Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
34
LEYLA Bütün dünyevi zevkler içinde, Leyla için birincisi, Azize’nin yanına yatmak, yüzünü bebeğinkine iyice, iri göz bebeklerinin genişleyip küçülüşünü izleyecek kadar yaklaştırmaktı. Parmağını Azize’nin ne is, ipeksi teninde, ellerinin gamzeli boğumlarında, dirseklerindeki tombul kat yerlerinde gezdirmeye bayılıyordu. Bazen Azize’yi göğsüne yaslıyor, yumuşak kafatasına fısıl fısıl, Tarık hakkında, hiç tanıyamayacağı, yüzünü hiç göremeyeceği babası hakkında bilgiler veriyordu. Tarık’ın bulmaca çözme yeteneğini, hilekârlığını ve haylazlığını, nasıl kolayca gülüverdiğini fısıldadı. “Dünyanın en güzel kirpiklerine sahipti; seninkiler kadar sık. Sağlam bir çene, düzgün bir burun ve yuvarlak bir alın. Ah, baban çok yakışıklıydı, Azize. Mükemmeldi. Tıpkı senin gibi, kusursuzdu.” Ama erkeğin adını söylememeye dikkat ediyordu. Bazen Raşit’i, yüzünde son derece tuhaf bir anlamla Azize’ye bakarken yakalıyordu. Bir gece önce yatak odasında, yerde oturmuş ayağındaki nasırı keserken gelişigüzel bir tavırla, “Ee, ikinizin arasında ne vardı bakalım?” demişti. Leyla ona şaşkın şaşkın baktı; anlamamışçasına. “Leyla ile Mecnun. Sen ve şu yaklen ga; topal. Aranızdaki neydi, ha?” “Arkadaşımdı,” dedi Leyla, ses tonunu sabit tutmaya özen göstererek. Bütün dikkatini, hazırlamakta olduğu biberona vermişti. “Bunu sen de biliyorsun.” “ B e n hiçbir şey bilmediğimi biliyorum.” Raşit, kestiği deri parçalarını pencerenin çıkıntısına koydu, kendini yatağa attı. Yaylar tiz bir gıcırtıyla isyan etti. Bacaklarını ayırdı, kasığını kaşıdı. “Peki siz... arkadaş olarak hiç sınırı aştınız mı?” “Sınırı mı?” Adam neşeyle gülümsedi, fakat Leyla onun dik bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu; soğuk, uyanık gözlerini. “Şimdi, bir bakalım... Eh, seni hiç öptü mü? Ya da elini uygunsuz bir yere götürmüştür belki?” Leyla, kızgınlık yansıttığını umduğu bir edayla yüzünü buruşturdu. Boğazının zonkladığını duyumsuyordu. “Benim için bir ağabey gibiydi.” “İyi de, arkadaş mı ağabey mi? “İkisi de. O...” “Hangisiydi?” “İkisi birden.” “Ama kız ve erkek kardeşler tuhaf yaratıklardır. Evet. Bazen bir ağabey pipisini kız kardeşine gösterebilir, mesela; kız da...” “Midemi bulandırıyorsun,” dedi Leyla. “Aranızda bir şey yoktu, yani?” “Bu konudan söz etmek istemiyorum artık.” Raşit başını yan yatırdı, dudaklarını büzüp başını salladı. “Millet konuşup duruyordu, biliyorsun. Gayet iyi anımsıyorum. Ikiniz hakkında olmadık la lar ediyorlardı. Sense bir şey olmadığını söylüyorsun.” Leyla kendini zorladı, onun gözlerinin içine baktı. Adam bu bakışları, gözünü bir kez olsun kırpmadan, öyle uzun bir süre, öyle eziyet edercesine hapsetti ki, Leyla’nın biberonu kuşatan eklemleri bembeyaz kesildi; açık vermemek için olanca iradesini kullanmaktaydı. Ondan para çaldığını fark ederse adamın neler yapabileceğini düşününce, ürperdi. Azize’nin doğumundan bu yana, her hafta, Raşit uyurken ya da bahçedeki kulübede çalışırken, Leyla onun cüzdanını açıyor, içinden tek bir banknot çekiyordu. Bazı haftalar, cüzdan ha ifse, ayrımsar korkusuyla ya hiç dokunmuyor ya da yalnızca beş Afgan lirası alıyordu. Cüzdanı dolgun bulduğunda, bir onluk ya da yirmilik yürütüyordu; bir keresinde her şeyi göze alıp iki tane yirmilik aşırmıştı. Parayı, kareli kışlık mantosunun astarına diktiği kesede saklıyordu. Leyla’nın gelecek baharda kaçmayı tasarladığını bilse, ne yapardı acaba? Evet, en geç baharda. O vakte kadar en az bin Afgan lirası biriktirmeliydi; yarısı, Kabil-Peşaver arası otobüs biletine gidecekti. Kaçışa birkaç gün kala, nikâh yüzüğünü rehine bırakacaktı; Raşit’in geçen yıl, Leyla hâlâ sarayın melike’siyken verdiği diğer takıları da. “Her neyse,” dedi adam sonunda, parmaklarıyla göbeğinde davul çalarken. “Kusur işlemedik ki. Ben bir kocayım. Her koca merak eder bu tür şeyleri. Ama şansı varmış ki ölüp gitmiş. Çünkü şu an burada olsaydı, onu elime geçirseydim...” Dişlerinin arasından havayı emdi, başını salladı. “Hani ölülerin arkasından konuşulmazdı?” “Galiba bazıları bir türlü tam anlamıyla geberip gidemiyor,” dedi Raşit. *** Iki gün sonra, Leyla sabah kalkınca, kapısının önünde düzgünce katlanmış bir deste bebek kıyafeti buldu. Göğüs kısmına minik, pembe balıklar dikilmiş, kloş bir elbise; mavi çiçekli, yünlü bir elbiseyle ona uygun çoraplar ve parmaksız, torba eldivenler; havuç rengi benekleri olan sarı bir pijama ve paçalarına puanlı fırfır geçirilmiş, yeşil, pamuklu bir pantolon. “Ortada bir söylenti dolanıyor,” dedi Raşit o akşam yemekte, dudaklarını şapırdatarak; ne Azize’nin farkındaydı ne de Leyla’nın ona giydirdiği yeni pijamanın. “Dostum’un taraf değiştireceği ve Hikmetyar’a katılacağı söyleniyor. Işte o zaman, Mesut’un hali harap; ikisiyle birden savaşması gerekecek. Hem Hazaraları da unutmayalım.” Meryem’in yazın kurduğu patlıcan turşusundan bir parça aldı. “Inşallah yalnızca bir söylentidir. Aksi halde, şu andaki savaş,” yağlı ellerinden birini salladı, “Pağman’daki cuma piknikleri gibi kalır.” Daha sonra, kızın üzerine çıktı, tek kelime etmeden boşaldı; bileklerine indirdiği tumban sayılmazsa, bütünüyle giyinikti. Şiddetli, azgın sallantısı bitince yana devrildi, birkaç dakika içinde de uyudu. Leyla yataktan sessizce indi, odadan dışarı süzüldü; Meryem’i mutfakta bağdaş kurmuş, bir çift alabalığı temizlerken buldu. Yanındaki tasa pirinç ıslanmıştı. Mutfak kimyon, duman, pişmiş soğan ve balık kokuyordu. Leyla bir köşeye çöktü, eteğiyle dizlerini örttü. “Teşekkür ederim,” dedi. Meryem ona aldırmadı. Ilk alabalığı temizlemişti, Ikinciyi aldı. Testere dişli bir bıçakla yüzgeçleri kopardı, balığı çevirdi, karnını, kuyruğundan solungaçlara kadar ustaca yardı. Leyla onun başparmağını balığın ağzına, alt çenenin hemen üstünden sokuşunu, bastırışını ve aşağıya doğru, tek bir hamleyle solungaçları, iç organları çekip çıkarışını izledi. “Giysiler harika.” “Benim işime yaramazlar,” diye mırıldandı Meryem. Balığı sümüksü, gri suyla ıslanmış bir gazetenin üzerine koydu, başını kesti. “Kızın giymezse güveler yiyecek.” “Balığı böyle temizlemeyi nerede öğrendin?” “Küçük bir kızken, bir ırmağın kıyısında yaşardım. Kendi balığımı kendim tutardım.” “Ben hayatımda hiç balık tutmadım.” “Zor bir şey değil. İşin çoğu, beklemek.” Leyla onun temizlenmiş balıkları üçe bölüşünü seyretti. “Giysileri kendin mi diktin?” Meryem başıyla doğruladı. “Ne zaman?” Meryem balık parçalarını bir tas suda yıkadı. “Ilk gebeliğimde. Yoksa Ikincide miydi? On sekiz, on dokuz yıl önce. Her neyse, uzun zaman önce. Dediğim gibi, onları hiç kullanmadım.” “Sen gerçekten iyi bir khayat’sın. Belki bana da öğretirsin?” Meryem yıkanmış balıkları temiz bir kâseye aldı. Parmak uçlarından su damlarken, başını kaldırdı, Leyla’ya baktı. İlk kez, doğrudan yüzüne baktı. “Geçen gece, hani o... Daha önce kimse yanımda yer almamış, beni savunmamıştı,” dedi. Leyla onun sarkık yanaklarını, kat kat olmuş gözkapaklarını, ağzını çevreleyen derin çizgileri inceledi -o da bunlara ilk kez gerçekten bakar gibiydi. Ve ilk kez, karşısında bir hasmın suratını değil, dile getirilmemiş acıların, karşı çıkılmamış eziyetlerin, sessizce katlanılmış bir yazgının yüzünü gördü. Burada kalırsa, yirmi yıl sonra, kendi yüzü de böyle mi olacaktı? “izin veremezdim,” dedi. “Benim büyüdüğüm evde insanlar böyle şeyler yapmazdı.” “Senin evin burası artık. Alışmalısın.” “Hayır, buna olmaz. Buna alışmam.” “Sıra sana da gelecek, biliyorsun,” dedi Meryem ellerini bir bezle kurularken. “Hem de yakında. Ona bir kız verdin çünkü. Gördüğün gibi, senin günahın benimkinden bile büyük; daha da bağışlanmaz.” Leyla ayağa kalktı. “Dışarısı serin biliyorum, ama biz iki günahkâr bahçeye çıkıp birer çay içelim mi, ne dersin?” Meryem şaşırmış gibiydi. “Yapamam. Daha işim bitmedi; fasulye ayıklayacağım.” “Sabah yardım ederim, beraber yaparız.” “Ortalığı da temizlemeliyim.” “Beraber yaparız. Yanılmıyorsam, dünden kalma helva olacaktı. Çayla harika gider.” Meryem elbezini tezgaha bıraktı. Leyla onun sıvanmış yenlerini indirişinde, hicap’ın düzeltip bir bukleyi içeri itişinde bir tedirginlik hissetti. “Çinliler, bir gün çaysız kalacağına üç gün aç kal, derler.” Meryem hafifçe gülümsedi. “Güzel bir deyiş.” “Öyle.” “Ama uzun kalamam.” “Tamam, tek fincan.” Dışarıdaki katlanır iskemlelere oturdular, ortak bir kâseden parmaklarıyla helva yediler. Ikinci hardaldan içtiler; Leyla, üçüncüyü ister misin, diye sorduğunda, Meryem evet dedi. Dağlarda makineli tüfekler takırdarken, ayın önünden kayan bulutları, karanlıkta parlak sarı kemerler çizen, mevsimin son ateş böceklerini seyrettiler. Azize uyanıp ağlamaya başlayınca, Raşit de gelip susturması için Leyla’ya bağırınca, iki kadın bakıştılar. Zırhsız, anlayan, anlamlı bir bakışma. Meryem’le arasındaki bu anlık, sessiz iletişim, Leyla’ya artık düşman olmadıklarını anlattı. |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling