Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti
Kutsal Kitap, Eski Ahit, Yaratılış, 24:18 (Rebeka, “İç efendim,” diyerek hemen testisini indirdi, içmesi için ona uz attı.) (Y.N.) 59
Download 1.77 Mb. Pdf ko'rish
|
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s
58. Kutsal Kitap, Eski Ahit, Yaratılış, 24:18 (Rebeka, “İç efendim,” diyerek hemen testisini indirdi, içmesi için
ona uz attı.) (Y.N.) 59. Adı “Gelinkuyusu Zindanı” anlamına gelen Eski Londra’da bir hapishane (Y.N.) 60. (Fr.) İşte Mr. Rochester geliyor! (Y.N.) 61. (Fr.) Durum. (Y.N.) XIX İçeri girdiğimde kitaplık sessiz, dingindi; Sibylla 62 –gerçek bir Sibylla’ysa yani– şöminenin kenarındaki bir koltuğa keyfince kurulmuş oturuyordu. Sırtında kırmızı bir pelerin, başında da siyah bir şapka vardı... Yollu bir mendille çenesinin altından bağlanmış, geniş kenarlı bir çingene şapkası. Masa üzerinde sönük bir şamdan duruyordu. Kadın ateşe doğru eğilmiş, elindeki dua kitabına benzer ufak bir kitabı alevlerin ışığında okur gibiydi; çoğu yaşlı kadınlar gibi de okurken mırıldanıyordu. Ben girince okumasını kesmedi: Bitirecek bir yeri vardı anlaşılan. Ocağın önündeki halının üzerinde durdum; ellerimi ateşe tuttum. Salonda şömineden uzakta oturduğum için üşümüştüm biraz. Çok soğukkanlıydım; zaten çingenenin görünüşünde hiç de insanı telaşa verecek bir şey yoktu. Şapkasının kenarı yüzünü yarı yarıya gölgede bırakıyordu, ama gene de bunun garip bir yüz olduğu belliydi. Yağlı, kara bir derisi vardı; şapkanın altından da cadı saçına benzer karmakarışık perçemler taşmaktaydı. Gözlerini cüretle, dik bir bakışla gözlerimin ta içine dikti. Sonra, bakışı kadar keskin, yüzünün çizgileri kadar kaba bir sesle, “Ey, gel bakalım,” dedi. “Demek fal baktırmak istersin ha?” “Bence hava hoş, teyze,” dedim. “Sen istersen bak falıma. Ama önceden söyleyeyim: Öyle şeylere inanmam ben.” “Tam senden umulacak bir küstahlık bu. Bekliyordum zaten ben bunu. Kapıdan içeri girdiğinde ayak sesinden anladım.” “Öyle mi? Kulakların keskinmiş, öyleyse.” “Keskindir ya! Gözlerim de keskindir, beynim de.” “Bu meslekte hepsi gerek sana.” “Elbet... Hele senin gibi müşterilerle baş edebilmek için! Kız, sen neden tiril tiril titremiyorsun karşımda?” “Üşümüyorum da ondan.” “Neden benzin kül gibi olmuyor?” “Hasta değilim de ondan.” “Neden fal baktırmıyorsun bana?” “Aptal değilim de ondan.” Kocakarı başını eğerek, “Keh keh!” diye bir güldü. Sonra, kısacık, kapkara bir pipo çıkarıp yaktı, tüttürmeye başladı. Bir süre bunun keyfini sürdükten sonra, iki büklüm duran sırtını doğrulttu; piposunu ağzından çekti, gözlerini ateşe dikerek tane tane konuştu: “Üşüyorsun, hastasın, aptalsın!” “Kanıtla!” diye çıkıştım. “Birkaç sözcük yeter buna: Üşüyorsun; çünkü yalnızsın, içinde gömülü duran ateşi hiçbir insanın yakınlığı alevlendirmiyor. Hastasın; çünkü duyguların en güzeli, insanoğluna bağışlanan en tatlı, en yüce duygu senden uzak duruyor. Aptalsın; çünkü onca acı çekerken gene de mutluluğu yanına çağırmaktan kaçınıyorsun; onun seni beklediği yere doğru bir adım atmaya bile yanaşmıyorsun.” Kocakarı gene o kısa, kara piposunu ağzına götürdü, fosur fosur tüttürmeye başladı. “Benim bu konakta çalışarak ekmeğimi kazandığımı biliyorsun,” dedim. “Senin söylediklerin bu koşullar altında yaşayan herhangi birine uyabilir.” “Bu koşullar altında, diyorsun. Güzel, ama tıpkı tıpkısına bu koşullar altında yaşayan başka birini daha bul bakalım.” “İstersen binlerce kişi bulabilirsin kolayca.” “Bir tane daha bulamazsın. Senin haberin yok ama sen kimselere benzemeyen bir durumdasın. Mutluluğun çok yakınındasın... Evet, elini uzatsan yetişebilecek kadar yakın. Bütün hammaddeler hazır... İş bunları birbirine katmak için bir adım atmana bakıyor yalnızca. Yazgı bu hammaddeleri birbirinden uzak tutmuş biraz; ama bir kez birleştirdin mi artık mutluluğun sonu yok.” “Bilmeceli şeyleri anlayamam ben. Ömrümde tek bir bilmece çözmüş değilim.” “Daha açık konuşmamı istiyorsan avucunu göster bana.” “Para da istersin elbette, değil mi?” “Elbette ya!” Bir şilin verdim; cebinden çıkardığı bir çorabın içine koydu, çorabın ağzına bir düğüm çalıp gene cebine sokuşturdu. Sonra bana elimi uzatmamı buyurdu. Suratını avucuma doğru eğdi, elimi tutmadan, avucumu gözleriyle incelemeye başladı. “Çizgilerin çok ince,” diye söyledi. “Böyle avuçtan hiçbir şey çıkaramam ben. Zaten avuç dediğin nedir ki! İnsanın yazgısı avucunda yazılı değildir.” “Ben de o fikirdeyim,” dedim. “İnsanın yazgısı yüzünde yazılıdır. Alnında, gözlerinin uçlarında, gözlerin içinde, ağız çizgilerinde. Diz çök de başını bana doğru kaldır.” “Şimdi gerçeğe yaklaşmaya başladık!” dedim. “Bu gidişle çok geçmeden sana inanmaya başlayacağım.” Birkaç adım ötesinde diz çöktüm. Kadın ateşi eşeledi, korlardan bir ışıl pırıltısı yükseldi. O geride olduğu için yüzü büsbütün karanlıkta kalmış, benim yüzümse aydınlanmıştı. Yüzümü bir süre süzdükten sonra, “Bana bu akşam ne gibi duygularla geldiğini bilmek isterdim,” dedi. “İçerideki salonda, kibar takımından kişiler, kukla perdesinin üzerindeki görüntüler gibi çevrende kıpırdarken, saatler saati neler düşünür, neler hissedersin, bilmek isterdim. O kişiler gerçekten insan değil de hayal olsalar, senden ancak bu kadar uzak kalabilirler!” “Salonda otururken çoğu zaman yoruluyorum; arada uykum geliyor; ama hiçbir zaman üzüntü duymuyorum.” “Öyleyse seni ayakta tutan, geleceğe ilişkin kulağına tatlı şeyler fısıldayan gizli bir umudun var demek.” “Hiç de değil! Benim en parlak umudum para biriktirip günün birinde küçük bir kira evinde bir okul açmak.” “Bir ruhu beslemeye yetecek besin değil bu! O pencerenin içinde otururken... Görüyorsun ya, senin huylarını bile, biliyorum...” “Hizmetçilerden öğrenmişsinizdir.” “Hah! Kendini kurnaz sanıyorsun! Kim bilir, belki de hizmetçilerden öğrenmişimdir. Doğruyu söylemek gerekirse bir tanesiyle dostluğum vardır: Grace Poole.” Bu adı duyunca irkildim. “Ya!.. Öyle demek?” diye düşündüm. “Bu işin içinde gerçekten de bir şeytanlık var, desene!” Karşımdaki tuhaf yaratık, “Telaşa kapılma,” dedi. “Grace Poole’a güvenilebilir... Ağzı sıkı, sessiz sedasız kendi halinde. Kim olsa güvenebilir ona. Ama dediğim gibi: O pencerenin içinde oturduğun sırada, açacağın okuldan başka hiçbir şey düşünmez misin? Çevreni dolduran kişilerden hiçbirisiyle ilgilendiğin olmaz mı? İncelediğin tek bir yüz yok mu?.. Davranışlarını hiç olmazsa merakla izlediğin tek bir insan?” “Bütün yüzleri, bütün davranışları incelemekten hoşlanırım ben.” “Herhangi birini ötekilerden ayırt ettiğin olmaz mı hiç? Bir ya da iki kişi?” “Olur elbet! İki kişinin davranışları, bakışları bir öykü anlatır gibiyse bunu seyretmeye bayılırım.” “Hangi öyküye bayılırsın en çok?” “Öykülerin çeşidi pek bol değildir ki!” diye güldüm. “Hep aynı konu üzerine kurulur bunlar: Kur yapmalar, umutlar, verilen sözler, sonunda hep aynı felaket: Yani, evlenme.” “Bu tekdüze konu hoşuna gitmiyor galiba?” “Hiç ilgilendirmiyor beni. Hiçbir şey söylemiyor bana.” “Hiçbir şey söylemiyor mu? Tut ki bir hanımefendi var... Genç, yaşam dolu, kanlı canlı, çekici, güzel, soy sop sahibi, zengin. Bu hanım kız da bir beyefendinin gözlerinin içine bakıyor. Tut ki sen de bu beyi...” “Evet, ben de bu beyi...” “Tanıyor, belki de... Beğeniyorsun.” “Ben buradaki beyleri tanımıyorum. Hiçbiriyle aramda tek bir konuşma geçmedi gibi bir şey. Onları beğenmeye gelince... Hepsi de ya efendi, kalantor beyler ya da genç, cerbezeli, yakışıklı, şen. Ama onların gözlerinin içine kim isterse bakabilir. Bu bakışlar beni zerrece ilgilendirmez.” “Buradaki beyleri tanımıyorsun ha? Hiçbiriyle aranda hiç konuşma geçmedi ha? Ya bu evin efendisi?” “Kendisi şimdi burada değil ki?” “Deryalar gibi bir söz! Kurnazca bir kaçamak! Evin efendisi bu sabah Millcote’a gitti. Bu gece ya da yarın dönecek. Demek evden çıkar çıkmaz senin tanıdıklarının listesinden de çıkıyor... Handiyse yeryüzünden siliniyor, öyle mi?” “Yok, ama senin açtığın konunun Mr. Rochester’la ne ilgisi var, anlayamıyorum.” “Beylerin gözünün içine bakan hanımları konuşmuyor muyduk? Şu son zamanlarda da Mr. Rochester’ın gözlerinin içine o kadar çok bakılıyor ki zavallı gözler dolmuş, taşıyor sanki! Hiç ayrımsamadın mı bunu?” “Konuklarından yakınlık, iltifat görmek Mr. Rochester’ın hakkıdır.” “Hakkı olduğu hiç kuşkusuz! Ama, hiç dikkat etmedin mi, bu konaktaki son günlerde söylenen aşk, evlilik masallarından en canlısı, en hareketlisi Mr. Rochester üstünedir?” “Dinleyenin merakı anlatanın diline hız verir,” dedim. Kendi kendime konuşur gibi söylemiştim bunu. Çingene kadının tuhaf konuşmaları, o acayip sesi, davranışı beni bir düş dünyasına daldırmış gibiydi. Kadının dudaklarından dökülen her cümle beni bir öncekinden daha çok şaşırtıyordu. Öyle ki sonunda bir gizem ağıyla sarılmış gibi oldum. Haftalardan beri gönlümün başucunda oturan bir görünmez ruh bütün duygularımı izlemiş de bir yana yazmıştı sanki. Çingene kadın, “Dinleyenin merakı!” diye benim sözlerimi yineledi. “Evet, Mr. Rochester saatler saati oturuyor, o nefis dudakların anlattığını merakla, hevesle dinliyor. O dudakların da böyle bir dinleyiciye birçok şeyler anlatmaktan büyük zevk duyduğu belli oluyor. Mr. Rochester kendisini böyle her gün oyalayıp eğlendirdiği için o hanıma çok minnettar görünüyor. Hiç ayrımsamadın mı sen bunu?” “Minnettar mı? Ben onun yüzünde minnet ifadesi gördüğümü anımsamıyorum.” “Demek ki bakıyor, inceliyorsun! Peki, minnet ifadesi görmedinse ne ifadesi gördün bakalım?” Sesimi çıkarmadım. “Aşk ifadesi gördün, değil mi? Geleceği düşününce onun evlendiğini, aldığı kızın çok mutlu olduğunu gördün.” “Hıh! O kadar da uzun boylu değil! Senin büyücülüğün her zaman sökmüyor demek!” “Ne gördün bakalım öyleyse?” “Seni ilgilendirmez. Ben buraya soru sormaya geldim, sorguya çekilmeye değil. Mr. Rochester’ın evleneceği kesin mi yani?” “Evet. Dilber Blanche Ingram’la.” “Yakın zamanda mı?” “Görünüşe bakılırsa böyle bir sonuç çıkarılabilir. Son derece mutlu olacaklarından da hiç kuşkum yok. Sen bundan kuşku duyuyorsun, ama bu küstahlığından ötürü sana ceza vermek gerek. Böyle alımlı, akıllı, hünerli bir hanımı sevmemek Mr. Rochester’ın elinde olamaz. Hanım da onu seviyordur. Onun kendisini sevmese de kesesini sevdiği belli. Rochester’ların servetini, mülkünü düşündükçe ağzının suyu akıyor, bunu biliyorum. Ama (Tanrı günahımı bağışlasın), biraz önce hanım kıza bu konuda öyle bir şey söyledim ki bütün keyfi kaçtı. Suratından düşen bin parça olacak neredeyse! Mr. Rochester’ın kulağını bükmek isterim: Dikkatli olsun. Kızımızın karşısına daha zengin, daha varlıklı bir isteyen çıkarsa beyimizin pabucu dama atıldı demektir!” “Ama, teyzeciğim... Buraya Mr. Rochester’ın falını dinlemeye gelmedim ben. Kendi falıma baktırmaya geldim oysa sen bana hiçbir şey söylemiyorsun.” “Senin falın daha oturmamış. Yüzüne baktım da... Bir çizgi öbürünün zıddını söylüyor. Alın yazın sana bir ölçü mutluluk bağışlamış... Bu kadarını biliyorum. Ama bunu bu akşam buraya gelmeden de biliyordum. Yazgın, senin mutluluğunu dikkatle ayırmış bir köşeye. Elini uzatıp da bunu kavramak sana bakıyor. Bunu yapacak mısın? Benim incelediğim sorun işte bu! Gene diz çök bakayım şu halının üstüne.” “Uzun etme, ama! Ateş yakıyor beni.” Dizüstü çöktüm. Çingene kadın bana doğru eğilmedi. Arkasına yaslanarak süzdü yüzümü. Bir yandan da mırıldanıyordu: “Alev yanıp sönüyor gözlerinde. Çiy taneleri gibi ışıldıyor, bakışların ifadesi durmadan değişiyor. Gülmediği yerde üzgün. Gözkapakları belirsiz bir uykuyla ağırlaşmış ki, bu yalnızlığın verdiği hüznü belirtir. Şimdi de kaçıyor bu gözler benden. Pek incelenmeye gelemiyorlar. Bu sonuçların doğruluğunu alaylı bir bakışla yadsımaya yelteniyor; duygulu, üzgün olduğunu üstlenmeye yanaşmıyor. Ama bu onur, bu çekingenlik benim düşüncelerimi kesinleştirmeye yarıyor. Beğendim bu gözleri. Dudaklara gelince; arada gülmekten hoşlanıyor. Beynindeki düşünceleri ortaya vurmaktan hiç korkmuyor, ama gönülle ilgili deneyimler konusunda sessiz kalacağını sanırım. Biçimli, ifadeli, anlamlı bir ağız bu. Yalnızlık için yaratılmış değil! Çok konuşup çok gülmesi gereken bir ağız. Başlıca konusunun da insan sevgisi olması gerek... Bu ağız da iyi. Yüz çizgilerinde açık bir şansı önleyecek tek şey olarak yalnızca şu alnı görüyorum. Bu alın sanki: ‘Yaşam koşulları ve onurum gerektirse ben yalnız da yaşayabilirim. Mutluluk alabilmek için ruhumu satmama gerek yok!’ diyor. ‘Bütün dış nimetler benden uzak tutulsa ya da karşılığında benim veremeyeceğim bir fiyat istense bile, içimde Tanrı vergisi öyle bir zenginlik var ki beni yaşatmaya yeter,’ diyor. Evet, bu alın diyor ki: ‘Benim içimdeki us sımsıkı durur, dizginleri de elinde tutar. Duyguların gemi azıya alarak korkunç uçurumlara doğru sürüklenmesine olanak vermez. Tutkular aslında çılgındır; bırakırsan tozu dumana katarlar. İstekler de kendi hallerine kalsa, bir sürü boş hayallere, kof umutlara kapılırlar. Ama benim içimdeki us her tartışmada en son sözü söyler. Kasırga, deprem, yangın gelip geçebilir başımdan... Ama ben vicdanın buyruklarını yorumlayan o yavaş, serin sesin gösterdiği yoldan ayrılmam.’ İşte böyle diyor senin alnın... Aferin sana, alın! Senin düşüncelerine saygı göstereceğim. Ben tasarılarımı kurdum. Bence haklıdır, doğrudur bu tasarımlar; çünkü kurarken vicdanın buyruklarına, usun öğütlerine kulak verdim. Sunulan mutluluk kadehinde tek bir utanç tortusu, tek bir pişmanlık tadı bulunursa ruhlar nasıl söner, renkler nasıl hemen solar, biliyorum. Özveri, acı duygular, uygunsuz işler... Bana göre değil! Mutluluk vermek istiyorum, kanlı gözyaşlarının akmasına yol açmak değil. Mutluluk ekip gülücük, sevgi, tatlı söz biçmek istiyorum... Ama yeter! Bir tür mutluluk cinneti geçirdim de sayıklıyorum galiba. Şimdi, şu dakikayı ad infinitum 63 uzatabilmeyi ne kadar isterdim! Ama cesaretim yok! Şu âna kadar kendimi pek iyi çekip çevirdim. Kendi kendime verdiğim sözlere uygun davrandım. Daha ileri gidersem irademin dışına çıkabilirim. Ayağa kalk, Jane Eyre... Yanımdan git artık. Oyun bitti, perde kapanıyor!” Neredeydim? Uyanık mıydım, yoksa uyuyor muydum? Düş mü görmüştüm? Hâlâ düş mü görüyordum? Kocakarının sesi değişivermişti. Konuşması, davranışı, her şeyi o anda bana aynada gördüğüm kendi yüzüm kadar, kendi sesim, konuşmam kadar tanıdıktı. Ayağa kalktım, ama gitmedim. Ondan yana baktım. Ateşi karıştırıp alevlendirdim, gene baktım. O, mendiliyle şapkasını yüzüne yaklaştırıp örttü, eliyle çıkıp gitmemi imledi. Şöminede parlayan ateş, uzanan elini aydınlatmıştı. Şimdi dikkat kesilmiş, gözlerimi, bir şeyler keşfedebilmek için dört açmış olduğumdan, bu eli o saat ayrımsadım. Acuze eli falan değildi bu! Kalın, güçlü parmaklarıyla dinç bir eldi; serçeparmağında geniş bir yüzük ışıldıyordu. Öne doğru eğilerek baktım; şimdiye kadar belki yüzlerce kez görmüş olduğum taşı tanıdım. Kadının yüzüne baktım gene. O, şimdi başını öte yana çevirmek şöyle dursun, tersine, şapkasını, mendilini de çıkarıp atmış, yüzünü ileri uzatmıştı. O tanıdık ses, “Peki, Jane, tanıyabildin mi beni?” diye sordu. “Bir de şu kırmızı pelerini çıkarırsanız, efendim...” “Bağı düğüm olmuş da... Yardım et bana.” “Koparın, gitsin.” “Peki öyleyse... ‘Açıl, kilit açıl!’ 64 ” Efendim, çingene kılığından sıyrılarak ortaya çıkıverdi. “Kusura bakmayın ama efendim... Bu ne tuhaf iş böyle!” “Ama iyi başardım değil mi? Doğru söyle?” “Öteki hanımlara karşı durumu iyi kıvırdınız sanırım.” “Sana karşı kıvıramadım, öyle mi?” “Bana karşı bir çingene kadın gibi davranmadınız ki!” “Ne gibi davrandım öyleyse? Kendim gibi mi?” “O da değil... Anlaşılmaz bir tutum takındınız. Kısacası, yanılmıyorsam benim ağzımdan laf almaya çalışıyordunuz, efendim. Saçma sapan şeyler söylüyordunuz ki ben ileri geri konuşayım diye. Hiç de dürüst bir davranış değil bu, efendim.” “Beni bağışlıyor musun, Jane?” “Bir düşünüp taşınmadan söyleyemem. Kendimi pek gülünç bir duruma sokmamışsam sizi hoş görmeye çalışırım. Ama doğru değildi bu yaptığınız.” “Hiç merak etme, Jane... Pek usturuplu konuştun... Dikkatli, suya sabuna dokunmadan, sağduyulu laflar ettin.” Konuşmamızı aklımdan geçirince ben de bu sonuca vardım. Avutucu bir düşünceydi bu. Yalnız ne var ki, görüşmemizin ta başlangıcından beri tetikteydim, işin içinde bir oyun sezer gibi olmuştum. Çingenelerin, falcıların bu sözde kocakarı gibi konuşmadıklarını biliyordum. Sonra, onun sesini değiştirmeye, yüzünü saklamaya çalışması da gözümden kaçmış değildi. Ancak, Grace Poole’dan kuşkulanmıştım ben... O canlı bilmece, o gizlerin gizi! Mr. Rochester aklımın ucundan bile geçmemişti doğrusu. “E, neler düşünüyorsun böyle, arpacı kumrusu gibi?” diye sordu. “O ciddi gülümseyiş ne anlama geliyor?” “Şaşkınlık, efendim. Size şaşıyorum, daha çok da, aldanmadığım için kendi kendimi kutluyorum... Artık gidebilirim, değil mi?” “Yok, kal bir dakika. Şu salondakiler neler yapıyor, anlat.” “Çingene kadını konuşuyorlardır, sanırım.” “Otur biraz. Neler dediklerini bilmek isterim.” “Pek kalmasam iyi olur, efendim. Saat on bire geliyor olsa gerek. Ha... Bakın, şimdi aklıma geldi... Bugün siz gittikten sonra Thornfield’e bir yabancı konuk geldi. Haberiniz var mı bundan?” “Yabancı mı? Yo... Kim acaba? Benim hiçbir beklediğim yoktu. Gitti mi sonra?” “Hayır, efendim. Sizin çok eski dostunuz olduğunu, bu yakınlığınıza güvenerek siz gelinceye kadar bekleyeceğini söyledi.” “Bak hele! Peki, kimmiş, söyledi mi?” “Mr. Mason’muş, efendim. Antil Adaları’ndan geliyormuş. Jamaika’daki Spanish Town’dan, yanılmıyorsam.” Efendim yanı başımda duruyordu bu sıra. Beni bir sandalyeye oturtmak isteyerek elimi tutmuştu. Ben gelen yabancının adını söyler söylemez parmakları bir kasıntıyla bileğime sımsıkı yapıştı, dudaklarındaki gülümseyiş dondu, soluğu birden kesilir gibi oldu. “Hasta mısınız, efendim?” diye sordum. “Jane, beynimden vuruldum ben... Beynimden vuruldum, Jane!” dedi. Sendeliyordu. “Bana yaslansanız,” dedim. “Bir kez daha dayanmıştım senin omzuna, Jane. Bırak gene dayanayım.” “Elbet, efendim. Koluma da girin, isterseniz.” Oturdu, beni de yanına oturttu. Elimi iki eli arasına almış, ovuşturuyor, son derece dertli, tasalı bir ifadeyle yüzüme bakıyordu, “Küçük arkadaşım benim!” dedi. “Issız bir adada seninle baş başa olmak isterdim. Dertlerimden, öfkelerimden, korkunç, iğrenç anılarımdan sıyrılabilmek isterdim.” “Size bir yardımda bulunabilir miyim, efendim? Size hizmet edebilmek için ömrümü feda ederim.” “Jane... Yardım gerekiyorsa bunu senden dileyeceğim. Buna inanabilirsin.” “Teşekkür ederdim efendim. Ne yapılacağını söyleyin bana. Elimden geldiğince başarmaya çalışırım.” “Öyleyse, bana yemek salonundan bir kadeh şarap getiriver. Herkes masaya oturmuş olsa gerek şimdi. Bak bakalım, Mason da onlarla mı, neler yapıyor, gel bana anlat.” Yemek salonuna gittim, onun dediği gibi herkesi yemekte buldum; yalnız, masa başında değildiler. Yemek açık büfe olarak hazırlanmıştı; herkes tabakları, bardakları ellerinde, küme küme dağılmıştı. Herkesin keyfi iyice yerinde görünüyordu, gülüşüp konuşmalar yolundaydı. Mr. Mason da şöminenin yanında Albay Dent ve karısıyla konuşmaktaydı; onun da herkes gibi şen şakrak bir hali vardı. Bir bardağa şarap doldurdum (Blanche Ingram’ın beni çatık kaşla süzdüğünü gördüm; haddime düşmeyen bir iş yaptığımı sanıyordu anlaşılan!) gene kitaplığa döndüm. Efendimin o deminki korkunç solgunluğu geçmiş, eski sert, azimli hali geri gelmişti. Bardağı elimden alarak, “Senin sağlığına içiyorum, İyilik Perisi!” dedi. “Jane, ne yapıyor içerdekiler?” “Gülüşüp konuşuyorlar.” “Tuhaf bir haber almış gibi ciddi, meraklı, şaşkın bir durumları yok mu?” “Hiç yok, efendim. Şakalaşmalar, kahkahalar gırla gidiyor.” “Ya Mason?” “O da neşeliydi.” “Bütün o salondakiler tek vücut olarak gelip benim yüzüme tükürseler sen ne yapardın, Jane?” “Elimden gelse onları kapı dışarı ederdim, efendim.” Mr. Rochester şöyle bir gülümsedi: “Ya da ben şimdi salona girsem, onlar bana soğuk soğuk baksalar, aralarında alaylı bir şeyler söyleseler, sonra birer birer beni bırakıp gitseler... O zaman ne yapardın? Sen de onlarla gider miydin?” “Ne münasebet, efendim! Öyle bir durumda sizin yanınızda kalmak belki daha hoşuma giderdi.” “Beni avutmak için mi?” “Evet, efendim, sizi avutmak için... Elimden geldiğince.” “Ya seni benim yanımda kalmaktan alıkoyan bir yasak çıkarsalar?” “Böyle bir yasaktan benim haberim bile olmaz. Olsa da vız gelir bana!” “Demek, herkesin seni kınamasına benim uğruma göğüs gererdin, öyle mi?” “Bağlılığımı hak eden herhangi bir dostum için yapardım bunu, efendim.” “Şimdi gene salona dön. Usulca Mason’ın yanına sokul. Benim geldiğimi, onu görmek istediğimi kulağına fısılda. Al, buraya getir onu. Ondan sonra gidebilirsin.” “Peki, efendim.” Onun dediğini yaptım. Salondakilerin şaşkın bakışları arasında, aralarından geçerek Mason’ın yanına gittim; diyeceğimi dedim, sonra onun önünden yürüyüp dışarı çıktım. Ona kitaplığı gösterdim, ben yukarı çıktım. Geç bir saatte (ben yatalı epey oluyordu), konukların yatak odalarına çekildiklerini duydum. Efendimin sesini tanıdım. “Şuradan, Mason, işte senin yatak odan,” diyordu. Neşeli konuşmuştu. Onun bu şen sesi içimi rahatlattı, çok geçmeden uykuya daldım. 62. Yahudi ve Hıristiyan inanışında kabul gören, yakın geçmişte yaşanmış olayları bilerek güven kaz anan; sonra da geleceğe ilişkin kehanetlerde bulunan mitolojik kahraman, kâhin. (Y.N.) Download 1.77 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling