Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
hemşireler! Evlerimizi ayıran duvara tırmanır, onların bahçesine geçerdim; babasının meyve
bahçesinde oynardık. Yakalanacağız, babamdan dayak yiyecek diye Hâkim’in ödü kopardı. ‘Baban beni bir güzel pataklayacak,’ derdi. Oyle sakıngan, öyle ciddiydi ki, daha o zamandan. Sonra bir gün ona dedim ki, “Evet, kuzen, ne yapıyoruz? Bana evlenme teklif edecek misin, yoksa benim sana khastegari gelmem mi gerekiyor?” Aynen böyle söyledim. Yüzünü bir görmeliydiniz!” Kadınlarla Leyla kahkahaları koyuverirken, Anne avuçlarını birbirine vururdu. Anne’nin anlattığı bu tür öyküleri dinlerken, Leyla onun Babai’den hep böyle, sevgiyle söz ettiği bir dönem olduğunu anlardı. Annesiyle babasının ayrı odalarda yatmadığı bir dönem. O günleri kaçırmamış olmayı nasıl da isterdi. Anne’nin evlilik öyküsü sözü, kaçınılmaz olarak, çöpçatanlık hikâyelerine, çevrilen entrikalara getirirdi. Afganistan Sovyet işgalinden kurtulduğu, delikanlılar eve döndüğü zaman, onları baş göz etmek gerekecekti; dolayısıyla, kadınlar kolları sıvamış mahallenin kızlarını tek tek elden geçiriyor, Ahmet’le Nur’a hangisinin uyup hangisinin uymayacağını saptamaya çalışıyorlardı. Sohbet ne zaman ağabeylerine kaysa, Leyla kendini dışlanmış hissederdi; kadınlar bir tek onun görmediği, harika bir ilmden söz ediyorlardı sanki. Ahmet’le Nur Kabil’den ayrılıp cihat’a, Komutan Ahmet Şah Mesut’un güçlerine katılmak üzere kuzeye, Penşir’e gittiklerinde, Leyla iki yaşındaydı. Onlar hakkında pek az şey anımsıyordu. Ahmet’in boynundan sarkan, parlak, ALLAH madalyonu. Nur’un bir kulağından fışkıran siyah kıl demeti. Hepsi bu kadar. “Azita’ya ne dersin?” “Halıcının kızı mı?” dedi Anne, yapmacık bir kızgınlıkla yanağına vurarak. “O kızın bıyığı Hâkim’inkinden bile kalın!” “Anahita ila var. Duyduğumuza göre, Zarguna’da sınıf birinciymiş.” “O kızın dişlerini hiç gördün mü? Her biri bir mezar taşı. O dudakların gerisinde bir mezarlık yatıyor.” “Pek ya Vahidi kardeşler?” “O iki cüce mi? Yo, hayır hayır. Oğullarıma olmaz. Sultanlarıma olmaz. Çok daha iyilerine layık benim oğullarım.” Gevezelikler sürüp giderken Leyla’nın zihni kayar, sürüklenir ve her zamanki gibi Tarık’a konardı. *** Anne sarımtırak perdeleri çekmişti. Karanlıkta, odanın bol katmanlı bir kokusu vardı: uyku, yıkanmamış çarşaf, ter, kirli çorap, parfüm, dün akşamki kurma. Leyla gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi, sonra ilerledi. Yine de ayakları, yere saçılmış giysi parçalarına dolandı. Gidip perdeleri açtı. Yatağın ayakucunda madeni, katlanır bir iskemle duruyordu, iskemleye oturdu, hiç kıpırdamayan örtü yığınına baktı; annesine. Anne’nin odasının duvarları Ahmet’le Nur’un resimleriyle kaplıydı. Leyla nereye baksa, gülümseyen iki yabancıyla karşılaşıyordu. Şurada, üç tekerli bir bisiklete binmiş Nur. Bu tarafta, namaz kılan ya da on iki yaşındayken Babi’yle birlikte yaptıkları güneş saatinin yanında poz veren Ahmet. Sonra, iki kardeş, bahçedeki yaşlı armut ağacının dibinde, sırt sırta vermiş oturuyor. Anne’nin karyolasının altından, Ahmet’in ayakkabı kutusunun ucu görünüyordu. Anne arada bir çıkarır, içindeki eski, buruşuk gazete kesiklerini, el ilanlarını gösterirdi Leyla’ya; Ahmet isyancı gruplardan ve Pakistan’da üslenmiş olan direniş örgütlerinden toplamıştı bunları. Leyla fotoğra lardan birini çok iyi anımsıyordu; uzun, beyaz paltolu bir adam, bacakları olmayan bir çocuğa lolipop uzatmaktaydı. Resmin altında şöyle yazıyordu: Sovyet kara mayınlarının hede i çocuklar. Makalede, Sovyetler’in patlayıcıları parlak renkli oyuncakların içine gizledikleri belirtiliyordu. Çocuk eline alınca, oyuncak patlıyor, parmakları hatta elinin tamamı kopuyordu. Bu durumda, çocuğun babası cihat’a katılamıyordu; evde kalması, sakat çocuğa bakması gerekiyordu. Ahmet’in kutusundaki bir başka makalede, genç bir Mücahit, Sovyetler’in köyüne insanların derisini kavuran, gözlerini kör eden gaz bombaları attığını söylüyordu. Annesiyle kız kardeşinin can havliyle, kan tükürerek dereye: koştuklarını görmüştü. “Anne.” Yığın belli belirsiz kıpırdandı. Bir inilti saldı. “Anne, kalk. Saat üç oldu.” Bir inilti daha. Bir el kalktı; denizaltının suyun yüzeyini yaran periskopu gibi; sonra indi. Ortü yığını bu kez biraz daha belirgin bir biçimde kımıldadı. Sonra, birer birer sıyrılan, kaldırılan, kat kat örtülerin hışırtısı. Anne: yavaşça, aşama aşama cisimleşti: önce karışık saçlar, ardından beyaz, buruşturulmuş, ekşi yüz, ışığa karşı acıyla kısılmış gözler; sonra, karyolanın başucu tahtasını kavrayan bir el. O inleyerek, homurdanarak doğrulurken yere kayan çarşa lar. Anne başını kaldırıp kıza bakmak için kendini zorladı, ışık yüzünden irkildi, başı göğsüne düştü. “Okul nasıldı?” diye geveledi. Böylece, gösteri başlamış oldu. Adet yerini bulsun diye sorulan sorular, baştan savma yanıtlar. Her iki taraf da rol yapıyordu. Çoktan bıkılmış, eskimiş bir dansın coşkusuz, şevksiz çifti. “Okul iyiydi,” dedi Leyla. “Yeni bir şey öğrendin mi?” “Her zamanki şeyler.” “Yemek yedin mi?” “Yedim.” “Güzel.” Anne yine elini kaldırdı; bu kez pencereye doğru. Yüzü buruştu, gözkapakları çırpındı. Sağ yanağı kızarmış, o taraftaki saçıları kafasına yapışmıştı. “Başım ağrıyor.” “Aspirin getireyim mi?” Anne şakaklarını ovdu. “Belki daha sonra. Baban geldi mi?” “Saat daha üç.” “Ah. Doğru. Söylemiştin.” Esnedi. “Rüya görüyordum,” dedi, çarşafa sürtünen geceliğinin hışırtısını zar zor bastıran bir sesle. “Az önce, sen içeri girdiğinde. Ama anımsayamıyorum. Sana da oluyor mu?” “Herkese olur, Anne.” “Çok tuhaf.” “Sen rüya görürken, oğlanın biri su tabancasıyla saçlarıma çiş püskürttü.” “Ne püskürttü? Ne dedin? Anlayamadım.” “Çiş. Sidik.” “Bu... bu korkunç bir şey. Tanrım. Çok üzüldüm. Zavallıcık. Sabah ilk iş onunla konuşurum. Ya da annesiyle. Evet, böylesi daha iyi olur.” “Kim olduğunu söylemedim ki daha.” “Şey, evet, kimdi?” “Boş ver.” “Kızgınsın.” “Hani beni almaya gelecektin?” “Ya,” dedi Anne kısık, çatlak bir sesle. Leyla bunun bir soru olup olmadığını anlayamamıştı. Anne saçından birkaç tel kopardı. Leyla’nın bir türlü çözemediği sırlardan biriydi bu; Anne böyle saçlarını yolup durduğu halde, nasıl oluyor da cascavlak kel kalmıyordu? “Şeyden ne haber... şu arkadaşından, hah Tarık’tan? Evet, o ne yapıyor?” “Bir haftadır burada değil.” “Ah.” Anne burnundan derin bir soluk aldı. “Yıkandın mı?” “Evet.” “Temizlendin, yani?” Yorgun gözlerini pencereye çevirdi. “Sen temizsin, her şey yolunda.” Leyla doğruldu. “Gidip ödevlerimi yapayım.” “Elbette. Çıkmadan şu perdeleri kapasana, bir tanem,” dedi annesi, giderek ha i leyen bir sesle. Çoktan örtülerin altına gömülmüştü bile. Leyla perdeye uzanırken, bir arabanın, arkasında bir toz. bulutu bırakarak uzaklaştığını gördü. Herat plakalı, mavi Benz’di, nihayet gidiyordu. Arka camı güneşte parlayan arabayı, köşeyi dönüp gözden kaybolana kadar izledi. “Yarın unutmam,” diyordu annesi, arkasından. “Söz veriyorum.” “Dün de böyle demiştin.” “Bilmiyorsun, Leyla.” “Neyi?” Kız hızla döndü, annesinin karşısına geçti. “Neyi bilmiyorum?” Anne’nin eli göğsüne kondu, orayı usulca dövdü. “Burayı. Buradakini.” Sonra el gevşedi, durdu. “Bilemezsin.” 18 Aradan bir hafta geçti, Tarık’tan ses çıkmadı. Sonra, bir hafta daha geçti. Leyla vakit öldürmek için, Babi’nin hâlâ el atmadığı telli kapıyı onardı. Babi’nin kitaplarını indirdi, tozlarını aldı, alfabe sırasına göre dizdi. Hasena, Cari ve Citi’nin annesi Nila’yla birlikte Tavuk Sokağı’na gitti; Nila kadın terzisiydi, bazen Anne’yle birlikte dikiş dikerlerdi. O hafta Leyla, bir insanın çekebileceği bütün çilelerin arasında, eli kolu bağlı, öylece beklemekten daha ağırı olmadığı sonucuna vardı. Bir hafta daha geçti. Leyla kendini korkunç düşüncelerden oluşan bir ağa kıskıvrak yakalanmış buldu. Tarık asla geri dönmeyecekti. Aha babası buradan temelli göçmüştü; Gazne gezisi bir aldatmacaydı. Yetişkinlerin, iki genci üzücü bir vedalaşmadan kurtarmak amacıyla düzenlediği bir komploydu. Tarık yine bir kara mayınına çarpmıştı. Tıpkı 1981’de olduğu gibi: beş yaşındayken, ailesi onu yine güneye, Gazne’ye götürdüğünde. Leyla’nın üçüncü yaş gününden hemen sonraydı. Tarık’ın şansı o sefer yaver gitmiş, yalnızca bir bacağını kaybetmişti; canını kurtarabildiği için gerçekten talihliydi. Leyla’nın beyni bu tür düşüncelerle çınlıyor, çınlıyordu. Sonra, bir gece yolun aşağısında yanıp sönen, minicik bir ışık gördü. Dudaklarından iniltiyle soluma arası bir ses döküldü. Hemen eğildi, yatağın altından kendi el fenerini çıkardı, ama çalışmıyordu. Feneri avucuna vurdu, bitmiş pillere lanet okudu. Olsun, önemi yoktu. Tarık dönmüştü. Yatağının ucuna ilişti, duyduğu ferahlamadan sarhoş bir halde, yanıp sönen, kırpışan o güzelim sarı gözü seyretti. *** Ertesi gün Tarık’ın evine doğru giderken, sokağın karşısında Kadim’le arkadaşlarını gördü. Oğlan yere çömelmiş, elindeki değnekle toprağa bir şey çiziyordu. Kızı görünce değneği bıraktı, parmaklarını kıpırdattı. Bir şey söyledi, gruptan kıkırtılar yükseldi. Leyla başını öne eğdi, hızla yürüyüp geçti. “Ne yaptın böyle!” diye çığırdı, kapıyı açan Tarık’a. Aynı anda da, amcasının berber olduğunu anımsadı. Tarık elini yeni tıraş edilmiş kafatasından geçirdi, beyaz, ha if çarpık dişlerini göstererek gülümsedi. “Beğendin mi?” “Askere gidiyor gibisin.” “Dokunmak ister misin?” Başını eğeli. Minicik, sert kıllar kızın elinin ayasını tatlı tatlı gıdıkladı. Tarık bazı oğlanlar gibi değildi; hanı Şu, saçların sivri, konik kafataslarını, çirkin yumruları gizlediği oğlanlardan. Onun kusursuz yuvarlaklıkta, yumrusuz, topaksız bir kafası vardı. Başını kaldırınca, Leyla yanaklarının, alnının güneşten yanmış olduğunu gördü. “Neden bu kadar geciktin?” diye sordu. “Amcam hastaydı. Hadi gel. İçeri gir.” Kızı koridordan geçirip oturma odasına götürdü. Leyla bu evin her şeyine bayılıyordu. Oturma odasındaki eski püskü halıya, kanepenin üzerindeki yama işi örtüye, Tarık’ın yaşamının bildik dağınıklığına: annesinin kumaş topları, makaralara saplanmış dikiş iğneleri, eski dergiler, çatırdayarak açılmayı bekleyen akordeon kutusu. “Kim o?” Annesinin, mutfaktan gelen sesiydi. “Leyla!” diye yanıtladı oğlan. Kıza bir iskemle çekti. Aydınlık bir odaydı; bahçeye açılan çift kanatlı bir penceresi vardı. Pervaza, Tarık’ın annesinin patlıcan turşuları kurduğu, havuç reçelleriyle doldurduğu boş kavanozlar dizilmişti. “Yani aruz’umuz, gelinimiz,” diye düzeltti babası odaya girerken. Marangozdu; altmış yaşlarında, ince uzun, ak saçlı bir erkek. On dişlerinin arasında boşluklar, yaşamının çoğunu açık havada geçirenler gibi, kısık gözleri vardı. Kollarını açtı, Leyla da gidip aralarına sokuldu, talaş tozunun hoş, tanıdık kokusunu içine çekti. Yanaktan üç kez öpüştüler. “Ona böyle dersen buraya gelmeyi keser,” dedi Tarık’ın annesi, yanlarından geçerken. Içinde geniş bir kâse, bir servis kaşığı ve daha küçük dört kâse bulunan bir tepsi taşıyordu. Tepsiyi masaya bıraktı. “Sen ihtiyara aldırma.” Leyla’nın yüzünü ellerinin arasına aldı. “Seni görmek ne güzel, canım. Gel, otur. Size komposto getirdim.” Açık renk, işlenmemiş ağaçtan yapılma, oldukça iri bir masaydı, Tarık’ın babası eliyle yapmıştı, iskemleleri de öyle. Uzerinde küçük, morumsu hilaller ve yıldızlar bulunan, yosun yeşili, muşamba bir örtüsü vardı. Oturma odasının duvarının büyük bir bölümü, Tarık’ın farklı yaşlarda çekilmiş resimleriyle kaplıydı. Bazılarında, oğlan iki bacaklıydı. “Kardeşiniz hastalanmış,” dedi Leyla, Tarık’ın babasına; kaşığını kuru üzümlü, şamfıstıklı, kayısılı hoşaf kâsesine daldırırken. Adam bir sigara yaktı. “Evet, ama şimdi iyi; atlattı, Huda’ya şükür” “Kalp krizi. İkinci,” dedi Tarık’ın annesi, kocasına uyaran bir bakış fırlatarak. Tarık’ın babası sigarasının dumanını ü ledi, Leyla’ya göz kırptı. Kızın aklına bir kez daha, bilmeyen birinin, Tarık’ı onların torunu sanabileceği geldi. Annesi kırk küsur yaşında doğurmuştu onu. “Baban nasıl, canım?” diye sordu kadın, kâsesinin üstünden ona bakarak. Tarık’ın annesi, Leyla onu tanıdı tanıyalı, peruk takardı. Rengi yıllar içinde, donuk bir e latuna dönüşmüştü. Peruğu bugün kaşlarına doğru indirmişti; Leyla şakaklarındaki kır telleri görebiliyordu. Bazı günler alnından iyice geriye iterdi. Ama Leyla’ya göre, Tarık’ın annesi bu perukla hiç de gülünç, acınası görünmüyordu. Onun gördüğü şey, peruğun altındaki dingin, kendinden emin çehre, zeki gözler, zarif, acelesiz tavırlardı. “Çok iyi,” dedi Leyla. “Hâlâ Silo’da, elbette. Gayet iyi.” “Peki ya annen?” “Bazen iyi. Bazen kötü. Aynı yani.” “Evet,” dedi kadın düşünceli; kaşığını kâseye batırdı. “Bir anne için oğullarından ayrı olmak çok zor... korkunç.” Tarık söze karıştı: “Öğle yemeğine kalacak mısın?” “Kalmalısın,” dedi annesi de. “Şorva yapıyorum.” “Zahmet vermek istemem.” “Zahmet mi?” dedi kadın. “Birkaç haftalığına ayrı kaldık diye yabancı mı olduk yoksa?” Leyla kızardı, gülümsedi. “Peki, kalırım.” “Tamam, anlaştık.” Işin doğrusu, Leyla karnını kendi evinde doyurmaktan ne kadar haz etmiyorsa, Tarık’ların evinde yiyip içmeye de o kadar bayılıyordu. Burada, kimse tek başına yemezdi, sofraya hep ailece oturulurdu. Kullandıkları e latun, plastik bardaklar, sürahide mutlaka yüzen çeyrek limon, öyle hoşuna gidiyordu ki. Her öğüne bir kâse taze yoğurtla başlamaları, her şeye, hatta yoğurda bile turunç sıkmaları, küçük, zararsız, şakalarla birbirlerine takılmaları harikaydı. Yemek sırasında sohbet hiç kesilmezdi. Ailece Peştun olmalarına karşın, Leyla’nın yanında, onun hatırına sürekli Farsça konuşurlardı; her ne kadar kız onların özgün dili olan Peştuncayı az çok anlıyor olsa da (okulda öğrenmişti). Babi halklar arasında gerginlik olduğunu söylemişti, azınlık olan Taciklerle, Afganistan’ın en geniş etnik grubunu oluşturan Peştunlar arasında. Tacikler oldu bitti dışlandıklarını, küçümsendiklerini hissederler, demişti Babi. Bu Download 1.16 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling