Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti


Download 1.77 Mb.
Pdf ko'rish
bet9/36
Sana25.02.2023
Hajmi1.77 Mb.
#1229882
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   36
Bog'liq
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s

ma chère Mlle. Jeannette”
18
tembihine bir öpücükle karşılık verdim, sonra
yola düzüldüm.
Yerler tamtakır donuk, hava hiç kımıltısız, yolum bomboştu.
Isınıncaya kadar hızlı hızlı yürüdüm, sonra adımlarımı ağırlaştırdım.
Günün bu saatinde, böyle tek başıma yürümekten duyduğum zevki
içime sindirmek istiyordum. Saat üçtü... Ben kulenin dibinden geçerken
çan saat başını vurdu. Bu saatin güzelliği yaklaşan akşamda, ufka
yaklaşmış; solgunlaşmış olan güneşin ışıklarındaydı. Şimdi
Thornfield’den bir buçuk kilometre kadar uzaklaşmış, bir kır yoluna
sapmıştım. Bu yol yazın yabangülleriyle, güzün fındıklarıyla,
böğürtlenleriyle ünlüydü. Şimdi bile güllerin yapraksız tomurcukları
mercan gibi ışıldıyordu, ama kışın bu yolun başlıca güzelliği büsbütün
tenha oluşunda, çıplak dalların altında, tam bir dinginlik içinde
uzanışındaydı. Rüzgâr esse bile buradan duyulmazdı; çünkü çevrede
çırılçıplak dalları, yolun ortasına döşenmiş olan yıpranmış beyaz taşlar
kadar durağandı. Bu keçiyolunun iki yanında, göz alabildiğine, yalnız
bomboş tarlalar uzanıyor, ara sıra çalıların arasında kıpırdaşan küçücük,
kahverengi kuşlar dökülmesini unutmuş tek tük kuru yaprakları
andırıyordu.
Bu yol Hay’e kadar hep yokuş yukarı tırmanıyordu. Yarı yola
gelince tarla kıyısındaki bir çit kapısının üzerine oturdum. Pelerinime
iyice bürünüp ellerimi de manşonuma sokunca havadaki keskin,
dondurucu ayazı hiç duymaz oldum. Yolun üzerini kaplayan ince buz
tabakası soğuğun şiddetini gösteriyordu. Oturduğum yerden, şimdi
aşağılarda kalmış olan Thornfield’i görebiliyordum. Gri duvarlı, surlu,
hisarlı konak aşağıdaki vadinin en göze batan yeri, sanki merkeziydi.
Koruları, kuşlukları batıya doğru uzanıyordu. Güneş ağaçların arasına
sarktı, sonra dalların ardında kıpkızıl, dupduru battı. Batıncaya kadar
bekledim, sonra doğudan yana döndüm.
Doğudaki tepenin üzerinden şimdi ay çıkıyordu. Henüz bir bulut
çizgisi gibi solgundu, ama her an biraz daha parlaklaşıyordu. Hay
koyunu seyreder gibiydi. Köyceğizin ağaçların arasına gömülü duran
bacalarından gökyüzüne mavimtırak dumanlar yükseliyordu. Henüz bir
buçuk kilometre vardı aramızda, gene de akşamın mutlak sessizliğinde
köyün hafif yaşam kımıltılarını işitebiliyordum. Kulağıma su çağıltıları
da geliyordu... Hangi vadilerden, hangi çay yataklarından?
Bilemiyordum, ama Hay köyünün gerisinde birçok tepe vardı, bunların


aralarındaki vadileri iplik gibi işleyen birçok dere olsa gerekti. Akşam
sessizliği içinde en yakındakiler kadar en uzaktaki suların da şırıltısı
duyulabiliyordu.
Birden, haşin bir ses bu nazlı, bu incecik şıpırtılarla fısıltıları
bastırdı. Hem çok uzaktan gelen hem de açıkça duyulan kesin, sürekli
bir patırtıyla bir madensel şakırtı. Bir at geliyordu. Yolun kıvrımları onu
henüz gözden gizlemekle birlikte gitgide yaklaşmaktaydı. Ben çit
kapısından inip yoluma gitmek niyetindeydim, ama yol o kadar dardı ki
yerimde kaldım, atın gelip geçmesini bekledim. Pek gençtim o günlerde,
hayalim de pek güçlüydü. Çocukluk masallarından kalma, kimi renkli
kimi karanlık birçok anı kafamı doldururdu. Bu anıların kimileri
uyandıkları zaman çocuklukta bulunmayan bir canlılık ve açıklık
kazanırlardı. Şimdi de gitgide yaklaşan nal seslerini dinler,
alacakaranlıkta atın görünmesini beklerken, aklıma Bessie’nin anlattığı
birtakım masallar geliyordu. Bu masallarda İngiltere’nin kuzey
bölgesinde yaşayan Gytrash
19
diye bir ifritten söz edilirdi. Bu ifrit bir at,
katır ya da kocaman bir köpek biçimde ıssız yollarda kol gezer, kimi
zaman gecikmiş yolcuların karşısına çıkarmış. Nasıl ki bu at da şimdi
benim karşıma çıkmak üzereydi!
İyice yaklaşmış olmakla birlikte henüz görünmemişti. Derken nal
şakırtılarından başka bir çalı hışırtısı duydum... Fındık ağaçlarının
dibinden koskoca bir köpek çıkageldi. Karalı beyazlı rengiyle ağaçların
arasında hemen göze çarpıyordu. Bessie’nin Gytrash’ının girdiği
kalıplardan birine tıpatıp uygundu. Uzun tüyleriyle, kocaman kafasıyla,
aslan gibi bir yaratık. Neyse ki yanımdan hiç sesini çıkarmadan, başını
bile kaldırmadan geçti, gitti. Oysa ben onun tuhaf, doğa dışı gözlerle
yüzüme bakacağından korkmuştum!
Köpeğin peşinden de at göründü... Sırtında binicisiyle, iri bir
küheylan. Bu binici, bu insan, büyüyü o saat bozdu; çünkü Gytrash’ın
üzerine kimse binemezdi. Hep yalnız gezerdi o. Yok, yok, Gytrash falan
değil, Millcote’a kestirmeden giden bir yolcuydu bu. Önümden geçti
gitti. Ben de öbür yana doğru yoluma gittim. Birkaç adım gitmiştim ki
ayak kaymasını andıran bir hışırtı, “Tanrı belasını versin! Ne halt etmeli
şimdi?” diye bir bağırış duyarak döndüm: At da, binicisi de yere
yığılmışlardı. Taşları cilalayan buz tabakasının üzerinde kaymışlardı
besbelli. Önden ilerlemiş olan köpek şimdi yaylanan adımlarla koşarak
geldi, efendisiyle atı yerde görünce loş tepeleri çınlatarak havlamaya


başladı. Sesi de boyuna bosuna uygun olarak kalın, gürdü. Atla biniciyi,
çevrelerinde dolaşarak, kokladı, sonra koşarak benim yanıma geldi.
Elinden tek gelen buydu; çünkü görünürde benden başka imdat
isteyecek kimse yoktu. Onun çağrısına boyun eğerek yolcuya doğru
yürüdüm. O şimdi kendini atının altından kurtarmaya çabalamaktaydı.
Çabaları güçlü olduğu için pek fazla incinmediğini kestirdim; gene de,
“Yaralı mısınız, efendim?” diye sordum.
Galiba sövüyordu ama bundan pek emin değildim. Bir şeyler
mırıldandığı için sorduğumu doğrudan yanıtlamadı.
Ben gene, “Bir şey yapabilir miyim?” diye sordum.
Adam, “Şöyle bir yana çekilin,” diyerek önce diz üstü doğruldu,
sonra ayağa kalktı.
Ben de yana çekildim. Bundan sonra atı ayağa kaldırmak için bir
asılma, çekelemedir başladı ki bunun yanı sıra yükselen patırtılarla,
şakırtılarla birlikte kişnemeler, havlamalar da beni epey öteye
uzaklaştırdı. Gene de oradan ayrılmadım. Sonunda at ayağa kaldırıldı,
köpek de, “Sus, Kılavuz!” diye bir buyrukla susturuldu. Yolcu eğilerek
bacağıyla ayağını, sağlam olup olmadıklarını anlamak ister gibi yokladı.
Pek sağlam bulmamış olsa gerek ki topallayarak, biraz önce benim
oturduğum çit kapısına doğru yürüdü, oturdu.
İçimden galiba ille bir işe yaramak geliyordu (belki de işgüzarlık!).
Gene adamın yanına yaklaştım.
“Yaralıysanız, yardıma ihtiyacınız varsa ya Thornfield’den ya da
Hay’den yardım getirebilirim efendim.”
“Eksik olmayın. Yardımsız da gidebilirim. Kırık çıkık falan yok,
yalnızca ayağım burkulmuş, sanıyorum.”
Yolcu gene ayağa kalkıp yürümeye çalıştı, ama böyle yapmasıyla,
elinde olmadan, “Ah!” diye inlemesi bir oldu.
Ortalık hâlâ biraz aydınlıktı, ay da gitgide parlamakta olduğu için
onu açıkça görebiliyordum. Kürk yakalı, çelik kopçalı bir binici
pelerinine bürünmüştü. Ayrıntılarını görememekle birlikte, onun orta
boylu, geniş omuzlu olduğunu seçmiştim. Sert çizgili, çıkık alınlı, esmer
bir yüzü vardı. Çatık kaşları, gözleri o anda öfkeli bir çaresizlik
püskürmekteydi. İlk gençliğini geride bırakmışsa da orta yaşa
varmamıştı henüz, otuz beş yaşlarında gösteriyordu. Ondan
korkmuyordum; yalnız, yabancı olduğu için, çekiniyordum,
utanıyordum biraz. Masal kahramanlarına benzeyen yakışıklı bir genç


olsaydı böyle karşısına geçerek, bana yüz vermediği halde sorular
sormaya, istemediği halde yardım önermeye dünyada cesaret
edemezdim. Ömrümde yakışıklı bir genç erkekle ne görüşmüşlüğüm, ne
de konuşmuşluğum vardı. Uzaktan uzağa, güzellik, zariflik, naziklik,
çekicilik gibi niteliklere karşı ezbere bir hayranlık duyuyordum, ama
bunları bir erkekte toplanmış olarak karşımda görsem, benim ruhuma
hiçbir yönden tanıdık olmadıklarını içgüdümle sezer, onlardan
kaçınırdım. Ateşten, yıldırımdan, yani parlak olmakla birlikte cana
yakın olmayan şeylerden kaçar gibi kaçınırdım. Hatta bu yolcu bana
güler yüzle, tatlı dille karşılık vermiş olsa, yardım önerimi süslü
teşekkürlerle geri çevirmiş olsa, gene yoluma gider, önerilerimi
yinelemek gereğini duymazdım, ama onun asık suratlı, kabalığa kaçan
tutumları bana rahatlık veriyordu. Elini sallayarak gitmemi işaret ettiği
zaman bile hiç yerimden kımıldamadım.
“Bu geç saatte, bu ıssız yerde sizi bırakıp gitmem olası değil,
efendim. Atınıza binebilecek durumda olduğunuzu görmek istiyorum.”
O zaman adam bana baktı. Ondan önce doğru dürüst bakmamıştı
bile.
“Bana kalırsa sizin de evinizde olmanız gerekir bu saatte, buralarda
bir yerde oturuyorsanız,” dedi. “Nerede sizin eviniz?”
“Aşağıdaki vadide, uzak değil. Zaten ay ışığında gece geç vakit yalnız
dolaşmaktan korkmam ben. Gerekirse size yardım çağırmak için seve
seve koşarım Hay köyüne. Zaten oraya gidiyorum, postaneye mektup
vereceğim.”
“Aşağıdaki vadide mi oturuyorsunuz? Yani şu kuleli, mazgallı evde
mi?”
Adam, Thornfield’i gösteriyordu. Ay şimdi konağın üzerine
bembeyaz, buzlu bir aydınlık serpmekteydi. Batı ufkunun kızıllığı
yanında, koca bir gölgeler yığınını andıran koruluğun önünde konak,
solgun, apaçık göze çarpıyordu.
“Evet, efendim,” dedim.
“Kimin evi bu?”
“Mr. Rochester’ın.”
“Mr. Rochester’ı tanıyor musunuz siz?”
“Hayır, kendisini hiç görmedim.”
“Burada oturmuyor demek?”
“Oturmuyor.”


“Nerede olduğundan haberiniz var mı?”
“Yok.”
“Konakta hizmetçi falan değilsiniz, elbet. Olsa olsa...” Adam
duralayarak bakışlarını giysilerimde dolaştırdı. Her zamanki gibi sade
giyinmiştim: Siyah yün pelerin, siyah kürk şapka. Adam benim ne
olabileceğimi bilemez gibiydi.
Yardımına koşarak, “Mürebbiyeyim,” dedim.
“Ha, mürebbiye! Tüh be, unutmuşum! Mürebbiye demek!” Adam
kılık kıyafetimi gene şöyle bir süzdü. Bir-iki dakika sonra da çitten
kalktı; ama ayağının üstüne bastığı zaman yüzü can acısıyla buruştu.
“Sizi yardım istemeye gönderemem; ama zahmet olmazsa siz
kendiniz bana bir yardımda bulunabilirsiniz,” dedi.
“Elbette, efendim.”
“Baston gibi kullanılabilecek bir şemsiyeniz falan yok, değil mi?”
“Yok.”
“Öyleyse, lütfen atımın yularından tutup buraya getirmeye çalışın.
Korkmazsınız ya?”
Tek başıma olsam bir atın yanına sokulmaktan korkardım; ama
bana söylenen şeyleri yapmayı da severdim. Manşonumu çitin üzerine
bırakarak koca küheylana yaklaştım. Yularını tutmaya çalıştım. Huysuz
bir hayvandı, yaklaştırmadı beni. Durmadan girişimler yapıyordum,
ama boşuna! Hayvanın yeri eşeleyen ön ayaklarından da ödüm
kopuyordu. Yolcu bir süre durup bizi seyretti, sonra güldü:
“Görüyorum, dağ Muhammed’e gitmeyecek,” dedi. “Onun için, tek
yapabileceğimiz şey Muhammed’in dağa gitmesine yardım etmek.
Buraya gelmenizi rica edeceğim.”
Gittim.
“Kusuruma bakmayın,” dedi. “İhtiyaç yüzünden, sizden yararlanmak
zorundayım.” Elini, bütün ağırlığıyla omzuma koydu, bana adamakıllı
dayanarak, topallaya topallaya atına doğru yürüdü. Yuları tutar tutmaz
hayvana egemen oldu, sıçrayarak eyere çıktı. Bu arada yükünü burkulan
ayağına vermek zorunda kaldığı için yüzü acıdan buruşmuş, dişleri alt
dudağına geçmişti. Eyere oturunca, “Şimdi de bana kırbacımı veriverin,
lütfen,” dedi. “Orada, çalıların altında duruyor.”
Kırbacı arayıp buldum.
“Teşekkürler. Şimdi artık koşup o mektubu postalayın, sonra da
elinizden geldiğince çabuk, evinize dönün.”


Üzengisiyle şöyle bir dokununca at irkilip geriledi, sonra dörtnala
ileri atıldı. Köpek de onun peşinden koştu, üçü birden gözden
kayboldular...
Yabanda esen çılgın yellerde
Savruluşu gibi fundaların...
20
Manşonumu bıraktığım yerden alarak kendi yoluma gittim. Ufak
bir olay geçmiş, sonra da kapanıp sona ermişti. Ne önemli, ne romantik,
ne de ilginç olmayan bir olaydı bu. Gene de, tekdüze geçen hayatımın
tek bir saatine değişiklik getirmişti. Biri benim yardımımı gereksinmiş,
yardımımı istemişti; ben de yardım etmiştim ona. Bir işe yarayabildiğim
için seviniyordum. Yaptığım iş her ne kadar ufak, geçici de olsa bir
hareket, “canlı” bir işti; ben ise “cansız” yaşamaktan bunalmış
durumdaydım. Gördüğüm yeni yüz de anılarımın galerisine asılmış yeni
bir tablo gibiydi; orada asılı olan öteki tabloların hepsinden başkaydı:
Bir kez, tam bir erkek yüzü olduğu için; ikincisi, esmer, güçlü ve sert
olduğu için.
Hay köyüne gidip de mektubu postaya atarken bu yüzü görür
gibiydim. Dönüşte, yokuş aşağı eve doğru hızlı hızlı yürürken yolcunun
yüzü hep gözlerimin önündeydi. O çit kapısına gelince bir an durdum,
dört bir yanıma bakınarak, kulak kabarttım: Olur a, belki gene yolun
taşları bir atın nal sesleriyle çınlar, pelerine bürünmüş bir yolcuyla
Gytrash’ı andıran bir köpek, gene önüme çıkardı. Ama bu kez yalnızca
çalılarla çitleri, aya doğru dümdüz, kıpırtısız yükselen söğüt ağaçlarını
görebiliyordum. Thornfield’in çevresindeki korulukta durup durup
dolaşan rüzgârın hışırtısı hafiften hafife kulağıma geliyordu. Konaktan
yana bakınca ön pencerelerin birinde ışık gördüm. Bu, geç kaldığımı
ansıttı bana; aceleyle yürüdüm.
Yeniden içeri girmeyi hiç canım istemedi. Konağın eşiğinden girmek
demek durgun yaşantıma dönmek demekti. O sessiz taşlıktan geçmek,
loş merdiveni tırmanıp yalnız odama çıkmak, sonra da o sakin,
serinkanlı Mrs. Fairfax’in yanına gitmek, onunla, yalnızca onunla baş
başa kalmak demek, yürüyüş sırasında kapıldığım hafif heyecanı bütün
bütün söndürmek demekti. Yaşam alanı arayan duygularımın, zekâmın
üzerine, hiç değişmeyen, durağan bir yaşayışın zincirlerini vurmak
demekti. Bu öyle bir yaşayıştı ki aslında bir ayrıcalık olan rahatının,


güvenliğinin bile değerini bilemez olmaya başlamıştım; çünkü canım
sıkılıyordu. Tam o sırada beni alsalar da yarını belirsiz, zor bir yaşamın
içine atıverseler yeriydi, doğrusu. O anda bana batan rahat, çetin
savaşımlar arasında, kim bilir nasıl burnumda tüterdi! Evet! Çok rahat
bir koltukta oturmaktan usanmış bir adamın çıkıp kötü havada çok
uzun yol yürümesi kadar zararlı bir şey olurdu bu. Ama o durumda o
adamın yerinden kalkıp hareket etmek istemesi ne kadar doğalsa benim
bir değişiklik özlemem de aynı derece doğaldı.
Sokak kapısında oyalandım, çimenlikte oyalandım, evin önündeki
taşlıkta bir aşağı, bir yukarı dolaştım biraz. Camlı kapıların kapakları
örtülmüştü, içerisini göremiyordum. Gözlerim bu karanlık, sıkıcı evden
kaçarak önümde uçsuz bucaksız uzanan gökyüzüne doğru çevrildi.
Üzerinde bir bulut lekesi bile bulunmayan uçsuz bucaksız bir koyu
mavilik... Tepelerin üstünde yükselen ay sanki aşağısını seyrediyor,
sonra gökyüzünün doruğunu hedef alıyordu... Sonsuz derinliklerin,
ölçülmez uzaklıkların kapkaranlığıyla ışıldayan bir doruk... Ayın
çevresinde titreşen yıldızlara gelince, benim yüreğim de titriyordu
onlarla birlikte. Onlara baktıkça damarlarımdaki kan ateş kesiliyordu.
En ufak şeyler düşlerimizi dağıtmaya yarar. İçerideki sofada saatin
vurması bana yetti. Ayın, yıldızların yanından dönerek yan kapılardan
birini açtım, içeri girdim.
Sofa karanlıktı, ama merdivenlerin dibine doğru pespembe bir
aydınlık vurmuştu ki bu, o kocaman yemek salonunun açık duran çift
kanatlı kapısından taşmaktaydı. Şöminede gür bir ateş yanıyor,
mermerlerle pirinç korkuluklara, mor perdelerle cilalı eşyalara son
derece tatlı bir aydınlık serpiyordu. Bu aydınlıkta ateşin başında birkaç
kişinin oturduğu da görülmekteydi. Yalnız bunların kim olduğunu
seçemedim. Neşeyle birbirlerine karışan sesler geldi kulağıma. Bunların
arasında Adela’nın sesini ayırt eder gibi oldum yalnızca. Sonra kapı
kapandı.
Hemen Mrs. Fairfax’in odasına koştum. Orada da ateş yanıyordu,
ama ortalıkta ne bir şamdan vardı, ne de Mrs. Fairfax. Odadaki tek
varlık, halının üzerinde dimdik oturmuş, ciddi ciddi şöminedeki ateşi
seyreden uzun tüylü, kocaman, siyah beyaz bir köpekti. Tıpkı kır
yolundaki Gytrash’a benziyordu. Öylesine bir benzeyiş ki, “Kılavuz!”
diyerek ona doğru yaklaştım. Bu yaratık yerinden kalkıp geldi, beni
şöyle bir kokladı. Başını okşadım. O da kocaman kuyruğunu salladı.


Ama ne de olsa, onunla yalnız kalmak biraz ürkütüyordu beni. Buraya
nasıl olup da geldiğini bilemiyordum. Çıngırağı çaldım. Bir şamdan
istemek, bu ziyaretçi konusunda hesap sormak istiyordum. Leah içeri
girdi.
“Kimin köpeği bu?” diye sordum.
“Beyefendi’yle birlikte geldi.”
“Kiminle?”
“Beyefendi’yle. Yani Mr. Rochester. Biraz önce geldi de.”
“Öyle mi? Mrs. Fairfax onun yanında demek?”
“Evet. Adela da orada. Yemek odasındalar. John da hekim çağırmaya
gitti. Bey kaza geçirmiş. Atı düşünce kendisinin de ayak bileği incinmiş.”
“Hay yolunda mı düşmüş atı?”
“Evet. Yokuş aşağı gelirken buzda ayağı kaymış.”
“Öyle mi? Bana bir mum getirir misin, Leah?”
Leah, mumu getirdi. Onun arkasından Mrs. Fairfax de içeri girdi,
haberi yineledi. Dr. Carter’ın da geldiğini, şimdi Mr. Rochester’ın
yanında olduğunu söyledi. Sonra, çay hazırlanmasını söylemek için
telaşla gene dışarı çıktı. Ben de soyunmak üzere kendi odama gittim.

Download 1.77 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   36




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling