Hazirlayanlar
Download 3.42 Mb. Pdf ko'rish
|
- Bu sahifa navigatsiya:
- Giriş 1
Özet Bu bildiride Türk-Ermeni birlikteliğinin yansımaları Türk- çede ve İngilizcede hemen hemen aynı dönemlerde yazılmış beşer edebî eserden hareketle tartışılacaktır. Bu edebî eserlerde söz konusu birlikteliğin yansıma alanları, bu birlikteliğin hangi çerçevede algılandığı ve bu algıda edebî eserlerin yazarlarının içinde bulunduğu sosyal ve siyasî yapının rolü tartışılacaktır. Türk-Ermeni ilişkileri gibi hassas bir konuda edebî eserlerin de en az tarihî eserler ve hatta olaylar kadar rol oynadığı ve kamuoyu oluşturduğu tezi savunulacaktır.
565 Yrd. Doç. Dr. Zekeriya BAŞKAL Giriş 1 Türk-Ermeni ilişkileri, Türkiye’nin devlet olarak dış politikada ve yurt dışında yaşayan Türklerin günlük hayatlarında karşılaştıkları ve bu güne kadar çözümün kolay olmadığının anlaşıldığı problemli bir alandır. Bu problemin başlangıcından itibaren oluşmasında, gelişmesinde ve çö- zülmez bir hale gelmesinde her iki tarafın dışındaki güçlerin katkısı olduğu kadar; ortak tarihi, beraber yaşanmış yüzyılları ve birliktelikleri yeterince vurgulamayan, bütün bunları her iki toplumun bu gününe ve geleceğine hiç bir faydası olmayan bir nostaljiden ibaret gören ve daha da önemlisi çok küçük ve geç bir tarihsel dönemi genelleştirip tüm ortak tarihe ve asıl önemlisi geleceğe bu dar açıdan bakan anlayışın da katkısı vardır. Barış
çerlidir. Bu amaca ulaşabilmek için gerek politik, gerek kültürel araçların her birini kullanmak yapılması gereken bir zorunluluktur. Bu yazı, Türk- lerle Ermenilerin ortak tarihi üzerine Türkçe ve İngilizce yazılmış eserle- rin belli yönlerini, Türk-Ermeni ilişkilerine yapması muhtemel olumlu ve olumsuz katkılar açısından inceleme çabasıdır. Türk-Ermeni birlikteliği üzerine yazılmış eserleri bir kaç açıdan tasnif etmek mümkündür. Bunlardan en kolay olanı eserin yazıldığı dildir. İkinci 1 Bu tebliğ TÜBİTAK tarafından desteklenen Türk-Ermeni İlişkilerinin Barışçı Yönü: Tokat, Amasya Sivas ve Kayseri Örnekleri adlı proje kapsamında hazırlanmıştır. Proje kapsamın- da İngilizce ve Türkçe yazılmış Türk-Ermeni ilişkilerini konu edinen diğer eserler de ince- lenecektir.
566 HOŞGÖRÜ TOPLUMUNDA ERMENİLER bir tasnif kriteri de yazarın hangi gruba ait olduğudur. Üçüncü bir tasnif kriteri olarak yazarların Türk-Ermeni birlikteliğinin fırtınalı dönemlerine olan zamansal uzaklıkları kullanılabilir. Bu yazının sonunda söyleyeceğim şeyi, tezi ifade etmek açısından yukarıdaki kriterler bağlamında başta ifade etmek gerekirse aşağıdaki tespitleri yapmak mümkündür. Bu yazının daha geniş bir çalışmanın parçası olduğundan bu tespitlerin ihtiyatla alınmasını da belirtmek istiyorum. Genel olarak Türk-Ermeni birlikteliği hakkında yazılan eserlerden İngilizce yazılmış olanlar bu konu hakkında Türkler açısından daha katı, daha kindar, diyaloğa kapalı, karşı tarafı düşmanca genellemelerle nitele- yen ve Türk-Ermeni birlikteliğinin en temel konularında bile son derece bilgisiz bir tutum içindedirler. Aynı konuda Türkçe yazılmış eserlere bakıldığında Türk-Ermeni bir- likteliğinin fırtınalı dönemi diğer eserlerde olduğu gibi önemli bir yer tut- masına rağmen, bu eserlerde daha anlayışlı, düşmanlıklardan çok dostluk- ları ön plana çıkaran, insanları değişmez kategoriler içinde değil zamana, mekâna ve kişiye göre değerlendiren bir tutum söz konusudur. Her iki tu- tumun elbette birtakım nedenleri vardır. Bunlardan en önemlileri edebî es- relerin belli bir okur kitlesi için yazılması ve aslında yazarın okuru etkile- diği kadar okurun da yazarı etkilemesi sözkonusudur. Bu konuda İngilizce yazan bir yazar, daha başlangıçta dilin imkânlarını ve kültürel kalıplarını kullanmaya açıktır. Yukarıdaki tezleri destekleyebilecek eserlerden biri Micheline Ma- haronian’ ın eseridir. 2000’li yıllarda Batıda yazılmış ve Doğu hakkında, Müslümanlar hakkında, hatta Türkler hakkında olumlu şeyler söyleyen ve son derece başarılı olmuş çok az eser vardır. İngilizce yazan bir yazar ya ister istemez başarısızlık riskini göze alacak ya da dalgaların akışına doğru kürek çekecektir. Başat kültür ve o kültürün taşıyıcısı olan dil, yazarı ister istemez belli yönde zorlayacaktır. Türkçe ve İngilizce yazılmış eserler arasında yukarıdaki tespitleri da- yandırdığımız eserler şunlardır: Michelin Maharonian’ın Three Apples Fell
Franz Werfel’in Forty Days of Musa Dagh; Peter Balakian’ın Black Dog of Fate; Adam-Bagdasarian’ın Forgotten Fire; Nancy Krikorian’ın Zabelle ve Mae M. Derdarian’ın Vergeen. İkinci grupta ise Mıgırdıç Margosyan’ın Gavur Mahallesi, Biletimiz İstanbula Kesildi, Söyle Margos Nerelisen; 567 Yrd. Doç. Dr. Zekeriya BAŞKAL Kirkor Ceyhan’ın Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize, Seferberlik Türkü-
sadece küçük bir parçasıdır ve bu yazıda İngilizce yazılmış ve pek çok yönüyle tipik olan bir eser üzerinde durulacaktır. 2001 yılının ilk aylarında, Amerika’da kitapçı rafl arında Türklerin hiç de yabancısı olmadığı bir başlığı taşıyan bir kitap belirdi: Gökten Üç Elma
2 . Bu kitap, ataları Türkiye’den göçmüş genç bir Ermeni Amerika- lı yazarın ilk eseriydi. Kısa sürede roman, pek çok yazarı kıskandıracak bir üne kavuştu. Ülkenin en önemli edebî tanıtım dergilerinden biri olan New York Times Book Review kitabı okuyucularına övücü sözlerle tanıttı 3 , Ulusal Halk Radyosu’nda eser tartışıldı 4 , kitabın yazarı imza günlerine, radyo konuşmalarına davet edildi. Kitap, yazar ve yayıncı açısından bakıl- dığında tam bir başarı öyküsüdür. Ancak kitabı incelediğimiz zaman, edebî olarak çok başarılı bir eser olmadığını, zaten eserin değerlendirmelerinin de bu yönüne çok az değindiklerini, yazarın Berkley’de öğrendiği yazma tekniklerini, Amerikan dizilerinin insanı yormayan ve her beş dakikada bir reklam arası veren fi lmler rahatlığında okura sunduğunu görüyoruz. Kitabı asıl önemli yapan, Amerikalıların korkunç Türk (terrible Turk) im- gesinden ve yine XX. yüzyılın başında Anadolu’ya yoldan sapmış Ermeni kardeşlerini tekrar hidayete erdirmek için gelmiş misyoner mektupların- dan bildiğimiz, medyada çesitli şekillerde gizli veya açık bir tarzda ifade edilen ve biraz da zamanlama açısından ilginç bir tesadüfl e 11 Eylül son- rasına gelmesiyle oluşan rüzgarın yönünde imgeler sunmasıdır. Romana, ve bu imgelerin kurduğu üst dile göre- Edward Said buna Oryantalizm diyor- Türkler Müslümandır -romanda Muhammedî ve Türk eş anlamlı- dır- ve Türklerin insanlık adına, yok denecek kadar az değerleri vardır. Bu kabulün de 11 Eylül sonrası hâkim olan havada, kitap için artı bir değer getirmesi sözkonusudur. Kısacası roman, Avrupalıların ve Amerikalıların Türklerle ilgili bilinç altlarında yatan ve değişik eserlerde defalarca ifade edilen kalıba uygun olduğu için, ya da Amerika’daki insanların 11 Eylül sonrası iyice kronikleştirilen ancak eskiden beri ve özellikle Avrupa’dan tevarüs ettikleri beklentilerine cevap verdiği için başarılı olmuştur. 2 Micheline Aharonian Marcom, Three Apples Fell from Heaven, (Gökten Üç Elma Düştü), Riverhead Boks, New York 2001. 3 Margot Livesey, “Three Apples Fell From Heaven Book Review,” The New York Times Book Review, April 22 2001. 4 Eser 30 Nisan 2001 tarihinde Alan Cheuse tarafından Ulusal Halk Radyosu’nda (National Public Radio) tanıtıldı. http://www.npr.org/features/feature.php?wfId=1122255 (28 Mayıs 2004)
568 HOŞGÖRÜ TOPLUMUNDA ERMENİLER Roman, Ermenilerin ve Türklerin XX. yüzyılın başında yaşadığı acı- ları anlatma iddiasıyla yola çıkıyor. Belli bir anlatıcı ya da baskın bir an- latım tarzı yok. Okura kısa epizotlar halinde bazen bir Ermeni kadınının yaşamından bir kesit, bazen bir Amerikan elçisinin ülkesine gönderdigi bir mektup, bazen de Allahuekber dağlarında ölen Türk askerleri sunulmuş. Eserin temel ekseni Türk-Ermeni ilişkileri. Romanın ünlü olmasının en önemli nedeni belli imgeleri güçlendiri- yor olmasıdır demiştik. Türklerle ilgili akla gelebilecek ve Türkleri öte- ki olarak şekillendirecek bütün ögeler hemen romanın ilk on sayfasında çıkıyor karşımıza. Daha ikinci sayfada yazar Mezopotamya böceklerinin kan içtiğini, İnciller’in yakıldığını, altınların gömüldüğünü söylüyor. Aynı sayfada zindancının haremine kapatılmış kızlar… boşalmış kiliseler... ve harap olmuş matbaa var. Bütün bunlar, daha ikinci sayfadan itibaren okurun zihninde Hıristiyan-Müslüman, zengin-fakir, medenî-ilkel karşıt- lıklarını oluşturuyor. Ancak yazar, bunu zaten açıkça da söyletiyor kahra- manlardan birine. Sayfa 5’te bir Ermeni kadın kendilerinin o köpeklerden (Türklerden) daha medenî olduğunu söylüyor. Yine hemen romanın ba- şında yazar, güçsüz savunmasız bir Ermeni kadını olan Anagul’u bir kaç kalem darbesiyle okurla özdeşleştiriyor: Evde erkek olmadığı için çarşıya yumurta almaya giden Anagul’e, Amerikalıların aklına hemence pis yaşlı adam (dirty old man) ifadesini getiren iğrenç bir yaşlı Türk cinsel tacizde bulunuyor. Kadın insanların adam doğradığı bıçakların bilendiği çarşıdan eve dönerken, yazar perdeyi o İngiliz Hasta fi lmindeki acımasız hemşire sahnesinden ya da Gece Yarısı Expresi fi lmindeki Reyhanî’nin sesiyle zen- ginleştirilen ve Türklere has ve tercüme edilemez, otantik bir hava katılan o tecavüz sahnesine çok benzeyen bir sahneyle kapatıyor: Yani minareler ve ezanla. Bunun, okurda, zaten birkaç sayfa önce yazarın açıkça belirtti- ği Hıristiyan-Müslüman karşıtlığını yaratacağını tahmin etmek için uzun okur tepkisi ya da okur algılama tahlillerine gerek yok. Nitekim Ermeni- lerle Türklerin ve başka pek çok dinî ve etnik rengin bir arada yaşadığı o zengin tarihi görmezden gelen veya kendi kültüründeki ve toplumundaki ön yargılardan dolayı göremeyen Alan Cheuse 30 Nisan 2001’de Ulusal Halk Radyosu’nda romanı XX. yüzyılın başında Türkiye’deki Hıristiyanla-
Roman boyunca okur, Türkler hakkında insanın tüylerini ürperten onlarca imge ile başbaşa kalıyor. Kızı ve hanımı, işkenceler sonrası çıl- dıran Ermeni profesörü eve götürmeye çalışırken Türkler iki adım ötede gülüyorlar (s.13). Amerikalılara hemen Yahudi soykırımını (Holocost)
569 Yrd. Doç. Dr. Zekeriya BAŞKAL hatırlatan bir betimlemeyle ölünün üzerinden elbise almak günah olduğu
Türk-Ermeni ilişkileri söz konusu olduğunda akla gelebilecek ilk ko- nulardan biri, Ermenilerce XX. yüzyıldan önceki tarihin nasıl değerlendi- rildiğidir. Bu konu, gerçekten de Türk-Ermeni ilişkilerini daha sağlıklı bir düzleme çekebilecek bir ağırlığa sahiptir. Bu eserde, her nedense yazar, tarihe 1453’le başlıyor. Türklerin Ermenilerle çok daha önce ta Türklerin ilk Anadolu’ya geldiğinde karşılaşmasına rağmen, Ermenilerin Türklerle ilişkisinin tarihini 1453’ten başlatmanın, şüphesiz eserin genel anlam çer- çevesiyle çok yakın ilişkisi var. Avrupalılar için İstanbul’un fethi bir an- lam ifade eder ve önemlidir, ancak Ermeniler için bu nasıl bir anlam ifade eder. Bunun Ermenilerin Türklerle ilişkilerine ve hatta kendi tarihlerine, maalesef, toplumuyla ve tarihiyle özdeşleşememiş sömürge aydını ya da yarı aydın bakış açısıyla, yani başkasının perspektifi nden kendi tarihine bakmaktan başka açıklaması yoktur. Yazar şöyle diyor: Selçuk Türkleri XV. yüzyılda İstanbul’u fethetti. Uzun yıllar biz onların millet-i sâdıka sıydık. Sadık, çalışkan… 1894 Sasun kıyımı hakkında ya da Adana kıyımı hak- kında hiç düşünmedik(s.163). Yazarın kendi baz aldığı tarihten başlasak bile 450 yıllık bir devreyi alelacele atlaması ve itiraz olarak çok da eskiye gitmeyen 1894 tarihini getirmesi, yazarın bu konuda çok rahat olmadığını ve aslında İstanbul’u fethedenin Selçuk Türkleri değil, Osmanlı Türkleri olduğunu farketmeyecek kadar tarih bilgisinden mahrum olan okuru aldat- tığını söylemek temelsiz bir yargı olmasa gerek. Yazara göre, Ermenilerle Türkler arasındaki olaylar, belli bir tarihin ve olağanüstü sosyal ve siya- sal şartların doğurduğu geçici olaylar değil, Türk halkının inancından ve karakterinden kaynaklanan doğal bir sonuçtur. Nitekim iyilik ve kötülük kavramlarının felsefî çözümlemesinin yapıldığı bölümde Türk imajı, yılan imajıyla özdeşleşir (s.45-47). Türklerle ilgili olumsuz ögelerin en yoğunlaştığı alan, yine Oryanta- list eserlerde çokça görülen bir alan olan kadın konusudur. Örneğin Türk bir anne şöyle diyor: Kadın acı çekmek için yaratılmıştır. Çünkü Havva zayıftı ve biz hepimiz zayıfız. Havva... şeytana daha yakındı. Senin görevin dinlemek, itaat etmek. Düşüncelerini asla göstermemelisin. Sadece din- le, itaat et. (s.74) Aynı düşünce, kadının şeytana yakın olduğu, nerdeyse aynı cümlelerle sayfa 201’de de tekrar edilir. Mustafa’nın karısı, kocasının 570 HOŞGÖRÜ TOPLUMUNDA ERMENİLER dönüşünü düşünürken çok güçlü bir ölüseverlik duygusuyla ölümü arzu- layarak ve bu öldürme eyleminin Türkler tarafından rahatça yapılan bir eylem olduğunu ima ederek şöyle der: Savaştan sonra gelecek Mustafa ve
den kaçmak için çatıda saklanan ve çıldıran bir Ermeni delikanlısı olan Sargis’in, bir Türk genci olan Hakan’a duydugu homoseksüel ilgiyi anla- tırken kullandığı sözler de romandaki kadın imgesini yansıtması açısından önemlidir: Senin kadının olabilirdim. Ayaklarını yıkar, günde beş kez senin
gördüğü ve Şiilerin Muharrem ayında yaptıkları bir geleneği de ilginç ve yanlış bir şekilde aktarıyor: 1903’te anne ölüm döşeğindeydi. Evdeki ka-
geleneğin olmadığını ya da Şiilerin söz konusu ritüeli birilerinin iyileşmesi için yapmadıklarını bilmeyecek kadar yazdığı konuya yabancı olduğunu gösteriyor. Peki, yazar romanda iyi Türklerden ve ortak yaşanmışlıklardan hiç bahsetmiyor mu? Karısı çocuk istediği için bir Ermeni çocuğuna acıyıp evlâtlık olarak alan isimsiz jandarma (s.64) aynı şekilde bir çocuğa acıyıp evlâtlık edinen isimsiz Kürt kadını (s.65), Allahuekber dağlarında donan Türk askerleri (s.121-125) insanın tüylerini ürperten onlarca olumsuz im- genin yanında çok sönük kalıyor. Kitapta farkedilen en bariz ortak yaşantı da yüzyıllardır hamamda cinsel ilişki kuran ve hiç bir şey yokmuş gibi
Şüphesiz bütün bunların olumlu bir amaca hizmet etmesi ve az da olsa Türk-Ermeni ilişkilerini, ya da yabancıların ve Ermenilerin Türklere bakı- şını etkilememesi imkânsız. Tevfi k Fikret, Halit Ziya’nın böbürlenerek, O azizim! Muhakkakki hayatı romanlar yapıyor dediğini anlatır. Umud ede- lim ki bu tür eserler Türk-Ermeni ilişkilerinin belirleyicisi olmasın. Ede- biyat eleştirmeni, bu tür eserlerin olumsuz yanlarına ve çelişkilerine işaret ederek, tarihte görülmüş barışçı birlikteliklerden biri olan Türk-Ermeni birlikteliğinin olumlu yönlerini ön plana çıkarabilir ve böylelikle, edebiya- tın medeniyet tarihinin bir parçası olması durumuyla, medeniyet tarihine ya da yarının medeniyetine olumlu bir katkıda bulunabilir.
OSMANLI DEVLETİ TARAFINDAN ERMENİLERE VERİLEN NİŞAN VE MADALYALAR Arş. Gör. Zeynep İSKEFİYELİ Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü E-mail: zcumhur@sakarya.edu.tr; Tel: 0 264 346 03 77-78
Özet Osmanlı Devleti’nde, form ve şekil itibariyle günümüz an- layışındaki nişan ve madalyaların ihdas edilmesi XVIII. yüz- yılın son çeyreğinde gerçekleşmiştir. Nişan ve madalyalar, devletin varlığı, birliği, bütünlüğü ve gelişiminde üstün gayret, hizmet ve özveri ile çalışarak başarıya ulaşan ve bu başarısı ile toplumu üst düzeyde etkileyen kişilere veri- len bir semboldür. Bu sembolün verilmesindeki amaç, bir yandan kişiyi taltif etmek ve onurlandırmak, diğer yandan ise toplumun diğer bireylerini özendirerek aynı başarıya ulaşmaya teşvik etmektir. Bu çerçevede Osmanlı Devleti Millet-i Sâdıka olarak isimlendirdiği Ermenileri, hüsn-i hiz- metlerinden ötürü çeşitli dönemlerde nişan ve madalya- larla taltif etmiştir. Bu bildiride Osmanlı Devleti’nin çeşitli vesilelerle Erme- nilere verdiği nişan ve madalyalara birtakım örnekler verilerek, Türk-Ermeni münasebetlerine etkileri üzerinde durulacaktır. Başta Ermeni katagikosu, Patrik, piskopos ve papazları olmak üzere din adamlarına; devlet hizmetinde bulunanlara, murahhaslara ve Ermeni ileri gelenleri ile üstün gayret ve hizmetleri görülen Ermeni cemaati men- suplarına olmak üzere çok sayıda kişiye nişan ve madalya tevcih edilmiştir. Osmanlı Devleti tarafından kendi milleti- nin meşrû istekleri hakkında ciddi müdafaada bulunduğu için Ermeni Patriği nişan ile taltif edilmiş, Padişah’ın do- ğum günü münasebetiyle takdim edilen dua kesesini iş- leyen Ermeni hanımlara Sanayi madalyası ve Şefkat nişanı verilmiş, Van kalesinin tamirindeki gayretleri sebebiyle Van müftüsü ile beraber Ermeni murahhasasına da nişan tevcih etmekten geri durulmamıştır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan belgelerde bu türden birçok örneğe rastlamak mümkündür. Bu husus, Osmanlı topraklarında huzur ve sükûnet, adalet ve güven içinde uzun yıllar hep birlikte yaşayan Türk ve Ermeni toplumlarının dikkat çekici bir özelliğidir.
575 Arş. Gör. Zeynep İSKEFİYELİ Giriş Osmanlı Devleti, dünya tarihinin en uzun ömürlü imparatorlukların- dan biri olarak üç kıtada, çok geniş topraklar üzerinde hüküm sürmüştür. Devletin en önemli özelliği, adalet ve liyakat ilkelerini esas alan bir devlet felsefesi ve hoşgörülü yaklaşımı ile her dinden ve her milletten insanları asırlarca aynı devlet çatısı altında huzur ve mutluluk içerisinde yaşatmayı başarmış olmasıdır. Osmanlı idaresinde İslâmiyet’ten başka dinlere ina- nanların, farklı inanç ve kültüre sahip insanların şahsî hakları kanunlarla korunmuş, kanun önünde hiçbir gruba iltimas geçilmemiş ve baskı uygu- lanmamıştır. Her cemaate örf ve âdetlerine göre bir düzen kurma imkânı veren, cemaatleri her türlü dinî ve dahilî işlerini düzenlemekte serbest bı- rakan Osmanlı Devleti’nin birlikte yaşama sanatındaki başarısı inkâr edi- lemeyecek bir tarihî gerçektir. Ermeniler arasında eskiden beri cari olan meşhur bir söz vardır; Tür- kün itimat ve teveccühünü bir kere dahi olsa kazanacak olursan, kâfi dir. O sana bütün varlığı ile bağlanır, çünkü taktir kudreti onda mevcuttur 1
Gerçekten de Osmanlı Devleti özveri ile çalışarak başarıya ulaşan, bu ba- şarısı ile toplumu etkileyen kişileri din ve milliyet ayrımı yapmaksızın taktir etmekten geri durmamıştır. Devlet hizmetinde yararlılık, bağlılık ve fedakârlık gösterenleri çeşitli hediye ve ödüllerle taltif etmiş, bu suretle 1 Y. Gomidas Çark, Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler (1453-1953), İstanbul 1953, s.12.
576 HOŞGÖRÜ TOPLUMUNDA ERMENİLER sadakatlerinin devamını temine çalışmıştır. Hazineden büyük harcamalar yapılarak nişan ve madalyalar imal ettirilmiş ve dağıtılmıştır. Kelime anlamı ile belirti, işaret, hedef, alâmet-i farika, ayrıcalık gibi anlamlara gelen nişan devletin varlığı, birliği, bütünlüğü ve gelişiminde üstün gayret ile çalışarak kişisel başarıya ulaşan ve bu başarısı ile top- lumu üst düzeyde etkileyen kişilere verilen bir semboldür. Bu sembolün verilmesindeki amaç, bir yandan kişiyi taltif etmek ve onurlandırmak, di- ğer yandan ise toplumun diğer bireylerini özendirerek onları aynı başarı- ya ulaşmaya teşvik etmektir 2 . Madalya ise bir muharebenin veya mühim bir hadisenin hatırası olmak üzere madenden hazırlanmış nişanın adıdır 3 . Osmanlı Devleti’nde ilk nişan III. Selim devrinde verilmiştir. Hükümda- rın 1798 yazında Fransız donanmasını yakan Amiral Nelson’a gönderdiği kıymetli taşlarla süslü çelenk ilk nişan olarak kabul edilir 4 . Bunu 1801’de çıkarılan Hilâl nişanı izlemiş ve meşhur Vak’a-i Mısriyye madalyası 5 da bu tarihte çıkarılmıştır. 2 T. Nejat Eralp, “Osmanlılarda Nişan ve Madalya”, Türkler, C. 13, Ankara 2002, s.683-686. Madalya, madalyon ve nişan kavramları birbirine karıştırılmıştır. Osmanlı Devleti bazı ma- dalyalarını nişan olarak, bazı nişanlarını da madalya olarak zikretmiştir. Madalya ile nişan arasındaki farkı tanımlamak her zaman kolay olamamıştır. Her ikisi de işlevi açısından birbirine çok benzemektedir. Birkaç istisna dışında madalyalar yekpare olarak para gibi basılmışlardır. Nişanlar ise birçok parçanın birbirine montesi ve kuyumculuk teknikleri ile, kıymetli taşlar ve mine işçiliği kullanılarak meydana getirilmişlerdir. Bilhassa ilk dönemde bazı Osmanlı madalyaları yekpare olarak Darphane-i Amire’de basıldıktan sonra üzerle- rine kıymetli taşlar ilâve edilmek suretiyle nişan haline sokulmuşlardır. Metin Erüreten, Osmanlı Madalya ve Nişanlarındaki Bazı Farklı Tipler, http://www.turknumismatik.org. tr/turkce/yayinlar/bultenler/bulten03940/makale16_tr.html, 28.03.2006. 3 Mehmet Zeki
Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.II, İstanbul 1993, s.377. İlk gerçek örnekleri Roma devletinde görülen ve kelime olarak İtalyanca medag- lia sözcüğünden türeyen madalyalar, metal üzerine darp edilmiş sikkeler gibi, devletin ve yöneticilerinin simgelerini taşıyan bir şekilde ödüllendirme vasıtası olarak kullanılmaya başlanmış, bir müddet sonra pek çok ülkede ve bilhassa yeni çağın başlamasıyla birlikte Avrupa’da yaygınlaşmıştır. Erüreten, a.g.e., s.12. 4 O zamana dek kişileri onurlandırmak için sunulan hediyeler, genellikle yabancı elçilere verilen hil’at (şeref cübbesi), altın enfi ye kutusu veya at ile sınırlıydı. Yüksek kalitedeki samur kürkler ise Osmanlı devlet erkanı için kullanılıyordu. Nelson’un çelengi değeri iti- bariyle Osmanlı Padişahlarının ve üst düzey bürokratların kavuğunu süsleyen sorguçlara benziyordu. Nelson’un çelengi ile ilgili detaylı bilgi için bkz: Edhem Eldem, İftihar ve İmtiyaz, Osmanlı Nişan ve Madalyaları Tarihi, İstanbul 2004, s.16-23. 5 21 Mart 1801’de Canope Muharebesi’nde Fransız ordusu, Osmanlı-İngiliz ittifakı karşı- sında yenik düşmüş ve 27 Haziran’da imzalanan bir ateşkes ile Fransızların Mısır’ı terk etmeleri sağlanmıştır. 27 Ağustos’ta ise Mısır’daki son Fransız kalesinin düşmesiyle, bu topraklarda yeniden Osmanlı hakimiyeti tesis edilmişti. İngilizlerin desteğiyle kazanılan bu başarılar, yeni bir madalya ihtasını gündeme getirdi ve 1801 tarihli Vak’a-i Mısriyye madalyası İngiliz kumandan, subay ve askerlere dağıtıldı. İngilizce The Sultan’s Medal for 577 Arş. Gör. Zeynep İSKEFİYELİ Nişanların resmî bir konum almaları ise II. Mahmut (1808-1839) dö- neminde olmuştur. 1839’da Abdülmecit’in hükümdar olmasından itibaren nişan, Osmanlı Devleti’nde artık iyice yerleşmiş, nişanlar nizamnameye bağlanarak beratları ile birlikte verilmeye başlanmıştır. Nişan-ı İftihar, ni- şan-ı İmtiyaz özellikle hükümdarın adını taşıyan Mecidî nişanı bu dönemin önemli nişanlarıdır. Abdülaziz döneminde çıkarılan nişanların en önemlisi ise nişan-ı Osmanî’dir. II. Abdülhamit döneminde ise bunlara ilâve olarak üç nişan daha görülmektedir. Bunlardan ilki 1876 yılında çıkarılan Şefkat nişanıdır. Bu nişan savaş zamanında, tabii afetlerde ve barışta fedakârlıkla çalışmış, gayret ve üstün başarı göstermiş bayanlara verilmek üzere hazır- lanmış olması bakımından önem taşımaktadır. Bu nişanı 1879’da çıkarılan ve bilim, askerlik, yönetim alanında üstün hizmet gösterenlere verilen ni- şan-ı Âli-i İmtiyaz izlemiş, 1895’te ise dönemin son önemli nişanı olan Ha-
lerin yanı sıra, yabancı devlet adamlarından ve hanedanlarından Osmanlı Devleti’ne maddî ve manevî yakınlığı görülenlere verilmiştir 6 . Yeni nişanlar çıkarılması Sultan V. Mehmet Reşat zamanında da de- vam etmiş bu dönemde öğretmen, ilim ve sanat adamlarına verilmek üzere 1912’de Maarif nişanı 7 , Meziyet nişanı, Ziraat Liyakat nişanı ve Meclis-i Mebusan nişanı çıkarılmıştır. Nişanların çıkarılması form ve şekilleri, ne zaman takılabileceği ve hangi kıstaslarla kimlere verilebileceği Abdülme- cid döneminden itibaren nizamnamelere bağlanmıştır. Nişanlar hakkında önce irade çıkarılmış, daha sonra nizamnameler hazırlanarak yürürlüğe girmiş ve nişan verilmeye başlanmıştır 8 . Bu çerçevede Osmanlı Devleti, vatandaşı olan Ermenilere nişan ve madalyalar vererek onları taltif etmekten geri durmamıştır. Zaten, yüzyıl- lar boyu Osmanlı Devleti idaresinde büyük bir itimat ve güven kazanarak önemli devlet kademelerine yükselmiş olan Ermeniler tarihlerindeki en is- Egypt adıyla bilinen, altın ve gümüş olarak darp edilmiş bu irice madalya, bir amaç için verilmiş olan ilk Osmanlı madalyası olarak kabul edilmektedir. Eldem, a.g.e., s.40-41. 6 Eralp, a.g.m., s.683-684. 7 Yüksek askerî okullardan, Hukuk Mektebi ve Dar’ül Muallimîn’den mezun olan öğrenci- lerden birincilere altın ve ikincilere gümüş olarak verilmektedir. Celil Ender, ‘Maarif Ma- dalyası”, Toplumsal Tarih, Sayı 26, İstanbul 1996, s.43-45. Ayrıca Tıbbiye’den başarı ile mezun olan öğrencilere, okuldaki hocalara ve yardımcılarına, hastanelerde yardımcı olan talebelere verilen Tababet nişanı da mevcuttu. Ender, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Tabib- lere Verilen Tababet Nişanları”, Tıp Tarihi Araştırmaları, Sayı 5, İstanbul 1993, s.132-140. 8 Eralp, a.g.m., s.684. 578 HOŞGÖRÜ TOPLUMUNDA ERMENİLER tikrarlı ve huzurlu yılları yaşamışlardı 9 . Ermeniler, diğer gayrimüslimlere nazaran Türklerle en çok kaynaşan 10 cemaat olduğundan kendilerine mil- let-i sâdıka unvanı verilmişti. Bu sadık millete her devirde sosyal, iktisadî, siyasî hayatta verilen hak ve mevkiler, Osmanlı Devleti sınırları dışındaki ne Ermenilere ne de diğer azınlıklara verilmemiştir. Bu hususu vesikalan- dıran birçok Ermeni, Türk ve yabancı belge bulunmaktadır. Hatta birçok Ermeni yazar bile bu durumu itiraf etmekten kendilerini alamamışlardır 11 . 9 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve 1856 Islahat Fermanı’ndan sonra, Ermenilere gösterilen güven çoğaldığı gibi, verilen imkânlar da arttırılmıştır. Dışişleri de dâhil olmak üzere çeşitli bakanlıklar, genel müfettişlikler, müsteşarlıklar gibi en üst düzey görevlere getirilmişler- dir. Abdurrahman Çaycı, Türk-Ermeni İlişkilerinde Gerçekler, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2000, s.15. Osmanlı tarihi Ermenilerden 29 paşa, 22 bakan, 33 milletvekili, 7 bü- yükelçi, 11 başkonsolos ve konsolos, 11 öğretim üyesi ve 41 Osmanlı Devleti’nin yüksek kademelerinde görev yapan memur kaydetmektedir. Bunlardan bazıları Dışişleri, Maliye, Ticaret ve Posta bakanlığı gibi önemli görevlere getirilmişlerdir. Davut Kılıç, Osmanlı İda- resinde Ermeniler Arasındaki Dinî ve Siyasî Mücadeleler, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2000, s.52. 10 XIX. asrın son çeyreğine yakın bir dönemde İstanbul’da bulunan ve iyi bir gözlemci olarak buradaki yaşayışı anlatan Edmondo de Amicis, Ermenilerin Türklerle kaynaştıklarını şu benzer cümlelerle ifade etmektedir: “ Ruh ve iman bakımından Hıristiyan, doğuş ve cisma- niyet bakımından Asya Müslümanı olan Ermeniler, sadece hususî bir inceleme açısında güç değil, aynı zamanda ilk bakışta Türklerden ayırmakta güçlük arz ederler. Çünkü Avrupa kıyafetini henüz benimsememiş olanları, pek küçük farklarla Türk gibi giyinirlerdi. Bazı hususî renklerle, bu milletin ayırıcı işareti olan eski büyük çuha başlığı da hemen hemen hiç giymezlerdi. Görünüş itibariyle de Türklerden pek farklı değillerdi. Kendilerini munis bir tebaa ve hürmetkâr bir dost olarak göstermek suretiyle, Türlerin itimadını kazanmışlar- dır. Yabancı erkeğe, Müslüman evi kadar sıkı sıkıya kapanan Ermeni evinin kadınları, Türk kadınları gibi giyinirlerdi. Ziya Kazıcı, “Osmanlılarda Hoşgörü”, Türkler, C.10, Ankara 2002, s.221-232. 11 Türk hakimiyetindeki bütün yüzyıllar boyunca Ermenilerin millî kimliklerini muhafaza edebilmelerinin en önemli sebebi, Osmanlı Devleti’nin bu idarî yapısıdır. Millet Sistemi Ermeniler için her zaman faydalı ve iyi işleyen bir sistem olmuştur. Ermeni Kilisesi millî inançlarına olan sadakatlerini korumak suretiyle Ermenilerin kimliklerini himaye etmiştir. Richard G. Hovannisian, Armenia on the Road to Independence 1918, Berkeley and Los Angeles 1967, s.25. Sayıları gittikçe çoğalan Ermenilerin büyük bir çoğunluğu Anadolu’da bulunuyor ve ek- seriyetle ticaretle meşgul oluyorlardı. İstanbul’da bulunanların vaziyetinin nispeten daha iyi olmasının sebebi devlet makamlarını işgal eden Ermeni vatandaşlarının kendileri ile yakından alâkadar olmalarına atfedebiliriz. Bunlar elbette ki, cemaatlerinin rahatlığı ve refahı için ellerinden geleni esirgemiyor, nüfuzlarını kullanıyorlar ve çok kere de nazlarını geçirebiliyorlardı. Birçok Ermeni müesseselerinde Saray tarafından senelik yardım bağlan- mış olması hatırlardadır. Bundan ayrı hükümet büyük yortularda hastanelere ekmek, et ve en zarurî olan maddelerin gönderilmesini emrederdi. Buna karşılık kiliselerde hükümet için ayrı dualar yapılırdı. Yüksek makamlar işgal etmiş olan Ermeni vatandaşları memleketleri- ne ve vatanlarına sadakatle hizmet ettikleri müddetçe, hükümet de karşılık olarak yardımını eksiltmemiştir. Çark, a.g.e., s.240-241.
579 Arş. Gör. Zeynep İSKEFİYELİ Osmanlı Devleti millet-i sâdıka olarak isimlendirdiği Ermenileri, hüsn-i hizmetlerinden ötürü çeşitli dönemlerde nişan ve madalyalarla taltif etmiştir. Başta Ermeni katagikosu ve Patrikleri olmak üzere din adamları- na; devlet hizmetinde bulunanlara, murahhasalara ve Ermeni ileri gelenleri ile üstün gayret ve hizmetleri görülen Ermeni cemaati mensuplarına olmak üzere çok sayıda kişiye nişan ve madalya tevcih edilmiştir. Osmanlı Dev- leti tarafından kendi milletinin meşru istekleri hakkında ciddi müdafaada bulunduğu için Ermeni patriği nişan ile taltif edilmiş, Padişah’ın doğum günü münasebetiyle takdim edilen dua kesesini işleyen Ermeni hanımlara
retleri sebebiyle Van müftüsü ile beraber Ermeni murahhasasına da nişan tevcih etmekten geri durulmamıştır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulu- nan belgelerde bu türden birçok örneğe rastlamak mümkündür. Bu husus, Osmanlı topraklarında huzur ve sükûnet, adalet ve güven içinde uzun yıllar hep birlikte yaşayan Türk ve Ermenilerin birlikteliklerinin dikkat çekici bir özelliğidir.
Download 3.42 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
ma'muriyatiga murojaat qiling