Rahmân ve rahim allah adîyle; ona dayanirim ben böLÜM


Download 1.74 Mb.
Pdf ko'rish
bet2/21
Sana22.04.2020
Hajmi1.74 Mb.
#100692
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   21
Bog'liq
Fîhi Mâ-Fîh - Mevlana (Çev.Abdülbaki Gölpınarlı) ( PDFDrive.com )


4. BÖLÜM - Birisi, burada birşey

unutmuşum dedi. (Mevlânâ) buyurdu ki:

Dünyada unutulmaması gereken birşey var.

Herşeyi unutsan da onu unutmasan korku yok.

Fakat herşeyi yerine getirsen, hatırlasan,

unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış

olursun. Hani bir padişah seni belli bir iş için bir

köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka



yüzlerce iş basarsan, hangi iş

için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya,

hiçbir iş başarmamış sayılırsın. Şu halde insan

dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur.

Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış

demektir. "Gerçekten de biz, arzettik emâneti

göklere ve yeryüzüne ve dağlara. Derken onlar,

onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular

ve onu yükledik insana; şüphe yok ki çok zalim

oldu, çok bilgisiz bir hale geldi o." O emâneti

göklere arzettik, kabul edemedi. Bir bak da gör,

göklerden aklı şaşırtan ne işler meydana

gelmede. Taşları

l'âl, yakut yapıyor; dağları altın, gümüş

madeni haline getiriyor. Bitkileri, yeryüzünü

coşturuyor, diriltiyor, ölümsüz cennete

döndürüyor. Yeryüzü de tohumları benimsiyor,

meyveler veriyor, ayıpları örtüyor, anlatılmasına

imkân bulunmayan yüz binlerce şaşılacak işler

başarıyor, şaşılacak şeyler meydana getiriyor.

Dağlar da çeşit-çeşit madenler veriyor.

Bütün bunları yapıyorlar, yapıyorlar amma

onlardan o bir tek iş

meydana gelmiyor da o tek işi insan



görüyor, başarıyor, "And olsun ki Ademoğul

arını ululadık" dedi,

"Göğü, yeri aluladık" demedi. Şu halde

insanın elinden bir iş geliyor ki ne göklerin

elinden geliyor o iş, ne yerlerin, ne dağların. O

işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne

bilgisizlik. Amma sen, o işi görmüyorsam bunca

iş görüyorum ya dersin; dersin amma seni öbür

işler için yaratmadılar ki. Bu, şuna benzer:

Padişahların hazinelerinde bulunabilen, değer

biçilmez bir çelik Hint kılıcını tutmuşsun da

kokmuş


öküz etine satır olarak kullanıyor, sonra da

boşu-boşuna bırakmadım ya, böylesine bir işe

kullanıyorum onu diyorsun. Yahut da zerresiyle

yüzlerce tencere alınabilen bir altın tencereyi

getirmişsin, içinde şalgam pişiriyorsun. Yahut da

mücevherlerle bezenmiş bir bıçağı kırık bir

kabağa mıh yapmışsın da diyorsun ki; İş

görüyorum; kabağı ona asıyorum, şu bıçağı

öylece bırakmıyorum ya. Acınacak, gülünecek

işler değil de nedir bunlar? O kabak, bir pul

değerindeki bir tahta, yahut demir çiviye de

asılabilirken yüz dinarlık bıçağı



bu işe kul anmak, akıl işi midir ki?

Ulu Tanrı, sana pek büyük bir değer

vermiştir. Buyurdu ki: "Gerçekten de Al ah,

cennet karşılığı olarak inananların canlarını, mal

arını satın almıştır."

Değer bakımından iki dünyadan da

artıksın;

Fakat neyleyeyim ki değerini sen

bilmiyorsun

Kendini ucuz satma; çünkü değerin pek

fazla senin.

Ulu Tanrı buyuruyor ki: Sizi de,

soluklarınızı da, vakitlerinizi de, mallarınızı da,

zamanınızı da satın aldım ben; bana harcarsanız,

bana verirseniz karşılığı ölümsüz cennettir;

değerin budur işte bence. Fakat sen, tutar da

kendini cehenneme satarsan kendine zulmetmiş

olursun. Hani o yüz dinarlık bıçağı duvara

saplayıp ona bir kabak, yahut bir testi asan kişi

gibi.


Şimdi gelelim sözümüze.

Bahane getiriyor da ben kendimi yüce işlere

harcamadayım. Fıkıh, hikmet, mantık, nücûm,

tıp, daha



da başka bilgiler öğreniyorum diyorsun.

Sonucu, bunların hepsi de senin içindir. Fıkıh

öğreniyorsan kimse elinden ekmeğini kapmasın,

elbiseni soymasın, seni öldürmesin de sağ-esen

kalasın diye öğreniyorsun.

Yıldız bilgisini öğreniyorsan gökyüzünün

hallerini, yıldızların yeryüzüne tesirlerini

anlamak, yeryüzünde ucuzluk mu olacak,

pahalılık mı; eminlik mi hüküm sürecek, korku

mu; bilmek için öğreniyorsun; bunların hepsi de

sana ait. Yıldız kutlu olur, kutsuz olur, senin

talihinle ilgiliyse bu da senin için. Düşünürsen

anlarsın ki temel sensin, onların hepsi de senin

parça-buçuğun. Parça-buçuğunda bunca yayılış,

bunca şaşılacak şeyler, bunca şaşılacak haller,

sonsuz âlemler olursa artık var da gör, sen

asılsın, sen de ne haller var. Çünkü parça-

buçuklarında bile can âleminde ne çıkışlar var,

ne inişler var, ne mutluluklar var, ne

kutsuzluklar var, faydalar var, zararlar var. Hani,

filân canda şu Özellik var, ondan şu iş meydana

gelir, filân şu işe yarar dersin ya.

Senin şu uykudan, şu yiyip içmeden başka

bir gıdan daha var. "Rabbime konuk olurum, o



beni doyurur, suvarır" denmiştir ya. Bu dünyada

o gıdayı unutmuşsun da şu gıdaya dalıp

gitmişsin; gece-gündüz bedeni beslemedesin.

Sonucu şu beden, atındır senin, bu dünya da o

atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz;

onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir

gıdası, gizli bir beslenmesi var. Fakat sana

hayvanlık üst olmuş da atın başucunda, atların

ahırında kalakalmışsın; ölümsüzlük dünyasının

padişahlarının, beylerinin safında yerin yok.

Gönlün orda amma beden üst olmuş da o

yüzden gönlün de bedenin buyruğuna uymuş,

ona tutsak olup kalmış. Hani Mecnun, Leylâ'nın

bulunduğu yere giderken aklı başında olunca

deveyi o tarafa sürerdi. Fakat bir soluk da

Leylâ'ya daldı mı

kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin

de köyde bir köşesi vardı. Fırsat buldu mu geri

döner, köye giderdi. Mecnun kendine geldi mi

bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin-

geriye dönmüş-gitmiş.

Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve,

başıma belâ oldu diye bağırıp deveden yere

atladı, yaya olarak yürümeye koyuldu.



Şiir:

Devemin dileği geride, benim dileğim

ilerde;

Dilekte onunla benim aramda ayrılık var.

(Mevlânâ) buyurdu ki:

Tanrı sırrını kutlasın Seyyid Burhâneddîn-i

Muhakkik söz söyler, sohbet ederken birisi,

senin medhini filândan duydum dedi. Seyyid, bir

göreyim, bakayım buyurdu, o filân da kim?

Kimin nesi? Beni tanıyacak, övecek bir derecede

mi? Beni sözle tanıdıysa tanımamış demektir.

Çünkü bu söz kalmaz; bu harf, bu ses kalmaz.

Bu dudak, bu ağız kalmaz. Bunların hepsi de

arazdır. İşimle tanıdıysa gene böyle. Yok, beni

zâtımla tanıdıysa o vakit anlarım-bilirim ki o,

beni övebilir, o övüş, bana aittir, beni övüştür.

Hikâye: Bu, şuna benzer hani. Derler,

anlatırlar ya; padişahın biri, oğlunu, yıldız, remil

bilgileriyle başka bilgileri öğrenmesi için hünerli

bir topluluğa vermişti. Çocuk, pek aptal olmakla

beraber bu bilgileri elde etmiş, tam usta olmuştu.

Bir gün padişah, yüzüğünü avucuna aldı, oğlunu

sınamak için gel dedi, söyle bakalım, avucumda

ne var? Çocuk, avucundaki dedi, yuvarlak, sarı,



ortası boş. Padişah, doğru buldun dedi, peki,

söyle bakalım, bu ne çeşit birşey, ne olabilir?

Çocuk kalbur olacak dedi. Padişah dedi ki:

Akılları


şaşırtacak kadar ince vasıflarını bilgi

kuvvetiyle bildin de kalburun avuca

sığamayacağını nasıl bilemedin?

Şimdi zamane bilginleri de böyledir işte.

Bilgilerde kılı kırk yararlar, kendilerine ait

olmayan şeyleri iyiden-iyiye bellemişlerdir;

onları iyice kavramışlardır. Fakat asıl önemli

olan, bütün bunlardan fazla kendilerine yakın

bulunan, kendi varlıklarıdır; kendi-kendilerini

bilmezler. Herşeye helâldir, haramdır diye

hüküm verirler, bu caizdir, o caiz değildir, şu

helâldir, şu haramdır diye hükmederler de

kendileri helâl midir, yoksa haram mı; caiz

midir, değil mi; temiz midir, pis mi; onu

bilmezler. Şu içi boş oluş, sarılık, şekil,

yuvarlaklık, yüzün için eğretidir. Yüzüğü ateşe

attın mı bunların hiçbiri kalmaz; hepsinden arı

olan özü, zâtı

kalır. İşte herşeyin vasfını söylemek,

bilgilere, işlere, sözlere ait övüşlerde bulunmak



da böyledir; buna benzer; bütün bunlardan sonra

baki kalan zâtiyle ilgisi yoktur bunların. Onların

övüşleri şuna benzer; Hep bunları söylerler,

anlatırlar da sonunda, avuçtaki kalburdur

hükmüne varırlar; çünkü asıl olan şeyden

haberleri yoktur.

Meselâ ben kuşum, duduyum, yahut bülbül.

Bana, bir başka türlü öt derlerse ötemem. Çünkü

dilim, budur benim, başka türlü söz söyleyemem

ben. Bu, şunun aksinedir amma. Birisi kuşların

ötüşünü taklit eder, onlar gibi öter, fakat kuş

değildir, kuşların düşmanıdır, avcısıdır o. Öter,

şakır; maksadı, kuşların kendisini kuş

sanmalarını sağlamaktır. Ona, başka türlü seslen

deseler seslenebilir; çünkü bu ötüş, onun ötüşü

değildir, eğretidir onda; başka türlü ses de

çıkarabilir o. Çünkü o, insanların kumaşlarını

çalmak, her evden bir başka kumaş göstermek

için öğrenmiştir bunu.



5. BÖLÜM - Dedi ki :

Bu ne lûtuftur ki Mevlânâ şereflendirdi bizi;

hiç beklemezdim; gönlümden bile geçmezdi;

buna lâyık da değilim. Benim gece-gündüz el

kavuşturup onun kul arının-kölelerinin safında

bulunmam gerekti; halbuki ona bile lâyık

değilim hâlâ. Bu ne lûtuf?

(Mevlânâ) buyurdu ki: Bütün bunlar,

himmetinizin yüceliğinden. Yüce, büyük bir

dereceniz var. Ağır, yüce işlere koyulmuşsunuz.

Himmetinizin yüceliği yüzünden gene de

kendinizi kusurlu görüyorsunuz; buna razı

olmuyorsunuz; kendinize birçok şeyleri gerekli

biliyorsunuz. Gönlümüz daima tapınızda; fakat,



bedenle de şereflenmeyi diledik. Fakat bedenin

de pek büyük bir itibarı var; hattâ itibarın da yeri

mi? Beden, özle ortak. Özsüz beden, nasıl bir işe

yaramazsa bedensiz öz de bir işe yaramaz. Hani

tohumu, kabuksuz olarak yere ekersen baş

vermez, tutmaz; fakat kabuğuyla ekersen tutar,

büyük bir ağaç olur. Şu halde bu bakımdan

bedenin de büyük bir kadri var; böyle de olması

gerek zâti. Onsuz bir iş görülemez; hiçbir

maksada ulaşılamaz; evet, val ahi de böyledir

bu. Asıl, anlamı bilene, anlam haline gelene göre

anlamdır.

Hani derler ya "İki rek'at namaz, dünyadan

da hayırlıdır, dünyadakilerden de." Amma bu,

herkese göre değil; birisi olsa da dünya yüzünde

ne varsa hepsine sahip olsa, bütün dünyanın

malına-mülküne sahipken hepsi elinden çıksa,

iki rek'at namazını kaçırmak, ona bundan da

daha zor gelirse işte o kişiye göredir bu.

Dervişin biri, bir padişahın yanına vardı.

Padişah ona, ey zâhit dedi. Derviş, zâhit sensin

dedi. Padişah, ben nasıl zâhid olabilirim ki dedi,

bütün dünya benim. Derviş, hayır dedi, ters

görüyorsun sen. Dünya da, âhiret de, bütün mal-



mülk de benim, âlemi ben zaptetmişim; bir

lokmayla bir hırkayı yeter bulan sensin.

"Artık nereye dönerseniz dönün, Allahın

zâtına dönersiniz." Bu, boyuna böyledir, tecelli

hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar,

kendilerini o zâta feda etmişlerdir, karşılık da

istemezler. Âşıklardan başkalarıysa yayılan

hayvanlara benzerler.

Buyurdu ki: Yayılan hayvanlardır amma

kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar.

Ahırdadır onlar amma ahır sahibinin

makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır,

has ahırına götürür. Hani önceden yoktu, onu

varlığa getirdi. Varlık tavlasından cansızlar

arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler

tavlasına, bitkilikten hayvanlığa, hayvanlıktan

insanlığı, insanlıktan da melekliğe getirdi; bunun

da sonu yoktur zâti. Bütün bunları da, onun bu

çeşit pek çok, birbirinden yüce tavlaları

olduğunu ikrar etmen için gösterdi. "Elbette

geçeceksiniz bir halden bir hale; artık ne oluyor

onlara ki inanmıyorlar?" Bunu, ilerdeki katları

ikrar etmen için gösterdim, inkâr edip var olan

budur ancak demen için değil. Bir usta, sanatını,



hünerini, halkı kendisine inandırmak,

göstermediği başka hünerlerine de ikrar edip var

olan budur ancak demen için değil. Bir usta,

sanatını, hünerini, halkı kendisine inandırmak,

göstermediği başka hünerlerine de ikrar

ettirmek, inandırmak için gösterir. Hani padişah

da, kendisinden daha başka şeyler de istesinler,

umsunlar, bu umutlarla keseler örsünler,

diksinler diye bağışlarda, ihsanlarda bulunur.

İşte bu, bu kadardır, padişah artık başka birşey

vermez; verip vereceği budur ancak desinler

diye değil. Hattâ padişah, birisinin böyle

diyeceğini, bu düşünceye kapılacağını bilse ona

asla ihsanda bulunmaz.

Zâhid ona derler ki işin sonunu görür,

dünya ehliyse ahiri görür. Fakat Tanrıya tam

yaklaşmış arifler, ne sonu görürler, ne ahiri.

Onlar, öne bakarlar da her işin başlangıcını

bilirler. Hani bilen biri buğday eker; bilir ki

buğday bitecektir, buğday biçecektir o. Sonu,

önceden görmüştür. Arpa, pirinç, başka şeyler

eken de böyle. Madem ki önü gördü, sona

bakmaz artık; bütün sonlar, önceden malûmdur

ona; fakat bunlar azdır. Sonu görenlerse orta



hallilerdir. Ahırdakilere gelince yayılan

hayvanlardır.

İnsana yolu gösteren derttir, hem de her işte.

İnsan, hangi işe koyulura koyulsun, o işin derdi,

o işin hevesi, aşkı, gönlünde doğmazsa adam, o

işe girişemez; o iş, dertsiz kolay gelmez ona.

İster dünya olsun, ister âhiret... İster alış-veriş

olsun, ister padişahlık... İster bilgi olsun, ister

yıldız; isterse başkası; hepsi de böyledir.

Meryem de doğum ağrısı başlamadan baht

ağacının yanına gitmedi. "Doğum ağrısı, onu

hurma ağacının dibine sevk etti." Onu, ağaca

götüren o dertti de kuru ağaç meyve verdi.

Beden Meryem'e benzer.

Her birimizin bir Îsâ'sı var. Bizde dert

meydana gelirse Îsâ'mız doğar; fakat dert

olmazsa Îsâ, geldiği o gizli yoldan gider, gene

aslına kavuşur; ancak biz mahrum kalırız;

faydalanamayız ondan.

Can, iç âlemde yokluk-yoksulluk içinde;

tabiat dışarda nimetlere gark olmuş

Şeytan, yiyip içmeden mîde fesâdına

uğramış, Cemşîd'se daha sabah kahvaltısı

bileetmemiş.




Mesîh'in yeryüzündeykeni hastalığını

tedâvi ettir;

Mesîh göğe ağmaya koyuldu mu derman,

elden çıkar-gider.

6. BÖLÜM - Bu söz, anlaması için söze

muhtaç olan kişiyedir. Fakat söz söylenmeden

de anlayan kişiye söz söylemeye hacet mi var?

Gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür.

Bunların hepsi de "ol der, oluverir" sözüyle

bildirildiği gibi sözden doğmuştur. Yavaş

söylenen sözü bile işiten kişiye anlatmaya

koyulmanın, bar-bar bağırmanın ne lüzumu var?

,

Bir Arap şâiri, padişahın birinin tapısına



geldi. Padişah Türk'tü, Farsça bile bilmiyordu.

Şâir, padişaha arapça pek güzel bir kaside

düzmüştü. Padişah tahtına oturmuştu. Bütün

dîvan ehli huzurdaydı. Beyler, vezirler, teşrifata

göre sıralanmıştı. Şâir, ayağa kalktı. Getirdiği

kasideyi okumaya başladı. Padişah beğenilecek

yerlerde başını sallıyor, şaşılması gereken yerde

şaşkınlık gösteriyor, gönül alçaklığı

gösterilmesi gereken yerlerde iltifatlarda

bulunuyordu. Dîvan ehli şaşırdılar.

Padişahımızın arapça bir söz bile bilmezdi; tam

yerinde nasıl oluyor da başını sallıyor; yoksa

arapça biliyordu da bunca yıldır bizden mi

gizliyordu; arapça edebe aykırı bir söz

söylediysek vay bizim halimize

diyorlardı..Padişahın pek sevdiği bir kölesi

vardır. Ona at verdiler, katır verdiler, mal

verdiler; bir o kadar daha vermeyi de

boyunlarına aldılar.

Bize şu hali bildir, padişah arapça biliyor

mu, bilmiyor mu? Tam yerinde nasıl baş sal

ıyordu; yoksa bu, keramet miydi, ilham mıydı,

öğren de haber ver bize dediler.

Köle bir gün fırsat buldu. Ava gitmişlerdi,

birçok av avlanmıştı. Padişahı memnun gördü,



hali sordu.

Padişah güldü de vallahi dedi, ben arapça

bilmem; amma başımı sallıyordum, çünkü o şi

rden maksadı

nedir, onu anlıyordum da başımı sallıyor,

anlıyor, beğeniyordum.

Artık anlaşıldı ya, temel olan, maksattır, o

şiirse maksadın parça buçuğudur; o maksat

olmasaydı o şiir söylenmezdi. Maksada bakılırsa

ikilik kalmaz. İkilik, parça-buçuklardadır;

temelse birdir. Nitekim şeyhlerin yolları,

görünüşte çeşit-çeşittir. Hallerinde, sözlerinde,

hareketlerinde aykırılık vardır; fakat maksat

bakımından hepsi de birşeydir; o da Tanrıyı

aramaktan, dilemekten ibarettir. Hani şu konağa

bir yeldir, eser, gelir. Halının bir ucunu kaldırır;

kilimleri oynatır; çer-çöpü havalandırır; havuzun

suyunu zerre-zerre dalgalandırır; ağaçları,

dalları, yaprakları oynatır. Bütün bu birbirine

aykırı, çeşit-çeşit halleri belirtir amma maksat,

temel, gerçek bakımından hep bir şeydir; çünkü

hepsinin hareketi bir yeldendir.



(Biri dedi ki: Kusurumuz var. (Mevlânâ)

buyurdu ki:

Kim bu düşünceye düşer, ah ne haldeyim,

neden böyle yapıyorum derse bu, dostluk ve

yardıma uğrayış delilidir. "Azarlayış kaldıkça

sevgi de vardır" derler. Çünkü dostlar azarlanır,

yabancılar azarlanmaz.

Amma azarlayışta da fark var. İnsanı

dertlendiren, müteessir eden, akıl andıran azar,

sevgiye, yardıma delildir. İnsana dert vermeyen,

geçip giden azar, sevgiye delil olamaz. Hani

tozu gitsin diye halıyı döverler ya, akıllılar buna

azar demezler. Fakat baba çocuğunu, adam

sevdiğini döverse buna azar derler; sevgi delili,

böyle bir vakitte meydana çıkar. Şu halde

madem ki kendinde bir dert, bir pişmanlık

görüyorsun; bil ki bu, Tanrının yardımına,

sevgisine delildir. Kardeşinde bir ayıp

görüyorsan o ayıp, sendedir de onda

görüyorsun. Dünya aynaya benzer. Kendini

onda görüyorsun sen. Çünkü "inanan, inananın

aynasıdır." O

aybı kendinden gidermeye bak. Çünkü

ondan incindiğin zaman, kendinden

inciniyorsun demektir.

Dedi ki: Bir fili, su içsin diye bir su


kaynağına götürdüler. Fil, kendini suda görüyor,

başka bir fil var sanıyor, ürküyordu. Bilmiyordu

ki kendinden ürkmekdedir. Zulüm ediş, kin

güdüş, hasret, hırs, insafsızlık, ululuk gibi bütün

kötü huylar, sende oldu mu incinmezsin. Fakat

bunları bir başkasında gördün mü

ürkersin, incinirsin. Bil ki kendinden

ürkmedesin, kendinden incinmedesin. İnsan,

kendi kelliğinden, kendindeki çıbandan

iğrenmez; yaralı elini yemeğe sokar, parmağını

yalar, gönlüne hiç de tiksinti gelmez.

Fakat bir başkasında küçücük bir çıban,

yahut azıcık bir yara görse onun yediği

yemekten tiksinir, o yemek, içine sinmez. İşte

kötü huylar da kelliliklere, çıbanlara benzer.

İnsan, bunlar kendisinde oldu mu incinmez;

fakat bir başkasında bu huyların pek azını bile

görse ondan incinir, tiksinir. Sen ondan ürküyor,

kaçıyorsun ya, o da senden ürker, incinirse

mâzur gör; senin incinişin de onun için bir

özürdür; çünkü sen onu görünce inciniyorsun

ya, o da aynı şeyi görüyor da senden inciniyor.

"İnanan, inananın aynasıdır" dedi,

"kâfir, kâfirin aynasıdır" demedi. Amma bu,



kâfirin aynası yok demek değildir; onun da

aynası vardır amma aynasından haberi yoktur.

Bir padişahın gönlü daralmıştı, bir ırmak

kıyısına oturmuştu. Beyler, ondan ürküyorlar,

korkuyorlardı.

Hiçbir suretle gülmüyordu yüzü. Bir

maskarası vardı; pek yakındı ona. Beyler onu

çağırdılar. Eğer dediler, padişahı güldürebilirsen

sana şu kadar dünyalık veririz. Maskara,

padişahın yanına gitti, fakat ne kadar çalıştı-

çabaladıysa bir türlü güldüremedi. Padişah ona

bakmıyordu ki bir maskaralık yapsın da onu

güldürsün; boyuna suya bakıyor, başını

kaldırmıyordu bile. Maskara, padişaha, suda ne

görüyorsun dedi.

Padişah, bir kaltaban görüyorum deyince

maskara, a âlemin padişahı dedi, bu kul da kör

değil ya.

İşte buna benzer hani; sen onda bir şey

görüyorda inciniyorsan o da kör değil ya, senin

gördüğünü o da sende görürsün.

Ona karşı iki "ben" olamaz; oraya iki "ben"



sığamaz. Sen de "ben" diyorsun, o da "ben"

diyor. Ya sen onun Önünde öl, ya o senin

önünde ölsün de ikilik kalmasın. Fakat o ölmez,

buna imkân yok. Ne dış

âlemde ölür o, ne zihinde; çünkü "o, bir

diridir ki ölmez". Mümkün olsaydı ikilik kalksın

diye senin için ölürdü de hani; bu kadar da lütfü

vardır onun. Madem ki onun ölmesine imkân

yok, sen öl de o, sana tecelli etsin, ikilik kalksın-

gitsin. İki kuşu birbirine bağlasan, ikisi de aynı

cinstendir, iki kanat dört kanat olmuştur, fakat

gene de uçamazlar; çünkü arada ikilik vardır.

Fakat ölü bir kuşu, diri bir kuşa bağlasan diri kuş

uçar; çünkü ikilik kalmamıştır.

Güneşte öylesine bir lütuf var ki yarasaya

karşı ölür; amma buna imkân yoktur da a yarasa

der, lûtfum herşeye ulaşmış, sana da ihsanda

bulunmayı isterim. Sen öl; çünkü senin ölmen

mümkün. Öl de ululuk ışığımdan faydalan,

yarasalıktan çık, yakınlık Kafdağı'nın

Zümrüdüanka'sı ol.

Tanrı kullarından bir kulda bile kendisini bir

dost için feda etme gücü vardır. Böyle bir kul,

Tanrıdan dostunun sağlığını istemedeydi. Tanrı



kabul etmiyordu. Ses geldi, ben onu

istemiyorum dendi. O Tanrı kulu ısrar etmede,

duadan vazgeçmemedeydi. Tanrım diyordu;

onun sağlığını dilemeyi gönlüme veren sensin;

bu istek gitmiyor benden. Sonunda ses geldi:

Dilediğinin olmasını istiyorsan başını ver, sen

yok ol, kalma, geç-git şu dünyadan. O kul,

Yârabbi dedi, razı oldum. Öyle yaptı, dost için

başıyla oynadı da işi oldu. Bir kulda bu lûtuf

olur, bir günü bile, önü-sonu bütün dünya

ömrüne değen ömrünü feda ederse o lûtfu

yaratanda böyle bir lûtuf olmaz mı? İmkân mı

var buna? Madem ki onun yok olması mümkün

değil, bari sen yok ol gitsin.



Download 1.74 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   21




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling