Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti
Samuel Richardson’ın romanı (1740). (Y.N.) 3
Download 1.77 Mb. Pdf ko'rish
|
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s
2. Samuel Richardson’ın romanı (1740). (Y.N.)
3. Henry Brook’un The Fool of Quality adlı kitabının John Wesley tarafından kısaltılmış baskısı (1781). (Y.N.) II Yukarı çıkıncaya kadar direndim. Bu, şimdiye kadar yapmadığım bir şeydi. Bessie ile Miss Abbot’un hakkımda zaten var olan kötü düşünceleri büsbütün pekişti. İşin gerçeği şu ki kendimi kaybetmiş durumdaydım. Ya da Fransızlar gibi, “Kendimin dışındaydım,” demek belki daha yerinde olur. Bir anlık bir başkaldırının beni daha ilk baştan en ağır cezalara uğratmış olduğunun farkındaydım. Başkaldıran bütün köleler gibi ben de, durum nasılsa umutsuz olduğu için çarpışmayı son kerteye kadar götürmeye kararlıydım. “Tut şunun kollarını, Miss Abbot. Kudurmuş kedilere benziyor!” Oda hizmetçisi, “Ayıp! Ayıp, Miss Eyre!” diye bağırıyordu. “İnsan hiç Küçükbey’e vurur mu? Velinimetinin oğlu! Efendin o senin!” “Efendim mi? Neden efendim oluyormuş? Hizmetçi miyim ben?” “Yo!.. Hizmetçiden daha bile aşağısın; çünkü geçimini sağlamak için çalıştığın da yok. Hadi bakalım, otur şuraya da işlediğin günahları düşün, taşın!” Şimdi beni Mrs. Reed’in söylediği odaya getirip bir iskemlenin üzerine oturtmuşlardı. O saat yay gibi yerimden fırlamaya kalkıştım. İki çift el beni hemencecik tuttu. Bessie, “Uslu uslu oturmazsan bağlarız ha!” dedi. “Miss Abbot, bana jartiyerini versene. Bu kız benimkini şıp diye koparır atar.” Miss Abbot o tombul bacağından adı geçen nesneyi çıkarmak üzere döndü. Onların beni böyle kıskıvrak bağlamaya hazırlanmaları, bunun da beni büsbütün küçük düşüreceğini bilmek heyecanımı biraz yatıştırmıştı. “Çıkarma onları!” diye bağırdım. “Uslu oturacağım.” Sözüme senet olarak da oturduğum iskemleye ellerimle sımsıkı yapıştım. Bessie, “Hele bir oturma da görürsün!” dedi. Gerçekten yatışmaya başladığım kanısına varınca da ellerini üzerimden çekti. Şimdi o da, Miss Abbot da kollarını kavuşturmuş, kuşku dolu, karanlık bakışlarla beni süzüyorlardı. Sanki aklımı oynattığıma kanaat getirmişlerdi. Sonunda Bessie oda hizmetçisine dönerek, “Şimdiye kadar hiç böyle bir şey yapmamıştı,” dedi. Bunun karşılığı, “Ama bu ondan umulurdu,” oldu. “Hanımefendiye kaç kere söyledim bu çocuk için düşüncelerimi... Hanımefendi de bana hak verdi. Saman altından su yürüten sinsinin biri. Bu yaşta bu kadar içinden pazarlıklı çocuk ben görmedim doğrusu.” Bessie buna karşılık vermedi ama çok geçmeden bana dönerek, “Miss Eyre, sen Mrs. Reed’e minnet borçlusun, bunu aklında tutman gerekir,” dedi. “Onun eline bakıyorsun. Bugün seni kapı dışarı etse yoksullar evini boylarsın.” Buna karşılık söyleyecek sözüm yoktu. Zaten bunu ilk kez de duyuyor değildim. Yaşamımın ilk anıları arasında bu tür dokundurmalar vardı. Bu “ele bakmak” takazası kulağımda anlamı belirsiz bir tekerleme olup çıkmıştı. Beni içimden yıkan, burnumun direğini sızlatan, gene de ancak yarım yamalak anlayabildiğim bir tekerleme. Miss Abbot da araya karışarak, “Hanımefendi senin kendi çocuklarıyla bir arada yetişmene izin veriyorsa yüreğinin iyiliğinden, yoksa kendini evin küçükhanımlarıyla, küçükbeyleriyle bir ayar tutman doğru olmaz...” dedi. “Onlar büyüyünce büyük servetlere konacaklar, seninse zırnığın olmayacak. Onun için bana da sana haddini bilmek, onları hoşnut etmeye çalışmak düşer.” Bessie hiç de haşin olmayan bir sesle, “Bu söylediklerimiz senin iyiliğin için,” diye ekledi. “Sen işe yarar, güler yüzlü, uslu bir çocuk olmaya çalışırsan belki burası senin evin olur. Ama cadalozluk eder, kaba davranırsan hanımefendi seni kesin kovar evinden.” Miss Abbot, “Zaten böyle çocukları önce Tanrı cezalandırır,” dedi. “Böyle kıyametleri kopardığı bir sırada bir de bakarsın Tanrı onun canını alıvermiş. O zaman ahretin hangi bölmesine gider acaba? Gel, Bessie, onu kendi haline bırakalım artık. İyi ki Tanrı bana onunki gibi bir taş yürek vermemiş. Miss Eyre, yalnız kaldığın zaman güzel dualar oku; çünkü pişmanlık getirip tövbe etmezsen belki Tanrı Baba bu bacadan aşağı kötü bir şeyin inip seni kaçırmasına göz yumar.” Dışarı çıkıp kapıyı kapadılar, kilitlediler. Kırmızı oda pek seyrek olarak kullanılan bir odaydı. “Hiç kullanılmayan” da diyebilirim. Ancak Gateshead Konağı’na bir konuk akını olup da her odadan yararlanmak gerektiği zaman açılırdı. Oysa burası malikânenin en geniş, en şahane odalarından biriydi. Ortada, oturaklı maun direkler üzerine kurulmuş, kızıl damasko perdeli karyola bir tapınak gibi duruyordu. Güneşlikleri hep inik duran iki büyük pencere de kızıl damasko perdelerin katları, kıvrımları arasında yarı yarıya gizlenmiş gibiydi. Halı kırmızıydı. Yatağın ayakucundaki masaya kızıl örtü örülmüştü. Duvarlar pembeye çalan tatlı, açık kahverengi; elbise dolabı, tuvalet masası, sandalyeler de hep koyu cilalı eski maundandı. Bütün bu koyu renklerin arasında, yatağa yığılmış duran yastıklarla kar gibi yatak örtüsü bembeyaz parlayarak gözü alıyordu. Önünde ayak dayayacak taburesiyle yatağın başucuna yerleştirilmiş olan, üzeri yastıklarla dolu beyaz koltuğu ben solgun bir tahta benzetirdim. Bu oda soğuktu; çünkü şöminesi seyrek yakılırdı. Sessizdi; çünkü çocuk odalarıyla mutfak bölümünden uzaktı. Az kullanılmasından doğan iç karartıcı bir havası da vardı. Buraya yalnızca cumartesiden cumartesiye, eşyanın üzerine bir hafta içinde sessizce birikmiş olan tozu silmek üzere orta hizmetçisi girerdi. Bir de kırk yılda bir, Mrs. Reed gelerek elbise dolabındaki gizli gözü açar, içindekileri gözden geçirirdi. Bu gözde çeşitli evrak, Mrs. Reed’in takı kutusu, ölmüş kocasının minyatür resmi duruyordu. İşte kırmızı odanın esrarı... Bütün şahaneliğine karşın onu boş ve ıssız bırakan büyünün aslı, bu son sözlerimde gizlidir. Mr. Reed öleli dokuz yıl oluyordu, son nefesini de işte bu odada vermişti. Yakınları onun ölüsünü bu odada ziyaret etmiş, tabutu gene bu odadan çıkmıştı. O gün bugündür de kasvetli bir kutsallık havası buraya fazla girilip çıkılmasını önlemişti. Bessie ile acı dilli Miss Abbot’un beni oturttukları yer, mermerli şöminenin yanında alçak bir puftu. Karyola önümde yükseliyordu. Sağımda tahtalarının cilası yer yer, hafifçe ışıldayan yüksek, koyu renk dolap dikiliyordu; solumda da o perdelere gömülü pencereler. İki pencere arasındaki kocaman bir ayna yatağın o bomboş şatafatını yansıtıyordu. Kapıyı üzerimden kilitleyip kilitlemediklerinden emin değildim. Yerimden kalkacak yüreği bulunca gidip baktım. Ne yazık ki evet! Hiçbir zindan bundan daha sıkı kilitlenmiş olamazdı. Geri dönerken aynanın önünden geçmek zorundaydım. Bakışlarım elimde olmadan büyülenmiş gibi, aynanın derinliklerinde gezindi. Bu hayal dolu boşlukta her şey olduğundan daha soğuk, daha karanlık görünüyordu. Çevredeki hareketsizliğin içinden korkunun pırıltılı gözleriyle, bembeyaz yüzüyle bana bakan o küçük, tuhaf şekil de gözüme gerçek bir hayalet gibi göründü. Onu Bessie’nin geceleyin anlattığı öykülerde, bozkırların kuytuluklarında, gecenin geç saatlerine kalmış yolcuların gözüne görünen o yarı peri, yarı şeytan ecinnilere benzettim. Dönüp gene iskemleme oturdum. Kör inançların verdiği korku içime düşmüştü, ama korkunun mutlak zafer saati gelmemişti henüz. Kanım hâlâ kaynıyor, başkaldırmış köle öfkesi acı bir güçle cesaretimi ayakta tutuyordu. Kafamdan da hızla akıp geçen anılar şu dakikadaki acıklı durumda yenilmemi önlüyordu. John Reed’in bütün o taş yürekli despotlukları, kız kardeşlerinin umursamazlığı, annelerinin bütün soğukluğu, hizmetçilerin bütün haksızlıkları, heyecanlı düşüncelerimin arasından, bulanık bir kuyunun dibindeki kara çamur gibi yüze çıkıp dalgalanıyordu. Neden?.. Neden hep bana acı çektiriyorlardı, hep bana yükleniyorlar, beni suçluyorlar, her dakika, hep cezaya çarptırıyorlardı? Bir yaptığımı bile beğendiremeyecek miydim onlara? Göze girmeye çalışmak neden hep boşunaydı? Dik kafalı, bencil Eliza saygı görüyor; şımarık, nispetçi, kaprisli, küstah, edepsiz Georgiana herkesten yüz buluyordu. Güzelliği o pembe yanakları, altın renkli bukleleriyle her bakanı büyüler, onun her suçunun bedelini öder gibiydi. John’u cezalandırmak şöyle dursun, davranışlarına gem vurmak bile kimsenin aklından geçmezdi. İstediği kadar güvercinlerin boğazını sıksın, civcivleri öldürsün, köpekleri koyun sürüsünün üzerine salsın, limonluktaki en bulunmaz meyveleri koparsın, en gözde çiçekleri yolsun! İstediği kadar annesine “karı” desin. Çok zaman annesinin (kendi tenine benzeyen) donuk esmer rengiyle alay eder, isteklerine açıkça karşı gelir, ipekli elbiselerini yırtıp paralardı bile. Gene de anasının “kuzu”suydu. Bana gelince, bir suç işleyeceğim diye ödüm kopar, bütün görevlerimi yerine getirmeye çalışırdım. Gene de adım haşarıya, yaramaza, ekşi suratlı sinsiye çıkmıştı. Hep bu lafları duyuyordum sabahtan öğleye, öğleden ta akşamlara değin. Düşerken başımı çarptığım yer hâlâ kanıyor, acıyordu; ama beni durup dururken haince dövdüğü için John’u azarlayan olmamıştı. Onun nedensiz hoyratlığından korunmak için kendimi savundum diye ben herkesten azar işitmiştim. Bu acı durumun kışkırtmasıyla, geçici de olsa yaşından ileri bir güçle işleyen kafam, “Haksızlık bu... Haksızlık!” diyordu. Aynı kışkırtmanın etkisiyle gerilen iradem bu dayanılmaz baskıdan kurtulmak için olmayacak çareler yaratıyordu. Evden kaçmak gibi ya da, bunu beceremezsem, bir daha hiçbir şey yiyip içmeyerek kendimi öldürmek gibi! O karanlık ikindi saatleri boyunca ruhum öylesine bunaldı ki! Kafam kargaşa içinde, bütün duygularım ayağa kalkmış, ama içimdeki bu savaş öyle koyu bir karanlık, öyle kör bir bilgisizlik içinde geçiyordu ki!.. Çünkü içimden hiç durmaksızın yükselen o soruya, “Neden acı çekiyorum?” sorusuna, hiç ama hiçbir karşılık bulamıyordum. Gelgelelim şimdi, aradaki şunca yılın ardından, bu yanıtı açıkça görebiliyorum. Gateshead Konağı’nda ben bir uyumsuzluk öğesiydim. Ev halkından kimseye benzemiyordum. Mrs. Reed’ le, onun çocuklarıyla, hizmetçileriyle aramda hiçbir ortak yön yoktu. Gerçi onlar beni sevmiyorlardı, ama aslı aranırsa benim de onları sevdiğim yoktu. Onların da böyle kendi aralarına karışmayan, ne yaradılış, ne yetenek, ne de eğilim yönünden kendilerine benzemeyen, aykırı, yabancı bir varlığı bağırlarına basmaları beklenemezdi elbet. Onlara göre, ben işe yaramaz nesnenin biriydim. Onlara göre bir yararı olmayan, zevk vermeyen, hareketleri karşısında dikleşen, düşüncelerini küçümseyen, tatsız bir varlık!.. Biliyordum ki, güler, söyler, kaygısız, şımarık, tatlı dilli, oyuncu çocuğun biri olsaydım –gene kimsesiz, parasız bile olsam– varlığım Mrs. Reed’e o kadar ağır gelmeyecekti. Çocukları beni kendilerine daha yakın bularak benimseyeceklerdi, hizmetçiler de çocuk odasında işlenen her suçu bana yüklemeyi alışkanlık edinmeyeceklerdi. Gün ışığı kırmızı odadan çekilmeye başlamıştı. Saat dördü geçmiş, bulutlu gün yerini iç karartıcı bir alacakaranlığa bırakmaktaydı. Yağmurun hâlâ durup dinlenmeksizin pencerelere vurduğunu, rüzgârın arkadaki ağaçların arasında uluyup durduğunu duyabiliyordum. Gitgide her yanım buz kesildi, o zaman cesaretim de elden gitti. Sönen öfkenin küllenen korları üzerine her zamanki ezik, kuşkulu, kimsesiz, üzüntülü duygularım ıslak ıslak düşmeye başladı. Hepsi de bana günahkâr diyorlardı. Gerçekte günahkâr olmayayım sakın? Daha demin kendimi aç bırakarak öldürmeyi tasarlamış değil miydim? Bu düşünce gerçekten günahtı. Ölsem bile Cennet’e gidebilecek durumda mıydım sanki? Sonra Gateshead Kilisesi’nin mahzenindeki kabir pek mi özenilecek bir yuvaydı? Mr. Reed’in o kuytu yerde yattığını söylüyorlardı. Böylece aklıma gelen Mr. Reed’i gitgide artan müthiş bir korkuyla düşünmeye başladım. Onu anımsayamamakla birlikte öz dayım –annemin ağabeysi– olduğunu, beni anasız, babasız bir yavru olarak kaldığım zaman evine aldığını, son saatinde karısından, beni kendi çocuklarıyla bir tutup yetiştireceğine dair söz aldığını biliyordum. Mrs. Reed herhalde bu sözünde durduğu kanısındaydı, kendine göre durmuş da sayılırdı. Ama kendi kanından olmayan, kocasının ölümünden sonra aralarında hiçbir bağ kalmayan bir yabancıyı gerçekten sevmesine olanak var mıydı? Zorla verdiği bir söz yüzünden kendini, sevmediği fazlalık bir çocuğa analık etme durumunda bulmak, kimseye sokulmayan bir yabancıyı her an kendi ailesinin arasında görmek ona kim bilir nasıl angarya gibi gelmişti! Birden aklıma çok garip bir şey geldi. Mr. Reed sağ olsaydı bana iyi bakardı, şefkat gösterirdi. Bundan hiç, ama hiç kuşkum yoktu. Şu anda oturduğum yerden o beyaz yatağa, gölgeli karanlık duvarlara bakarken, ara sıra gözlerimi, elimde olmaksızın, o donuk donuk ışıldayan aynaya çevirirken, bir şeyler anımsamaya başladım. Son istekleri yerine getirilmediği için huzura kavuşamayan ölülerin, haksızlığa uğrayan yakınlarının öcünü almak; haksızlık yapanı cezalandırmak için yeryüzüne döndüklerini işitmiştim. Sakın Mr. Reed’in, kız kardeşinin çocuğuna karşı işlenen kötülükler yüzünden azap içinde olan ruhu şu anda yerini (ister kilise mahzeninde olsun, ister ölülerin gittiği o bilinmez ülkede) bırakarak şu odada gözlerimin önünde belirivermesin? Aşırı bir üzüntü belirtisi gösterirsem beni avutmaya kalkışan doğa dışı bir ses duyulacak ya da karanlıklar içinde beliren bir heyula garip bir acımayla bana doğru eğilecek diye korkumdan gözyaşlarımı sildim, hıçkırıklarımı bastırdım. Düşünülünce avutucu gibi gelen böyle bir şeyin gerçekleşirse dehşet verici olacağını biliyordum. Bütün gücümle bu düşünceyi kafamdan savmaya çalıştım. Sakin ve cesur olmaya çabaladım. Saçlarımı gözlerimden iterek başımı kaldırdım, cüretle çevreme, karanlık odaya bakındım. İşte tam bu sırada duvarda bir ışık kıpırdandı. Acaba panjurların arasından içeri sızan ay ışığı mıydı? Hayır, hayır... Ay ışığı durağandır. Oysa bu, kıpırdıyordu. Gözlerimin önünde tavana doğru kaydı, tepemde titremeye başladı. Bu ışığın çimlikten geçen birinin elindeki fenerden içeri sızmış olacağını şimdi kestirebiliyorum. Ama o anda dehşet verici olaylara kendimi hazırlamış, heyecandan bitkin durumdayken bu süzülen ışığı başka dünyalardan gelen bir hayalin habercisi sandım. Yüreğim sökülürcesine çarpmaya başladı, kan başıma çıktı. Kulaklarıma bir uğultudur doldu ki bu bana kanat çırpışı gibi geldi. Yanımda bir şeylerin varlığını seziyordum. Üzerimde bir ağırlık vardı, soluk almakta güçlük çekmeye başlamıştım. Sonunda dayanamaz oldum, kapıya doğru atılarak tokmağı çılgınca sarsmaya başladım. Dış koridorlardan koşuşan ayak sesleri yaklaştı. Anahtar kilitte döndü; Besi ile Miss Abbot içeri girdiler. Bessie, “Hasta mısın, Miss Eyre?” diye sordu. Abbot, “Bu ne korkunç gürültü!” diye söylendi. “Kulaklarımın zarı patladı nerdeyse!” “Alın beni buradan! Alın götürün!” diye haykırıyordum. Bessie, “Neden? Bir yanını falan mı incittin?” diye sordu. “Yoksa bir şeyler mi gördün?” “Bir ışık gördüm. Hortlak gelecek sandım.” Bessie’nin ellerini sımsıkı tutmuştum. O da elini çekemedi. Abbot’sa burun kıvırarak, “Mahsus bağırmıştır bu kız,” dedi. “Hem de ne çığlıktı o! Çok kötü bir ağrısı, sancısı olsaydı belki hoş görürdük, ama salt bizi buraya getirmek için yaptı. Ben bilmez miyim bu yaramazın numaralarını!” Bir başka ses buyurganlıkla, “Neler oluyor burada?” diye sordu. Mrs. Reed, başlığının bağları çözük, etekleri hışırdayarak koridordan yaklaştı. “Abbot... Bessie, yanılmıyorsam Jane Eyre’i kırmızı odaya kapayın diye emir verdim size. Ben kendim gelinceye kadar da yanına kimse girmesin, dedim.” Bessie, “Çok kötü çığlık attı da, hanımcığım,” diye özür diledi. Hanımı yalnızca, “Bırak onu,” diye yanıtladı. “Bessie’ nin elini bıraksana, çocuk! Bu hilelerle buradan kurtulacağını hiç sanma. Dalavereden nefret ederim ben... Hele çocuklarda! Bu tür oyunların işe yaramayacağını sana göstermek boynumun borcudur. Şimdi bu odada bir saat kalacaksın. O zaman da ancak çok uslu duracağına, söz dinleyeceğine yemin etmek koşuluyla bırakacağım seni buradan.” “Yenge, lütfen acıyın bana! Acıyın bana! Bağışlayın beni! Dayanamıyorum! Başka bir ceza verin! Ölürüm sonra...” “Sus bakayım! Bu ağlayıp sızlamalar çok iğrenç!” Ona gerçekten öyle geliyordu besbelli. Ben onun gözünde büyümüş de küçülmüş numaracının biriydim. Kişiliğimin cadalozluktan, hınzırlıktan, ikiyüzlülükten oluştuğuna gerçekten inanıyordu. Bessie’yle Abbot çekilip gitmişlerdi. Benim gitgide daha çılgınlaşan hıçkırıklarımdan bıkıp usanan Mrs. Reed başkaca konuşmadan beni içeri itti, kapıyı üzerimden kilitledi. Onun eteklerini hışırdatarak hızla uzaklaştığını duydum. Çok geçmeden ayak sesleri duyulmaz oldu. Ben de bir tür kriz geçirmiş olsam gerek: Bayılmışım. III Bundan sonra ilk ayrımladığım şu oldu: Müthiş korkulu bir düş görmüşüm gibi bir duyguyla uyandım ve karşımda, üzeri kalın kara çubuklarla çizgili, korkunç bir kızıl pırıltı gördüm. Sesler de geliyordu kulağıma... Esen rüzgâr ya da akan su sesine karışarak boğuklaşmışa benzeyen kof konuşmalar. Heyecan, kuşku, her şeyi saran bir dehşet duygusu kafamı karmakarışık ediyordu. Çok geçmeden birinin bana dokunduğunu duydum. Birisi bana sarılmış, doğrulup oturtmuştu. Şimdiye kadar kimsenin beni bu kadar sevgiyle tutup kucakladığını anımsamıyordum. Başımı bir şeye yasladım. Birinin kolu muydu, yoksa bir yastık mıydı bilmem. Ama, içim rahatlamıştı. Beş dakika kadar sonra üzerimdeki şaşkınlık bulutu sıyrılmaya başladı. Kendi yatağımda bulunduğumu, karşımdaki kızıl aydınlığın çocuk odasındaki şöminede yanan ateş olduğunu algıladım. Vakit geceydi; masanın üzerinde bir şamdan yanmaktaydı. Bessie, elinde bir leğen, yatağın ayakucunda duruyordu; başucumdaki sandalyeye oturmuş olan bir bey de üzerime doğru eğilmişti. Odada bir yabancı, Gateshead Konağı’ndan, Mrs. Reed’in akrabalarından olmayan biri bulunduğunu anlayınca içime sözle anlatılmaz bir ferahlama doldu. Beni biri kanadının altına almış da koruyormuş gibi içimi yatıştıran bir inanç. Gerçi Bessie’nin varlığı bana, örneğin Abbot’unkinden daha az batıyordu ama, gene de şimdi ona sırtımı çevirdim, başucumdaki beyin yüzünü süzdüm. Tanımıştım onu. Eczacı Mr. Lloyd. Arada, hizmetçiler hastalanınca Mrs. Reed onu çağırırdı. Kendisi ve çocukları hastalandığı zamansa doktor getirirdi. Mr. Lloyd, “E, kimim ben, bil bakalım!” dedi. Adını söyledim, aynı zamanda ona elimi de verdim. Gülümseyerek elimi tuttu. “İyileşiyoruz demektir,” dedi. Sonra beni gene yatırdı, Bessie’ye dönerek o gece hiç rahatsız edilmemem için sıkılamalarda da bulunup ertesi gün gene geleceğini söyleyerek oradan ayrıldı. Pek tasalandım buna. Orada, başucumda oturduğu sürece kendimi öyle güvende, öyle sahipli hissetmiştim ki! Onun dışarı çıkıp da kapıyı arkasından kapadığını görünce oda da, içim de gene kararmış gibi oldu, yüreğim anlatılmaz bir üzüntünün ağırlığıyla ezildi. Bessie oldukça sevecen bir sesle, “Uykun var mı, Miss Eyre?” diye sordu. Karşılık vermeyi göze alamadım; çünkü yanlış bir şey söylerim de sert bir söz işitirim diye korkuyordum. “Uyumaya çalışırım,” dedim. “Bir şeyler içmek ister misin? Yoksa karnın aç mı?” “Yok, Bessie, eksik olma, istemem.” “Öyleyse ben gidip yatayım; çünkü saat on ikiyi geçti. Geceleyin bir istediğin falan olursa hemen beni çağır.” Bu ne harika bir yakınlıktı! Bundan yüreklenerek, “Bessie, neyim var benim? Hasta mıyım?” diye sordum. “Kırmızı odada ağlamaktan hasta düşmüş olacaksın. Ama, korkma, çabucak iyileşirsin.” Bessie çocuk odasına yakın olan hizmetçiler bölümüne gitti. “Sarah, gel de seninle çocuk odasında yatalım,” dediğini duydum. “Bu gece bu zavallı çocukla yalnız kalmaktan ödüm kopuyor: Neme gerek, belki ölüverir falan. Öyle nöbet geçirmesi pek garip doğrusu. Acaba bir şeyler mi gördü orada? Hanım da biraz fazla sert davrandı doğrusu.” Sarah da onunla gitti. Yattılar. Uykuya dalmadan önce yarım saat fiskos ettiler. Ara sıra sözleri kulağıma çalınıyordu, bundan da onların konuştuğu ana konuyu açıkça çıkarıyordum. “Yanından bir şey geçmiş... Tepeden tırnağa beyazlar içinde... Sonra gözden yitmiş.” “Arkasında da kocaman bir kara köpek...” “Odanın kapısına hızlı hızlı üç kez vurulmuş.” “Kilise avlusunda, onun mezarının tam üstünde bir ışık...” Sonunda ikisi de uyuyakaldılar. Ateş de, şamdan da söndü. Bense o gecenin uzun saatlerini tüyler ürpertici bir uyanıklık içinde geçirdim. Kulaklarım, gözlerim, kafam korkunun etkisiyle tetikteydi... Ancak çocukların bilebileceği bir korku. Bu kırmızı oda olayından sonra uzun süren ya da şiddetli bir hastalık falan olmadı. Yalnızca sinirlerim sarsıntı geçirmişti ki bunun titreşimlerini bugüne dek duyumsarım. Evet, Mrs. Reed; senin yüzünden az işkence çekmedim ben. Gene de seni bağışlamam gerekir. Çünkü ne yaptığını bilmiyordun. Yüreğimi parça parça ettiğin halde salt benim kötü huylarımı düzelttiğini sanıyordum. Ertesi gün öğleüzeri kalkıp giyinmiş, omzuma bir şal almış, çocuk odasındaki şöminenin başında oturmaktaydım. Vücutça güçsüz, kırık dökük buluyordum kendimi. Ama, en büyük yakıntım sözle anlatılmaz bir ruh perişanlığıydı. Gözlerimden durup durup sessiz yaşlar boşanmasına yol açan bir çöküntü. Yanağımdaki tuzlu damlalardan daha birini silmeden öbürü yuvarlanıyordu. Oysa mutlu olmam gerekirdi; çünkü Reed ailesinden hiç kimse yoktu ortalıkta. Çocuklarıyla anneleri arabaya binip gezmeye gitmişlerdi. Abbot başka bir odada dikişle uğraşıyordu. Çevrede dolaşarak oyuncakları kaldıran, çekmeceleri düzelten Bessie’yse ara sıra bana pek alışık olmadığım bir sevgiyle bir şeyler söylüyordu. Durmadan azarlanmaya, başımın etinin yenmesine alışık olduğum için bu durumun bence bir cennet huzuru sayılması gerekirdi. Gelgelelim, sinirlerim öylesine hırpalanmıştı ki artık hiçbir huzurun beni yatıştırmasına, hiçbir şeyin bana mutluluk vermesine olanak yok gibiydi. Bessie mutfağa inerek parlak renkli bir çini tabak üzerinde bana meyveli çörek getirmişti. Bu tabağın üzerinde gül goncalarıyla kahkahaçiçekleri arasına konmuş duran cennetkuşu resmi eskiden beri beni hayran bırakırdı. Kaç kez bu tabağı elime alıp da resme yakından bakabilmek için yalvarmıştım ama, bu ayrıcalığa hiçbir zaman layık görülmemiştim. İşte, bu değerli tabak şimdi benim elime verildi, üzerindeki nefis yuvarlak çöreği yemem için de ricada bulunuldu. Boşa giden bir lütuf! Uzun zaman özlemle beklenilen çoğu lütuf gibi... Çok geç kalmıştı. Çörek boğazımdan geçmiyordu, cennet kuşunun tüyleriyle çiçeklerin renkleri de tuhaf bir şekilde soluk görünüyordu gözüme. Tabağı elimden bıraktım. Bessie kitaba bakmak isteyip istemediğimi sordu. “Kitap” sözü hemencecik canlandırır gibi oldu beni; kitaplıktan Download 1.77 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling