Orhan pamuk


Download 1.5 Mb.
Pdf ko'rish
bet76/79
Sana28.12.2022
Hajmi1.5 Mb.
#1012237
1   ...   71   72   73   74   75   76   77   78   79
Bog'liq
Cevdet Bey ve Ogullari ( PDFDrive )

31 
UYANIŞ? 
Gene Beyoğlu'nda, o sefil meyhanede, insanların ve uğultunun 
içinde, önünde bir kadeh rakı ve küçük tabak beyaz leblebiyle 
oturuyor, birazdan randevuevine, sonra sinemaya, iki yıl sonra 
da ölüme gideceğini düşünüyordu; çünkü koca kış geçmişti, 
mayıs gelmişti, ama bütün hayatını bağladığı şiir kitabı ciddiye 
alınacak hiçbir yankı yapmadan unutulup gitmişti. "Tıpkı ok­
yanusa atılmış bir taş gibi!" diye düşündü Muhittin ve bu dü­
şüncede de şairliğinin izlerini bularak öfkelendi. Kendi hayatının 
da iki yıl sonra okyanusa atılan taş gibi hiçbir yerde yankılan­
madan, hiçbir şeyi değiştirmeden unutulacağını aklından geçirdi. 
Sonra, başkalarında hiç olmadığına karar verdiği, bu gencecikken 
-unutulma ve yok olma düşüncesini cesaretle göğüslemesindeıv 
lam kendine bir kahramanlık payı çıkarıyordu ki, karşısındaki 
masaların birinden bir ihtiyarcığın, hayır, kırkbeş elli yaşlarında 
bir adamcağızın kendisine dikkatle ve dostlukla bir daha ve uzun 
uzun baktığını görerek meraklandı. 
İlk anda adam Muhittin'de bir ihtiyar izlenimi uyandırmıştı, 
çünkü yüzünde ihtiyarlara özgü, görmüş geçirmiş o hoşgörülü 
gülümseyiş vardı. Şimdi ama, başka türlü bakıyor sanki, "Ben seni 
biliyorum. Seni çok iyi tanıyor, ruhunu okşuyor ve senin için 
üzülüyorum!" diyordu. Böyle kararlı, kesin ve derine inen bir 
bakış Muhittin'in az rastladığı rahatsız edici bir şeydi. Üstelik şimdi, 
üçüncü keredir ki kendi üzerinde rahat rahat geziniyor, orada 
olup olmadığını yokluyormuş gibi dönüp dolaşıp gene kendisini 
buluyordu. Muhittin bu sefer adama, bu meyhanede takındığı 
o sert, düşmanca yüzle baktı, ama onda gerrero ilk gördüğü yu­
muşak ve hoşgörülü gülümseyişi görünce kendisi de gülümsedi. 
Bunun üzerine adam ayağa kalktı, sanki ince ve uzun gövdesinin 
ne kadar hafif, ne kadar genç olduğunu göstermek istiyormuş 
gibi, tüy gibi farkedilmcz birkaç adımla gelip karşısına oturuverdi. 
Sonra hoşgörülü gülümseyiş yerini ağırbaşlılığa bıraktı. 
"Siz Muhillin Nişancısınız, değil mi?" dedi adam. "Sizi ta­
nıyorum!.." 
295 


Muhittin acele ve telâşla ceplerini karıştırır gibi bilincini 
yokladı, ama karşısındaki yüz hiçbir çağrışım yapmadan rakının 
gevşettiği görüntüler arasında kayıp gitti. 
"Tanıyamadınız tabii," dedi adam. "Siz beni tanımıyorsunuz, 
ama ben sizi tanıyorum, çünkü babanızı biliyorum. Sizi de Halit 
Yaşar Yaymevi'nde görmüştüm bir kere. Siz dışarı çıkıyordunuz. 
Yayımcı Halit Yaşar sonra sizden sözetti. Kitabınızdan bir tane 
bana verdi. Evet, kitabınızı okudum. Ama kendimi tanıtmadım: 
Mahir Asaf. Ya da Mahir Altaylı..." Alçakgönüllü bir tavırla elini 
uzattı. 
"Çok memnun oldum!" dedi Muhittin. Adamın sert ve büyük 
elini sıktı. 
"Rahmetli babanızı tanıdığımı söylemiştim," dedi adam. 
"Yedinci ordudan tanıyorum. Filistin'de beraberdik. Nişancı 
soyadını almaya hakkınız var!" 
"Belki de Nişancıoğlu olmalıydı!" dedi Muhittin. Küçük, eski, 
saçma bir sıkıntıyı hatırlamış, laf olsun diye söylemişti. 
"Ne farkeder? Burada önemli olan, sizin bir Türk askerinin 
oğlu olmanız ve bunun farkında olmanız... Evet, anlıyorum ne 
düşündüğünüzü!" Yüzünü buruşturarak elini meyhanenin içinde 
gezdirdi. "Böyle bir yere kaç yıldır ilk defa geliyorum ben 
Muhittin Bey, kaç yıldır ilk defa! Gördüklerim, şu insanlar beni 
çok üzdü. Anlatacağım, ama sizi sıkmıyorum ya?" 
Muhittin ister istemez: "Rica ederim," dedi. Canı sıkılmaya 
başlamıştı bile. Sıkı bir ahlakçıyla, bir öğretmenle karşılaşmaya 
hazırlanıyormuş gibi hırçınlaşmıştı. Ama gene de, adamın 
sözlerinde insanı meraklandıran, çeken bir şey vardı. Üstelik 
şiir kitabını okuyan ikiyüzelli kişiden biriydi bu. 
"İzninizle, o zaman şuradaki bir arkadaşıma haber bırakayım!" 
dedi Mahir Altaylı. Kalkıp az önce oturduğu masaya gitti. Orada 
birine birşeyler söyledi. Döndü, geldi, oturdu: "Beni neredeyse 
zorla getirdiler buraya!" dedi. "Okuldan çıkmış eve gidiyordum. 
Sağlığım askerliğe elvermiyor. Ordudan ayrıldım. Kasımpaşa 
Lisesi'nde edebiyat öğretmeniyim! Siz de mühendissiniz değil 
mi?" Gene o her şeyi bilen, insanın içinden neler geçtiğini okuyan 
bakışla gülümsedi. 
Muhittin: "Evet mühendisim!" dedi. Sonra "Acaba benim 
296 


hakkımda başka ne biliyor?" diye düşündü ve şiir kitabının 
arkasında mühendis olduğunun yazıldığını hatırladı. 
"Evet, buradaki insanları görünce üzüldüm. Sakın beni yobaz 
sanmayın: İçki de içlim gençliğimde... Ama buradaki bu ruhsuz, 
inançsız havayı görmek bir Türk olarak üzdü beni!" 
"Bir Türk olarak!" diye düşündü Muhittin. Birşeyler sezer 
gibi oldu, şaşırdı, içinden buradan kalkıp kırmızı lambalı odaya 
girmek, kendi kendine kalmak geldi. 
"Sonra sizi gördüm burada, tanıdım! İşte dedim kendi kendime, 
çelik gibi, cıva gibi bir delikanlı, ama mutsuz. Gülün canım, 
istiyorsanız gülün, kendinizi tutmayın. Mutsuzsunuz, ama değil 
mi?" 
Muhittin, adamın kendinden emin haline sinirlendiği için 
"Hayır!" diyecekti, demedi; sustu. 
"Evet, biliyordum mutsuzsunuz!" diyerek gülümsedi Mahir 
Altaylı. Sonra bu sözlerin üzerine gülümsemenin yanlışlığını 
-farketmiş gibi ağırbaşlı, hüzünlü bir surat takındı. Ağlamaklı 
bir sesle: "Peki neden gencecik bir insan, neden böyle olsun?" 
diye inledi, ama pek de gülünç bir hali yoktu. 
Muhittin birden endişelendi. Burada ahlakçı öğretmen sesiyle 
bu adamın konuşmasına izin verirse, kendisine olan güveninden 
çok şey kaybedeceğini düşündü. Birisiyle buluşacağını, ya da 
başka bir yalanı söyleyip bu meyhaneden çıkmak istedi, ama 
nedenini iyi kavrayamadığı bir uyuşukluk ve merak onu ha­
reketten alıkoydu. 
"Şiirlerinizi okudum. Şiirlerinizi okuyup, orada kitapçıda 
gördüğüm yüzünüzü hatırlayınca mutsuz biri olduğunuzu 
anladım. Yetenekli ve mutsuz bir şair... İyi şiir yazmak için ilk 
bakışta her şey var gibi galiba sizde, ama bir şey eksik! O da bir 
ülkü! Hayatınızda bir ülkü yok!" 
Muhittin, "Ülkü?" diye düşündü. Bu kelimenin kendisine 
ne hatırlattığını araştırdı: "Ziya Gökalp... Bazı eski Türkçü şiirler... 
Ortaokula giden halasının oğlunun okuma kitapları... İkiyüz­
lülüklerini gizleyemeyecek kadar aptal bazı yazarların gazete­
lerdeki makaleleri... Gülünç şeyler..." 
"Siz hiç, bir Türk olduğunuzu düşündünüz mü?" dedi Mahir 
Altaylı. / 
297 


Muhittin gülümsedi. Sonra birden ilk defa adama saygısızlık 
ettiğini düşündü. Onun gönlünü alacak bir cevap aradı, bulamadı. 
Biraz düşündü sonra: "Ben bir kadeh daha içeceğim!" dedi. 
Garsona seslendi. Onun her gelişinde, bir tabak leblebiyle, 
bir kadeh rakı içmesine alışkın olan garson bu ikinci kadehi 
şaşkınlık ve olgunlukla karşıladı. 
"Siz hiç, bir Türk olduğunuzu düşündünüz mü?" diye yeniden 
sordu adam. Bu sefer, "Senin hakkında vereceğim yargı şimdi 
söyleyeceğin söze bağlı! Söyleyeceğin söze göre, demin yaptığım 
gibi seni övebîtîrim de, küçümseyebilirim de!" diye düşünü­
yormuş gibi dikkatli, ağırbaşlı bir tavır takınmıştı. 
Muhittin'in içinden hem şu öğretmenin burnunu sürtecek, 
canını sıkacak bir cevap vermek, hem de onun öfkelenip masadan 
kalkmasına yol açmayacak birşeyler söylemek geliyor, ama 
ağzından hiçbir şey dökülmüyordu. Sonunda: "Düşündüm, ama 
bundan ne çıkar ki!" diye söylendi. 
Mahir Altaylı üzgün, ama bağışlayıcı: "Böyle düşüneceğinizi 
biliyordum!" dedi. Üzerine biraz önceki o çok görmüş, hoşgörülü 
ihtiyar hali gelmişti. "Ama mutsuzluğunuzun Hn sebebi budur: 
Bunu, bir Türk olduğunuzu üzerinde durarak hiç düşünmü­
yorsunuz. Oysa bir Türksünüz siz, babanızı biliyorum. Bu çok 
önemli bir şey. Sarılmanız gereken ülkü işte burada!" İşaret 
parmağını masanın üzerindeki bir noktaya bastırmıştı. 
Muhittin, adamın etli işaret parmağının dokunduğu noktaya 
baktı. Sonra başını kaldırıp karşısındaki babacan, hoşgörülü, 
gülünç yüzü inceledi ve adama kızamayacağını, olsa olsa onu 
küçümseyeceğini anladı. Ama bu küçümseyiş de durup dururken 
masasından kalkıp yanına gelen, şiirlerini okumuş olan, gülünç 
olmak pahasına birşeyler söylemeye çalışan bu adamcağıza 
duyduğu yakınlığın yanında önemsiz gözüktü: "Anladım, bir 
Turancı bu!" diye düşünüyor, Turancılıkla, milliyetçilikle ilgili 
yargıları, bu konudaki küçümseyici, alaycı düşünceleriyle şimdi 
adama duyar gibi olduğu yakınlık arasında gidip geliyordu. 
"İşte, burada oturuyor, mutsuz bir hayat sürüyor, içkiyle 
kendinizi zehirliyorsunuz!" eliyordu Mahir Altaylı. "Çünkü bir 
ülkü yok hayatınızda. Neye bağlısınız hayatta? Dine mi? Hayır! 
Ailenize mi? Hayır! Mühendisliğe mi? Hayır!" Her seferinde 
298 


bir parmağını bükerek soruyor, her seferinde Muhittin'in boş 
bakışlarını görerek cevabı kendi veriyordu: "Bir kıza mı? Hayır! 
Zevke eğlenceye mi? Hayır! Bazı yaşıtlarınız gibi inkılâplara 
mı? O da hayır! Peki şiire mi? Evet buna hayır demiyorsunuz, 
ama ötekiler olmadan şiirin ne değeri kalır ki? Ötekileri belki 
küçümsemekte haklısınız... Ama bir şey var. Bir şey. Bir Türk-
sünüz siz!" Parmağını gene masanın üzerine, aynı noktaya 
bastırdı. 
Muhittin gene, etli ve tombul parmağına baktı. Sonra, "Peki 
benden ne istiyor?" diye düşündü. "Herhalde benim doğru yola 
gelmemi, onun inançlarını benimsememi istiyor... Beni bu 
meyhanede gördü, biraz acıdı, yanıma geldi. Demek başkalarına 
acınacak biri olarak gözüküyorum!" 
"Bir Türk olmak! Bunu düşünün. Bir Türk olarak, bütün 
Türklerin ortak ülküsü için savaşarak toplumun içinde erimek. 
Toplumun, öteki bütün ırkdaşlarımızın arasına katılmak, onların 
hep birlikte mutlu olmaları için kendimizi unutmak... Sizin 
inandığınız tek şey şiir ve kendiniz. Şiir diye beğendiğiniz şeyler 
de, kitabınızdan anladım, orada Avrupalılar tarafından yazılan 
çirkin şeyler... Baudelaire değil mi? Çürümüş, esrarkeş bir 
Fransız! Oysa siz bir Türksünüz. Fransızlar Hatay'da ırkdaş­
larımıza neler yapıyorlar biliyor musunuz?" Birden heyecanlandı, 
öfkeyle neredeyse bağırarak söylendi: "Fransızlar Hatay'da 
ırkdaşlarımızın canına okuyor, siz Fransız şairlerine özenerek 
yeteneğinizi boşa harcıyorsunuz. Ah, Türk milleti! Ah, milletim 
ne zaman uyanacaksın?" 
Muhittin birden endişelendi. Az önce düşüncelerine katıl­
madığı adama söylemeye hazırlanıyordu, ama şimdi bunu kolay 
yapamazdı. Adamın hoşuna gideceğini düşünerek utangaç ve 
suçlu bir tavır takındı. İçinden adamı yatıştıracak birşeyler 
söylemek geliyor, ama alay etmekten, ya da böyle bir izlenim 
uyandırmaktan korkuyordu. 
İkinci rakı kadehini bitirirken: "Evet siz galiba haklısınız. 
Benim durumum hoş değil. Ama ne yapayım, başka türlü ola­
mıyorum!" diye mırıldandı. 
Mahir Altaylı bir cevap vermedi. Az önceki sözlerinin heye­
canını yatıştırmaya çalışıyordu galiba. Bir sessizlik başladı. 
299 



.300 
Muhittin: "Onun bir inancı var. Ne kadar saçma ve yanlış olursa 
olsun, böyle bir inancı olan insana çirkin gözükmeye mahkûmum 
ben!" diye düşündü. Sonra, ama bu inanç ve adamın öfkesi ona 
o kadar saçma ve boş gözüktü ki, öfkelendi: "Niye bu kadar 
heyecanlanıyor?" diye düşündü. "Bu kadar heyecanlanacak ne 
var?" Hatay'da olup bitenleri aklından geçirdi. Gazetelerde 
okumuştu: Bir seçim yapılacaktı, seçimden önceki sayım sırasında 
olaylar çıkıyor, yazılanlar doğruysa oradaki Türklere eziyet 
ediliyordu. "Peki bundan bana ne?" diye mırıldandı, ama bu 
düşünceyi ve kendini bayağı buldu. Randevuevini, kırmızı 
ampulü, kadını düşündü. Sonra bir zamanlar böyle şeylere verdiği 
değer, kendi yalnızlığını ve hayatını yüceltişini, mutsuzluğunu 
büyük bir oyun yapışı; bütün bunlar yüzeysel ve çirkin gözüktü. 
Birden bir gazetede okuduklarını hatırladı: 
"Bazı yerlerde tüyler ürpertici olaylar oluyormuş!" diye mı­
rıldandı. 
"Evet, Fransızlar bir Türk kahvesine ateş açmışlar, bonra bir 
Türk jandarmasını öldürmüşler. Beyrut'tan kamyonlarla Ermeni 
getiriyorlarmış..." Mahir Altaylı bu sefer çok heyecanlanmamıştı: 
"Birşeyler yapmak lâzım!" diye söylendi. "İki yıl önceki gibi 
İstanbul'da birşeyler yapılabilir..." 
Muhittin hatırladı; iki yıl önce gene bu Hatay davasıyla ilgili 
büyük bir yürüyüş olmuştu. Öğrenciler ve kalabalık Beyazıt'tan 
Taksim'e yürümüş, bazı yerlerde, polisle çatışır gibi olmuşlardı. 
"Hükümet böyle bir şeye izin verir mi?" dedi. Sonra garsondan 
bir kadeh rakı daha istedi. 
"Hah, hükümete kalırsak!" diye dudak büktü Türkçü öğ­
retmen. "Onlar bu meseleyi Fransızlarla anlaşarak çözmek is­
liyorlar... Düşmanlarımızla masaya oturacaklar... Barışçı çözüm... 
Buna inanmak ya aptallıktır ya da ihanet!" Gösterişli bir tavırla 
söylemişti bunları. Sonra fısıldar gibi ekledi: "O da Mersin'e gitti. 
Ama hiçbir'şey yapacakları yok. Size bunları rahatlıkla söylü­
yorum, ama başkalarına kolay söylemem!" 
Muhittin gösterilen güveni gülünç buldu. Sonra, "Bütün bunlar 
beni niye ilgilendirsin?" diye düşündü. "Mesela bütün Türklerin 
bir bayrak altında toplanması niye beni heyecanlandırsın?" 
İçinden dürüst ve açık olmak, içtenliğine biraz yakınlık duyduğu 


adama bütün düşüncelerini dökmek geldi. "Ben, ama böyle 
şeylere inanmıyorum ki!" dedi. "Bütün Türkler birlikte olsun 
bunun ne önemi var? Ben Turancılığı, ırkçılığı ve milliyetçiliği 
doğru bulmuyorum." 
"Siz kim oluyorsunuz da bunları söylüyorsunuz!" diye birden 
bağırdı adam. "Siz kim oluyorsunuz da Türkçülüğü küçüm-
süyorsunuz..." 
Muhittin şaşırdı. Sağına soluna baktı, ama kimse oralı değildi: 
Meyhanenin her zamanki uyuşuk, kirli havası ağır ağır çürü-
yordu. 
"Siz kim oluyorsunuz da Türk milliyetçiliğini doğru bul­
madığınızı söyleyebiliyorsunuz? Bu cesareti nereden buldunuz? 
Şu içkiden, çürüyen ruhunuzdan, hiçbir yere, hiçbir şeye kök 
salmadan kayıp giden şu mutsuz hayatınızdan mı? Rica ederim, 
kendinize gelin! Kendinizi düşünün. Ne olduğunuzu, ne yap­
tığınızı, kim olduğunuzu düşünün! Siz, siz kendinizden de, 
başkalarından da, her şeyden nefret ediyorsunuz! Bu topluma 
yabancısınız. Yalnız yabancı olsanız... Bu toplumun düşmanısınız. 
Şiirlerinizdeki, şu halinizdeki, sözlerinizdeki kendini beğen­
mişlikten utanın. Kendinizi bu kadar beğenmek için ne yaptınız? 
Hiç! Oysa yeteneklisiniz, zekisiniz, bunları biliyorum, kalkıp 
bu masaya boş yere oturmadım. Yazık size oğlum, yazık size. 
Size, milletimize yazık değil mi? Rahmetli babanızı tanıyorum. 
Yazık değil mi? Anlıyor musunuz beni?" 
Muhittin kendini bir vazo kırmış, bir sakarlık yapmış gibi suçlu 
hissederek adama bakıyor, "Haklı, haklı, kendimden başka hiçbir 
şey düşünmüyorum!" diye mırıldanıyordu. Ama aklının yete­
nekleri ve zekâsına ilişkin şu küçük övgüye daha çok takıldığının 
da farkındaydı. Türkçü öğretmen sözlerini bitirip gene o şaşırtıcı 
gülümseyişle, hoşgörülü babacan gülümseyişle yüzünü ay­
dınlatınca Muhittin içinden suçsuz, günahsız, temiz gözükme 
isteğinin geldiğini anladı: 
"Bana bunları söylüyorsunuz. Sanmayın ki ben durumumdan 
memnununı. Ben bu halimi hiç beğenmiyorum. Ama bu kötü 
ve dediğiniz gibi utanılacak durumdan kurtulmak için inanacak, 
sarılacak hiçbir şey bulamıyorum." 
"İşte Türkçülük! İşte milletinize kendinizi adamanız! İşle 
30/ 


Türkçülük davası!" diye söylendi adam. Şu delikanlı nasıl oluyor 
da kendisine uzatılan kurtuluş meyvesini daldan kopartmıyor, 
nasıl oluyor da böyle konuşuyor diye düşünüyormuş gibi şaş­
kınlıkla başını sağa sola sallıyor, parmağını aynı noktaya bas­
tırıyordu. 
"Ben kötü biri değilim ki!" diye düşünüyordu. Muhittin "Kötü 
bir insan olsam kendimi öldürmeye karar veremezdim. Yalnızca 
zekâma değer veriyorum ve belki bu yüzden kötü gözüküyorum. 
Her şeyi düşündüğüm için böyleyim... Düşündüğüm için de şu 
Türkçülüğe belki inanamayacağım. Oysa şimdi böyle bir şey 
yapabilmeyi isterdim. Şu adama iyi bir şair olmazsam oluz yaşında 
kendimi öldürmeye karar verdiğimi söyleyeyim mi?" 
"Anlıyorum sizi!" dedi Mahir Altaylı. Bakışları da gene, "Ben 
senin ruhunu okuyor ve anlıyorum!" diyordu. "Sizi anlıyorum. 
Siz inanmadan önce düşünmek, anlamak istiyorsunuz. Bunu 
yaptığınız için de inanamıyorsunuz. Ama böyle mutsuzluktan 
kurtulamazsınız ki... Önce kendinizi duygularınıza bırakın! 
Önce inanın, heyecanlanın. Sonra aklınızı kullanırsınız... Böyle 
durup derinlemesine düşünmek... Bu insanı işte mutsuz yapar. 
Türkiye'de burada böyle düşünmek insanı toplumun dışına iter. 
Bunu benim kadar bilirsiniz. Burada düşünen yalnız kalır... 
Burada duygulanmadan düşünmek sapıklıktır... Hem her şeyi 
aklımızla nasıl kavrarız? Yaradılıştan bize yalnız akıl verilmemiş. 
Duygularımız da var! Türk bayrağını görünce, Hatay'da olup 
bitenleri öğrenince heyecanlanıyor musunuz?.. Biraz olsun 
heyecan yeter! Heyecanlanın, inanın, toplumun içine katılın, 
kendi aklınızı silin. İşte o zaman mutlu olacaksınız..." 
"Biliyorum!" dedi Muhittin umutsuz bir tavırla. Kendisine 
kurtuluş yolunu gösteren şu adam, bunun için gereken heyecanı 
da içinde uyandırsın istiyordu. 
"Biliyorsanız ne duruyorsunuz?" dedi Mahir Altaylı. "Her şeyi 
akılla kavramamak gerektiğini de anlıyorsanız sizi tutan hiçbir 
şey yok demektir. Biraz yüreğinizin sesine kulak verin. Yüreğiniz 
ne diyor? Hiç şüphem yok. 'Şimdiye kadarki hayatın için suç­
lusun!' diyordur. 'Beni dinlemediğin için mutsuzsun. Ben öteki 
Türkler için savaşmak istiyorum!' diyordur. İşte o sesi dinleyin. 
Yüreğiniz size düşmanlarınızın da kim olduğunu söylüyordur. 
302 


Düşmanlarınız bütün öteki milletler, Yahudiler, şimdi Fransızlar, 
Araplar, yarın başkaları, masonlar, komünistler, devletin içine 
sızan bütün yabancı unsurlar, rahmetli babanızın savaştığı bütün 
o yabancılardır." Türkçü öğretmen düşmanların değil, dostların 
adını sayıyormuş gibi hoşgörüyle gülümsüyordu. 
Muhittin, "Peki ben bunu yapabilir iniyim? Bir Türkçü olabilir 
miyim?" diye düşünüyor, Mahir Altaylı'nın sözlerini aklından 
geçiriyordu. Hayır sözler değildi onu etkileyen: Daha çok adamın 
tavırlarına, kendine olan güvenine, bazan sertleşen, öfkelenen, 
bazan da yumuşayan ve gülümseyen yüzüne tutuluyor, bütün 
bu şeylerde kendisinde olmayan başkalarında da pek rastlamadığı 
ve ilk bakışta anlaşılamayan bir düzen buluyor, buna şaşıyordu. 
Bütün bu düzenin zembereği, besbelli Türkçülük inancıydı. 
Mahir Altaylı tıpkı dakik bir saat gibi öfke gereken yerde öfke, 
hoşgörü gereken yerde hoşgörü gösteriyor, ama buna rağmen 
bir saat gibi mekanik ve ruhsuz da gözükmüyor, meyhanedeki 
yaratıkların hepsinden daha çok insana benziyordu. Muhittin 
birden, "Ben de onun gibi olacağım!" diye düşündü, ama bunun 
için önce ne yapması gerektiğini çıkaramadı. Bunu anlatmasını 
adamdan nasıl isteyebileceğini düşünürken, birden Mahir Al­
taylı'nın ayağa kalktığını gördü.

"Gidiyor musunuz?" 
"Gidiyorum. Böyle bir yerde daha fazla durmak insanı kirletir!" 
dedi Türkçü öğretmen. 
"Durun. Belki ben de çıkarını. Bana daha söyleyecekleriniz 
var mı?" diye mırıldandı Muhittin. 
"Ben size söyleyeceğimi söyledim ve görevimi yaptım oğlum!" 
dedi adam. Son kelimeyi söylerken gülmüş, babacanlık takınmıştı. 
"Gerisi artık size kalıyor. Beni görmek isterseniz liseye gelin. 
Ya da salı ve perşembe günleri Ötüken dergisine gelin!" Cüz­
danından bir kartvizit çıkarıp Muhittin'e verdi. "Bundan sonrası 
artık size kalıyor!" diyerek Muhittin'in elini sertçe sıktı. Sonra 
başını hafif hafif sallayarak, "Bundan sonra seni övebilirim de 
küçümseyebilirim de!" diye düşünüyormuş gibi dikkatle Mu­
hittin'e baktı ve ince gövdesini sanki fazla pisliğe bulaştırmak 
istemiyormuş gibi acele acele yürüdü. 
Muhittin elindeki kartvizite baktı: Mahir Altaylı, Kasımpaşa 
303 


Lisesi Edebiyat Öğretmeni, Kemeraltı Sokağı No. 14, Vezneciler... 
Muhittin bu kartviziti gülünç bulmadı. 

Download 1.5 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   71   72   73   74   75   76   77   78   79




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling