Orhan pamuk
Download 1.5 Mb. Pdf ko'rish
|
Cevdet Bey ve Ogullari ( PDFDrive )
31
UYANIŞ? Gene Beyoğlu'nda, o sefil meyhanede, insanların ve uğultunun içinde, önünde bir kadeh rakı ve küçük tabak beyaz leblebiyle oturuyor, birazdan randevuevine, sonra sinemaya, iki yıl sonra da ölüme gideceğini düşünüyordu; çünkü koca kış geçmişti, mayıs gelmişti, ama bütün hayatını bağladığı şiir kitabı ciddiye alınacak hiçbir yankı yapmadan unutulup gitmişti. "Tıpkı ok yanusa atılmış bir taş gibi!" diye düşündü Muhittin ve bu dü şüncede de şairliğinin izlerini bularak öfkelendi. Kendi hayatının da iki yıl sonra okyanusa atılan taş gibi hiçbir yerde yankılan madan, hiçbir şeyi değiştirmeden unutulacağını aklından geçirdi. Sonra, başkalarında hiç olmadığına karar verdiği, bu gencecikken -unutulma ve yok olma düşüncesini cesaretle göğüslemesindeıv lam kendine bir kahramanlık payı çıkarıyordu ki, karşısındaki masaların birinden bir ihtiyarcığın, hayır, kırkbeş elli yaşlarında bir adamcağızın kendisine dikkatle ve dostlukla bir daha ve uzun uzun baktığını görerek meraklandı. İlk anda adam Muhittin'de bir ihtiyar izlenimi uyandırmıştı, çünkü yüzünde ihtiyarlara özgü, görmüş geçirmiş o hoşgörülü gülümseyiş vardı. Şimdi ama, başka türlü bakıyor sanki, "Ben seni biliyorum. Seni çok iyi tanıyor, ruhunu okşuyor ve senin için üzülüyorum!" diyordu. Böyle kararlı, kesin ve derine inen bir bakış Muhittin'in az rastladığı rahatsız edici bir şeydi. Üstelik şimdi, üçüncü keredir ki kendi üzerinde rahat rahat geziniyor, orada olup olmadığını yokluyormuş gibi dönüp dolaşıp gene kendisini buluyordu. Muhittin bu sefer adama, bu meyhanede takındığı o sert, düşmanca yüzle baktı, ama onda gerrero ilk gördüğü yu muşak ve hoşgörülü gülümseyişi görünce kendisi de gülümsedi. Bunun üzerine adam ayağa kalktı, sanki ince ve uzun gövdesinin ne kadar hafif, ne kadar genç olduğunu göstermek istiyormuş gibi, tüy gibi farkedilmcz birkaç adımla gelip karşısına oturuverdi. Sonra hoşgörülü gülümseyiş yerini ağırbaşlılığa bıraktı. "Siz Muhillin Nişancısınız, değil mi?" dedi adam. "Sizi ta nıyorum!.." 295 Muhittin acele ve telâşla ceplerini karıştırır gibi bilincini yokladı, ama karşısındaki yüz hiçbir çağrışım yapmadan rakının gevşettiği görüntüler arasında kayıp gitti. "Tanıyamadınız tabii," dedi adam. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum, çünkü babanızı biliyorum. Sizi de Halit Yaşar Yaymevi'nde görmüştüm bir kere. Siz dışarı çıkıyordunuz. Yayımcı Halit Yaşar sonra sizden sözetti. Kitabınızdan bir tane bana verdi. Evet, kitabınızı okudum. Ama kendimi tanıtmadım: Mahir Asaf. Ya da Mahir Altaylı..." Alçakgönüllü bir tavırla elini uzattı. "Çok memnun oldum!" dedi Muhittin. Adamın sert ve büyük elini sıktı. "Rahmetli babanızı tanıdığımı söylemiştim," dedi adam. "Yedinci ordudan tanıyorum. Filistin'de beraberdik. Nişancı soyadını almaya hakkınız var!" "Belki de Nişancıoğlu olmalıydı!" dedi Muhittin. Küçük, eski, saçma bir sıkıntıyı hatırlamış, laf olsun diye söylemişti. "Ne farkeder? Burada önemli olan, sizin bir Türk askerinin oğlu olmanız ve bunun farkında olmanız... Evet, anlıyorum ne düşündüğünüzü!" Yüzünü buruşturarak elini meyhanenin içinde gezdirdi. "Böyle bir yere kaç yıldır ilk defa geliyorum ben Muhittin Bey, kaç yıldır ilk defa! Gördüklerim, şu insanlar beni çok üzdü. Anlatacağım, ama sizi sıkmıyorum ya?" Muhittin ister istemez: "Rica ederim," dedi. Canı sıkılmaya başlamıştı bile. Sıkı bir ahlakçıyla, bir öğretmenle karşılaşmaya hazırlanıyormuş gibi hırçınlaşmıştı. Ama gene de, adamın sözlerinde insanı meraklandıran, çeken bir şey vardı. Üstelik şiir kitabını okuyan ikiyüzelli kişiden biriydi bu. "İzninizle, o zaman şuradaki bir arkadaşıma haber bırakayım!" dedi Mahir Altaylı. Kalkıp az önce oturduğu masaya gitti. Orada birine birşeyler söyledi. Döndü, geldi, oturdu: "Beni neredeyse zorla getirdiler buraya!" dedi. "Okuldan çıkmış eve gidiyordum. Sağlığım askerliğe elvermiyor. Ordudan ayrıldım. Kasımpaşa Lisesi'nde edebiyat öğretmeniyim! Siz de mühendissiniz değil mi?" Gene o her şeyi bilen, insanın içinden neler geçtiğini okuyan bakışla gülümsedi. Muhittin: "Evet mühendisim!" dedi. Sonra "Acaba benim 296 hakkımda başka ne biliyor?" diye düşündü ve şiir kitabının arkasında mühendis olduğunun yazıldığını hatırladı. "Evet, buradaki insanları görünce üzüldüm. Sakın beni yobaz sanmayın: İçki de içlim gençliğimde... Ama buradaki bu ruhsuz, inançsız havayı görmek bir Türk olarak üzdü beni!" "Bir Türk olarak!" diye düşündü Muhittin. Birşeyler sezer gibi oldu, şaşırdı, içinden buradan kalkıp kırmızı lambalı odaya girmek, kendi kendine kalmak geldi. "Sonra sizi gördüm burada, tanıdım! İşte dedim kendi kendime, çelik gibi, cıva gibi bir delikanlı, ama mutsuz. Gülün canım, istiyorsanız gülün, kendinizi tutmayın. Mutsuzsunuz, ama değil mi?" Muhittin, adamın kendinden emin haline sinirlendiği için "Hayır!" diyecekti, demedi; sustu. "Evet, biliyordum mutsuzsunuz!" diyerek gülümsedi Mahir Altaylı. Sonra bu sözlerin üzerine gülümsemenin yanlışlığını -farketmiş gibi ağırbaşlı, hüzünlü bir surat takındı. Ağlamaklı bir sesle: "Peki neden gencecik bir insan, neden böyle olsun?" diye inledi, ama pek de gülünç bir hali yoktu. Muhittin birden endişelendi. Burada ahlakçı öğretmen sesiyle bu adamın konuşmasına izin verirse, kendisine olan güveninden çok şey kaybedeceğini düşündü. Birisiyle buluşacağını, ya da başka bir yalanı söyleyip bu meyhaneden çıkmak istedi, ama nedenini iyi kavrayamadığı bir uyuşukluk ve merak onu ha reketten alıkoydu. "Şiirlerinizi okudum. Şiirlerinizi okuyup, orada kitapçıda gördüğüm yüzünüzü hatırlayınca mutsuz biri olduğunuzu anladım. Yetenekli ve mutsuz bir şair... İyi şiir yazmak için ilk bakışta her şey var gibi galiba sizde, ama bir şey eksik! O da bir ülkü! Hayatınızda bir ülkü yok!" Muhittin, "Ülkü?" diye düşündü. Bu kelimenin kendisine ne hatırlattığını araştırdı: "Ziya Gökalp... Bazı eski Türkçü şiirler... Ortaokula giden halasının oğlunun okuma kitapları... İkiyüz lülüklerini gizleyemeyecek kadar aptal bazı yazarların gazete lerdeki makaleleri... Gülünç şeyler..." "Siz hiç, bir Türk olduğunuzu düşündünüz mü?" dedi Mahir Altaylı. / 297 Muhittin gülümsedi. Sonra birden ilk defa adama saygısızlık ettiğini düşündü. Onun gönlünü alacak bir cevap aradı, bulamadı. Biraz düşündü sonra: "Ben bir kadeh daha içeceğim!" dedi. Garsona seslendi. Onun her gelişinde, bir tabak leblebiyle, bir kadeh rakı içmesine alışkın olan garson bu ikinci kadehi şaşkınlık ve olgunlukla karşıladı. "Siz hiç, bir Türk olduğunuzu düşündünüz mü?" diye yeniden sordu adam. Bu sefer, "Senin hakkında vereceğim yargı şimdi söyleyeceğin söze bağlı! Söyleyeceğin söze göre, demin yaptığım gibi seni övebîtîrim de, küçümseyebilirim de!" diye düşünü yormuş gibi dikkatli, ağırbaşlı bir tavır takınmıştı. Muhittin'in içinden hem şu öğretmenin burnunu sürtecek, canını sıkacak bir cevap vermek, hem de onun öfkelenip masadan kalkmasına yol açmayacak birşeyler söylemek geliyor, ama ağzından hiçbir şey dökülmüyordu. Sonunda: "Düşündüm, ama bundan ne çıkar ki!" diye söylendi. Mahir Altaylı üzgün, ama bağışlayıcı: "Böyle düşüneceğinizi biliyordum!" dedi. Üzerine biraz önceki o çok görmüş, hoşgörülü ihtiyar hali gelmişti. "Ama mutsuzluğunuzun Hn sebebi budur: Bunu, bir Türk olduğunuzu üzerinde durarak hiç düşünmü yorsunuz. Oysa bir Türksünüz siz, babanızı biliyorum. Bu çok önemli bir şey. Sarılmanız gereken ülkü işte burada!" İşaret parmağını masanın üzerindeki bir noktaya bastırmıştı. Muhittin, adamın etli işaret parmağının dokunduğu noktaya baktı. Sonra başını kaldırıp karşısındaki babacan, hoşgörülü, gülünç yüzü inceledi ve adama kızamayacağını, olsa olsa onu küçümseyeceğini anladı. Ama bu küçümseyiş de durup dururken masasından kalkıp yanına gelen, şiirlerini okumuş olan, gülünç olmak pahasına birşeyler söylemeye çalışan bu adamcağıza duyduğu yakınlığın yanında önemsiz gözüktü: "Anladım, bir Turancı bu!" diye düşünüyor, Turancılıkla, milliyetçilikle ilgili yargıları, bu konudaki küçümseyici, alaycı düşünceleriyle şimdi adama duyar gibi olduğu yakınlık arasında gidip geliyordu. "İşte, burada oturuyor, mutsuz bir hayat sürüyor, içkiyle kendinizi zehirliyorsunuz!" eliyordu Mahir Altaylı. "Çünkü bir ülkü yok hayatınızda. Neye bağlısınız hayatta? Dine mi? Hayır! Ailenize mi? Hayır! Mühendisliğe mi? Hayır!" Her seferinde 298 bir parmağını bükerek soruyor, her seferinde Muhittin'in boş bakışlarını görerek cevabı kendi veriyordu: "Bir kıza mı? Hayır! Zevke eğlenceye mi? Hayır! Bazı yaşıtlarınız gibi inkılâplara mı? O da hayır! Peki şiire mi? Evet buna hayır demiyorsunuz, ama ötekiler olmadan şiirin ne değeri kalır ki? Ötekileri belki küçümsemekte haklısınız... Ama bir şey var. Bir şey. Bir Türk- sünüz siz!" Parmağını gene masanın üzerine, aynı noktaya bastırdı. Muhittin gene, etli ve tombul parmağına baktı. Sonra, "Peki benden ne istiyor?" diye düşündü. "Herhalde benim doğru yola gelmemi, onun inançlarını benimsememi istiyor... Beni bu meyhanede gördü, biraz acıdı, yanıma geldi. Demek başkalarına acınacak biri olarak gözüküyorum!" "Bir Türk olmak! Bunu düşünün. Bir Türk olarak, bütün Türklerin ortak ülküsü için savaşarak toplumun içinde erimek. Toplumun, öteki bütün ırkdaşlarımızın arasına katılmak, onların hep birlikte mutlu olmaları için kendimizi unutmak... Sizin inandığınız tek şey şiir ve kendiniz. Şiir diye beğendiğiniz şeyler de, kitabınızdan anladım, orada Avrupalılar tarafından yazılan çirkin şeyler... Baudelaire değil mi? Çürümüş, esrarkeş bir Fransız! Oysa siz bir Türksünüz. Fransızlar Hatay'da ırkdaş larımıza neler yapıyorlar biliyor musunuz?" Birden heyecanlandı, öfkeyle neredeyse bağırarak söylendi: "Fransızlar Hatay'da ırkdaşlarımızın canına okuyor, siz Fransız şairlerine özenerek yeteneğinizi boşa harcıyorsunuz. Ah, Türk milleti! Ah, milletim ne zaman uyanacaksın?" Muhittin birden endişelendi. Az önce düşüncelerine katıl madığı adama söylemeye hazırlanıyordu, ama şimdi bunu kolay yapamazdı. Adamın hoşuna gideceğini düşünerek utangaç ve suçlu bir tavır takındı. İçinden adamı yatıştıracak birşeyler söylemek geliyor, ama alay etmekten, ya da böyle bir izlenim uyandırmaktan korkuyordu. İkinci rakı kadehini bitirirken: "Evet siz galiba haklısınız. Benim durumum hoş değil. Ama ne yapayım, başka türlü ola mıyorum!" diye mırıldandı. Mahir Altaylı bir cevap vermedi. Az önceki sözlerinin heye canını yatıştırmaya çalışıyordu galiba. Bir sessizlik başladı. 299 I .300 Muhittin: "Onun bir inancı var. Ne kadar saçma ve yanlış olursa olsun, böyle bir inancı olan insana çirkin gözükmeye mahkûmum ben!" diye düşündü. Sonra, ama bu inanç ve adamın öfkesi ona o kadar saçma ve boş gözüktü ki, öfkelendi: "Niye bu kadar heyecanlanıyor?" diye düşündü. "Bu kadar heyecanlanacak ne var?" Hatay'da olup bitenleri aklından geçirdi. Gazetelerde okumuştu: Bir seçim yapılacaktı, seçimden önceki sayım sırasında olaylar çıkıyor, yazılanlar doğruysa oradaki Türklere eziyet ediliyordu. "Peki bundan bana ne?" diye mırıldandı, ama bu düşünceyi ve kendini bayağı buldu. Randevuevini, kırmızı ampulü, kadını düşündü. Sonra bir zamanlar böyle şeylere verdiği değer, kendi yalnızlığını ve hayatını yüceltişini, mutsuzluğunu büyük bir oyun yapışı; bütün bunlar yüzeysel ve çirkin gözüktü. Birden bir gazetede okuduklarını hatırladı: "Bazı yerlerde tüyler ürpertici olaylar oluyormuş!" diye mı rıldandı. "Evet, Fransızlar bir Türk kahvesine ateş açmışlar, bonra bir Türk jandarmasını öldürmüşler. Beyrut'tan kamyonlarla Ermeni getiriyorlarmış..." Mahir Altaylı bu sefer çok heyecanlanmamıştı: "Birşeyler yapmak lâzım!" diye söylendi. "İki yıl önceki gibi İstanbul'da birşeyler yapılabilir..." Muhittin hatırladı; iki yıl önce gene bu Hatay davasıyla ilgili büyük bir yürüyüş olmuştu. Öğrenciler ve kalabalık Beyazıt'tan Taksim'e yürümüş, bazı yerlerde, polisle çatışır gibi olmuşlardı. "Hükümet böyle bir şeye izin verir mi?" dedi. Sonra garsondan bir kadeh rakı daha istedi. "Hah, hükümete kalırsak!" diye dudak büktü Türkçü öğ retmen. "Onlar bu meseleyi Fransızlarla anlaşarak çözmek is liyorlar... Düşmanlarımızla masaya oturacaklar... Barışçı çözüm... Buna inanmak ya aptallıktır ya da ihanet!" Gösterişli bir tavırla söylemişti bunları. Sonra fısıldar gibi ekledi: "O da Mersin'e gitti. Ama hiçbir'şey yapacakları yok. Size bunları rahatlıkla söylü yorum, ama başkalarına kolay söylemem!" Muhittin gösterilen güveni gülünç buldu. Sonra, "Bütün bunlar beni niye ilgilendirsin?" diye düşündü. "Mesela bütün Türklerin bir bayrak altında toplanması niye beni heyecanlandırsın?" İçinden dürüst ve açık olmak, içtenliğine biraz yakınlık duyduğu adama bütün düşüncelerini dökmek geldi. "Ben, ama böyle şeylere inanmıyorum ki!" dedi. "Bütün Türkler birlikte olsun bunun ne önemi var? Ben Turancılığı, ırkçılığı ve milliyetçiliği doğru bulmuyorum." "Siz kim oluyorsunuz da bunları söylüyorsunuz!" diye birden bağırdı adam. "Siz kim oluyorsunuz da Türkçülüğü küçüm- süyorsunuz..." Muhittin şaşırdı. Sağına soluna baktı, ama kimse oralı değildi: Meyhanenin her zamanki uyuşuk, kirli havası ağır ağır çürü- yordu. "Siz kim oluyorsunuz da Türk milliyetçiliğini doğru bul madığınızı söyleyebiliyorsunuz? Bu cesareti nereden buldunuz? Şu içkiden, çürüyen ruhunuzdan, hiçbir yere, hiçbir şeye kök salmadan kayıp giden şu mutsuz hayatınızdan mı? Rica ederim, kendinize gelin! Kendinizi düşünün. Ne olduğunuzu, ne yap tığınızı, kim olduğunuzu düşünün! Siz, siz kendinizden de, başkalarından da, her şeyden nefret ediyorsunuz! Bu topluma yabancısınız. Yalnız yabancı olsanız... Bu toplumun düşmanısınız. Şiirlerinizdeki, şu halinizdeki, sözlerinizdeki kendini beğen mişlikten utanın. Kendinizi bu kadar beğenmek için ne yaptınız? Hiç! Oysa yeteneklisiniz, zekisiniz, bunları biliyorum, kalkıp bu masaya boş yere oturmadım. Yazık size oğlum, yazık size. Size, milletimize yazık değil mi? Rahmetli babanızı tanıyorum. Yazık değil mi? Anlıyor musunuz beni?" Muhittin kendini bir vazo kırmış, bir sakarlık yapmış gibi suçlu hissederek adama bakıyor, "Haklı, haklı, kendimden başka hiçbir şey düşünmüyorum!" diye mırıldanıyordu. Ama aklının yete nekleri ve zekâsına ilişkin şu küçük övgüye daha çok takıldığının da farkındaydı. Türkçü öğretmen sözlerini bitirip gene o şaşırtıcı gülümseyişle, hoşgörülü babacan gülümseyişle yüzünü ay dınlatınca Muhittin içinden suçsuz, günahsız, temiz gözükme isteğinin geldiğini anladı: "Bana bunları söylüyorsunuz. Sanmayın ki ben durumumdan memnununı. Ben bu halimi hiç beğenmiyorum. Ama bu kötü ve dediğiniz gibi utanılacak durumdan kurtulmak için inanacak, sarılacak hiçbir şey bulamıyorum." "İşte Türkçülük! İşte milletinize kendinizi adamanız! İşle 30/ Türkçülük davası!" diye söylendi adam. Şu delikanlı nasıl oluyor da kendisine uzatılan kurtuluş meyvesini daldan kopartmıyor, nasıl oluyor da böyle konuşuyor diye düşünüyormuş gibi şaş kınlıkla başını sağa sola sallıyor, parmağını aynı noktaya bas tırıyordu. "Ben kötü biri değilim ki!" diye düşünüyordu. Muhittin "Kötü bir insan olsam kendimi öldürmeye karar veremezdim. Yalnızca zekâma değer veriyorum ve belki bu yüzden kötü gözüküyorum. Her şeyi düşündüğüm için böyleyim... Düşündüğüm için de şu Türkçülüğe belki inanamayacağım. Oysa şimdi böyle bir şey yapabilmeyi isterdim. Şu adama iyi bir şair olmazsam oluz yaşında kendimi öldürmeye karar verdiğimi söyleyeyim mi?" "Anlıyorum sizi!" dedi Mahir Altaylı. Bakışları da gene, "Ben senin ruhunu okuyor ve anlıyorum!" diyordu. "Sizi anlıyorum. Siz inanmadan önce düşünmek, anlamak istiyorsunuz. Bunu yaptığınız için de inanamıyorsunuz. Ama böyle mutsuzluktan kurtulamazsınız ki... Önce kendinizi duygularınıza bırakın! Önce inanın, heyecanlanın. Sonra aklınızı kullanırsınız... Böyle durup derinlemesine düşünmek... Bu insanı işte mutsuz yapar. Türkiye'de burada böyle düşünmek insanı toplumun dışına iter. Bunu benim kadar bilirsiniz. Burada düşünen yalnız kalır... Burada duygulanmadan düşünmek sapıklıktır... Hem her şeyi aklımızla nasıl kavrarız? Yaradılıştan bize yalnız akıl verilmemiş. Duygularımız da var! Türk bayrağını görünce, Hatay'da olup bitenleri öğrenince heyecanlanıyor musunuz?.. Biraz olsun heyecan yeter! Heyecanlanın, inanın, toplumun içine katılın, kendi aklınızı silin. İşte o zaman mutlu olacaksınız..." "Biliyorum!" dedi Muhittin umutsuz bir tavırla. Kendisine kurtuluş yolunu gösteren şu adam, bunun için gereken heyecanı da içinde uyandırsın istiyordu. "Biliyorsanız ne duruyorsunuz?" dedi Mahir Altaylı. "Her şeyi akılla kavramamak gerektiğini de anlıyorsanız sizi tutan hiçbir şey yok demektir. Biraz yüreğinizin sesine kulak verin. Yüreğiniz ne diyor? Hiç şüphem yok. 'Şimdiye kadarki hayatın için suç lusun!' diyordur. 'Beni dinlemediğin için mutsuzsun. Ben öteki Türkler için savaşmak istiyorum!' diyordur. İşte o sesi dinleyin. Yüreğiniz size düşmanlarınızın da kim olduğunu söylüyordur. 302 Düşmanlarınız bütün öteki milletler, Yahudiler, şimdi Fransızlar, Araplar, yarın başkaları, masonlar, komünistler, devletin içine sızan bütün yabancı unsurlar, rahmetli babanızın savaştığı bütün o yabancılardır." Türkçü öğretmen düşmanların değil, dostların adını sayıyormuş gibi hoşgörüyle gülümsüyordu. Muhittin, "Peki ben bunu yapabilir iniyim? Bir Türkçü olabilir miyim?" diye düşünüyor, Mahir Altaylı'nın sözlerini aklından geçiriyordu. Hayır sözler değildi onu etkileyen: Daha çok adamın tavırlarına, kendine olan güvenine, bazan sertleşen, öfkelenen, bazan da yumuşayan ve gülümseyen yüzüne tutuluyor, bütün bu şeylerde kendisinde olmayan başkalarında da pek rastlamadığı ve ilk bakışta anlaşılamayan bir düzen buluyor, buna şaşıyordu. Bütün bu düzenin zembereği, besbelli Türkçülük inancıydı. Mahir Altaylı tıpkı dakik bir saat gibi öfke gereken yerde öfke, hoşgörü gereken yerde hoşgörü gösteriyor, ama buna rağmen bir saat gibi mekanik ve ruhsuz da gözükmüyor, meyhanedeki yaratıkların hepsinden daha çok insana benziyordu. Muhittin birden, "Ben de onun gibi olacağım!" diye düşündü, ama bunun için önce ne yapması gerektiğini çıkaramadı. Bunu anlatmasını adamdan nasıl isteyebileceğini düşünürken, birden Mahir Al taylı'nın ayağa kalktığını gördü. = "Gidiyor musunuz?" "Gidiyorum. Böyle bir yerde daha fazla durmak insanı kirletir!" dedi Türkçü öğretmen. "Durun. Belki ben de çıkarını. Bana daha söyleyecekleriniz var mı?" diye mırıldandı Muhittin. "Ben size söyleyeceğimi söyledim ve görevimi yaptım oğlum!" dedi adam. Son kelimeyi söylerken gülmüş, babacanlık takınmıştı. "Gerisi artık size kalıyor. Beni görmek isterseniz liseye gelin. Ya da salı ve perşembe günleri Ötüken dergisine gelin!" Cüz danından bir kartvizit çıkarıp Muhittin'e verdi. "Bundan sonrası artık size kalıyor!" diyerek Muhittin'in elini sertçe sıktı. Sonra başını hafif hafif sallayarak, "Bundan sonra seni övebilirim de küçümseyebilirim de!" diye düşünüyormuş gibi dikkatle Mu hittin'e baktı ve ince gövdesini sanki fazla pisliğe bulaştırmak istemiyormuş gibi acele acele yürüdü. Muhittin elindeki kartvizite baktı: Mahir Altaylı, Kasımpaşa 303 Lisesi Edebiyat Öğretmeni, Kemeraltı Sokağı No. 14, Vezneciler... Muhittin bu kartviziti gülünç bulmadı. Download 1.5 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling