuyor bu. Bekleyin bakalım... İçime doğan şey doğru çıkacak mı?” Çok geçmeden taşlıkta Adela’nın o küçücük ayaklarının sekerek koştuğu duyuldu. Çocuk, tıpkı vasisinin kestirmiş olduğu gibi bambaşka bir kılığa bürünmüş olarak içeri girdi. Biraz önce sırtında olan kahverengi elbise gitmiş, yerine gül rengi satenden bir elbise gelmişti. Bunun eteği pek kısa, olabildiği kadar da genişti. Kızın alnını goncalardan yapılma bir çelenk süslüyordu; ayaklarında ipek çoraplarla minicik, beyaz saten sandaletler vardı. Adela öne doğru ilerleyerek, “Est-ce que ma robe va bien? Et mes Download 1.77 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling