Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
32
LEYLA Leyla bir toplantıyı anımsadı; yıllar önce, kendi evlerinde, Anne’nin iyi günlerinden birinde. Kadınlar bahçede oturmuş, Vecma’nın kendi bahçesinden toplayıp getirdiği dutları yiyorlardı. Tombul dutlar beyaz ve pembeydi; bazılarıysa koyu mor, tıpkı Vecma’nın burnundaki minik, çatlak damarlar gibi. “Oğlunun nasıl öldüğünü duydunuz mu?” dedi kadın, bir avuç dolusu dutu çökmüş ağzına iştahla tıkıştırırken. “Boğulmuştu, öyle değil mi?” dedi Nila, Citi’nin annesi. “Gharga Nehri’ndeydi, galiba?” “Iyi de, Raşit’in... o sıralar...” Vecma bekleyin dercesine bir parmağını kaldırdı, başını salladı, abartılı hareketlerle ağzındakini yuttu. “O zamanlar habire şarap içtiğini, olay günü, ağlarken bile sarhoş olduğunu biliyor muydunuz? Doğru söylüyorum. Sarhoş sarhoş ağlıyordu, dediler. Ustelik öğle vakti. Yemekten sonra bir şezlongda uyuyakalmış. Kulağının dibinde top atsanız duymayacak haldeymiş.” Vecma’nın ağzını kapatıp geğirişi, diliyle, ağzında kalan üç beş dişin arasını yoklayışı bugün gibi gözünün önündeydi Leyla’nın. “Gerisini tahmin edebilirsiniz. Oğlan kimseye fark ettirmeden suya girmiş. Onu epey sonra görmüşler, yüzüstü sürüklenirken. Millet yardıma koşmuş; yarısı oğlanı ayıltmaya çalışıyormuş, öteki yarısı da babayı. Biri oğlanın üzerine eğilmiş, şu... hani ağızdan ağza şeyi yapmış. Faydasızmış. Bunu herkes görebiliyormuş. Oğlan çoktan gitmiş.” Leyla, Vecma’nın havaya kalkan parmağını, acımayla titreyen sesini anımsadı, “işte, Kutsal Kitabın şarap’ı yasaklamasının nedeni de bu: Sarhoşun günahının bedelini hep ayık öder. Daima.” Raşit’e bebek haberini verdiğinden beri, bu öykü Leyla’nın kafasının içinde dönüp duruyordu. Adam hemen bisikletine atlamış, bir camiye gidip bebek için dua etmişti. O akşam, bütün yemek boyunca, Leyla tabağındaki et parçasını oradan oraya itip duran Meryem’i izledi. Raşit yüksek, duygusal bir sesle haberi Meryem’e verirken, kendisi de oradaydı -böylesine şen şakrak bir gaddarlığa daha önce hiç tanık olmamıştı. Duyunca, Meryem’in kirpikleri çırpındı. Yüzüne bir kızarıklık yayıldı. Asık, perişan bir yüzle, oturdu kaldı. Daha sonra, Raşit radyo dinlemek üzere üst kata çıktı, Leyla da Meryem’in sofrayı kaldırmasına yardım etti. “Şimdi ne olduğunu hayal bile edemiyorum,” dedi kadın, pirinç tanelerini, ekmek kırıntılarını toplarken. “Yani daha önce Benz olduğuna göre...” Leyla işi şakaya vurmayı denedi. “Tren mi? Belki de kocaman bir jumbo jet?” Meryem doğruldu. “Bunu bahane edip işten kaytarmazsın umarım.” Leyla ağzını açtı, sonra kendini tuttu. Bu sözleşmede masum olan tek tarafın Meryem olduğunu anımsattı kendine. Meryem’le bebek. Daha sonra, yatakta gözyaşlarına boğuldu. Neyin var? dedi Raşit, çenesini tutup kaldırarak. Hasta mıydı yoksa? Bebek mi... bebekte bir sorun mu vardı? Hayır mı? Meryem ona kötü mü davranıyordu? “Sorun bu, değil mi?” “Hayır.” “Vallah billah, aşağı iner, dersini veririm onun. Kendini ne sanıyor bu harami, sana ne hakla...” “Hayır!” Adam doğrulmuş, yataktan inmeye hazırlanıyordu bile, kız onu kolundan yakaladı, yatağa çekti. “Sakın! Hayır! Bana karşı öyle iyi ki. Bana bir dakika izin ver, hepsi bu. Şimdi geçer.” Kızın yanına oturdu, mırıl mırıl bir şeyler söyleyerek ensesini okşadı. Eli yavaşça sırtına indi, sonra yine yukarı çıktı. Eğildi, çarpık dişlerini göstererek sırıttı. “Bir görelim bakalım,” diye mırladı kedi gibi; “moralini düzeltmeyi başarabilecek miyim?” *** Once, ağaçlar (yakacak odun niyetine kesilmemiş olanlar) benekli, sarı bakirimsi yapraklarını döktüler. Sonra rüzgârlar geldi; soğuk ve taze, kenti bir uçtan ötekine yırtan. Hâlâ tutunabildi son yaprakları da koparıp aldılar, geride, dağların sessiz kahverengisine karşı hayaletimsi karaltılar gibi dikilen, çıplak ağaçlar kaldı. Mevsimin ilk karı ha ifti, taneler konar konmaz eriyordu. Ardından yollar dondu, kar çatılarda öbek öbek birikti, buzlanan pencere camlarının yarısına kadar yığıldı. Karla birlikte uçurtmalar da sökün etti; Kabil’in kış göklerinin bu eski hâkimleri, şimdilerde, uçuşan roketlerin, savaş uçaklarının el koyduğu, cirit attığı bir sahanın ürkek sığıntılarıydı. Raşit eve savaş haberlerini taşımayı sürdürüyordu; kurulan, bozulan ittifaklar, adam ne kadar açıklamaya çalışsa da, Leyla’nın aklını karıştırıyordu. Sayyaf Hazaralarla çarpışıyor, dedi. Hazaralar Mesut’la çarpışıyor. “O da, Pakistan’ın desteklediği Hikmetyar’la savaşıyor elbette. Olesiye düşman, bu ikisi. Mesut’la Hikmetyar. Sayyaf, Mesut’un tarafını tutuyor. Hikmetyar ise şimdilik Hazaraları destekliyor.” Ne yapacağı kestirilemeyen, Ozbek komutan Dostum’a gelince, “Onun nerede saf tutacağını kimse bilmiyor,” dedi Raşit. Dostum 1980’lerde Sovyetler’e karşı Mücahitlerle omuz omuza savaşmıştı, ama daha sonra onlardan ayrılmış, Sovyetler’in gidişinden sonra kurulan Necibullah’ın komünist kukla rejimine katılmıştı. Hatta bir madalya bile kazanmış, madalyası bizzat Necibullah tarafından takılmıştı; ardından bir kez daha yön değiştirip Mücahitler’in yanına geçmişti. Dostum şimdilik, dedi Raşit, Mesut’u destekliyor. Kabil’de, özellikle de Kabil’in batısında patlamalar oluyor, mantar biçimindeki dumanlar karlı damların üstüne yayılıyordu. Elçilikler kapanmıştı. Okullar yıkılmıştı. Hastanelerin bekleme odalarında, yaralılar kan kaybından ölüyor, dedi Raşit. Ameliyathanelerde, kollar, bacaklar narkoz verilmeden kesiliyor. “Ama endişelenme,” diye ekledi. “Yanımda güvendesin, çiçeğim, gülüm benim. Senin kılına zarar vermeye yeltenenin ciğerini söker kendisine yediririm.” O kış, Leyla ne yana dönse, karşısına duvarlar dikildi. Çocukluğunun açık, engin gökleri burnunda tütüyordu; Babi’yle buzkaşı karşılaşmalarına gittiği, Anne’yle Manday’da alışverişe çıktığı, sokaklarda özgürce koşturduğu, Çiti ve Hasena’yla birlikte oğlanları çekiştirdiği günleri özlemle anıyordu. Tarık’la yan yana, bir akarsuyun kıyısına, bir yonca şiltesinin üzerine oturup bulmaca ve şekerleme değiş tokuşu yaptıkları, güneşin batışını seyrettikleri günleri. Ama Tarık’ı düşünmek tehlikeliydi, çünkü, kendini durdurmasına kalmadan, onu hastane yatağında yatarken görüyordu, evinden çok uzaklarda, yanmış bedeni tüplerle delik deşik. Tıpkı son günlerde genzini yakıp duran balgam gibi, felç eden, elini kolunu bağlayan bir acı gelip göğsüne yerleşiyordu. Bacakları pelteleşiyordu. Mutlaka bir şeye tutunması gerekiyordu. Leyla 1992 kışını evi süpürerek, Raşit’le paylaştığı yatak odasının balkabağı rengindeki duvarlarını kazırcasına silerek, dışarıda, kocaman, bakır bir leğen‘de çamaşır yıkayarak geçirdi. Bazen sanki havalanıyor, kendine yukarıdan bakıyordu: leğen’in kenarına çömelmiş, dirseklerini sıvamış, pembe elleriyle -Raşit’in gömleğindeki sabunlu suyu sıkıyor. O zaman kaybolduğu, amaçsızca, başıboş sürüklendiği duygusuna kapılıyordu; batan bir gemiden kurtulmuş, en küçük bir kara parçası göremeyen, dört yanı suyla, uçsuz bucaksız denizle çevrili bir kazazede gibi. Hava dışarıya çıkılamayacak kadar soğuksa, evin içinde boş boş dolanıyordu. Bir tırnağını duvara sürterek, koridoru bir uçtan ötekine kat ediyor, sonra geri dönüyor, basamakları çıkıyor, sonra yine iniyordu; yüzü yıkanmamış, saçları taranmamış. Meryem’le burun buruna gelinceye kadar yürüyor, yürüyordu; kadın ona neşesiz gözlerle şöyle bir bakar, elindeki dolmalık biberi temizlemeye, etin üzerindeki yağları, sinirleri sıyırmaya dönerdi. Mutfağa acıtan, can yakan bir sessizlik çöker, Leyla Meryem’den yayılan sessiz, sözcüksüz düşmanlığı neredeyse gözleriyle görürdü; asfalttan yükselen, titreşen ısı dalgaları gibi. Gerisin geri odasına döner, yatağına oturur, yağan karı seyrederdi. *** Bir gün Raşit onu işyerine, dükkâna götürdü. Sokakta kızla yan yana yürüyor, bir eliyle onun dirseğini tutuyordu. Leyla için dışarıya, sokağa çıkmak, bir sınava, yaralanmama, bir yerini incitmeme müsabakasına dönüşmüştü. Gözleri hâlâ, burka‘nın sunduğu kafesli, sınırlı görüş alanına alışmaya çalışıyor, ayakları habire çarşafın ucuna dolanıyor, tökezliyordu. Her adımını takılma, düşme korkusuyla, bir çukura girip bileğini kırma dehşetiyle atıyordu. Ote yandan, burkanın sağladığı belirsizlikte, kimliksizlikte belli bir huzur bulmuyor da değildi, eski tanışlarından birine rastlasa, bu kılıkta kesinlikle tanınmazdı. Gözlerindeki şaşkınlığı görmek, bu kadar dibe vuruşu karşısında, o mağrur hayallerinin böyle yerle bir oluşu karşısında verdikleri tepkiyi, acıma ya da sevinci seyretmek zorunda kalmayacaktı. Raşit’in dükkânı Leyla’nın beklediğinden daha büyük, daha aydınlıktı. Kızı üzeri kalabalık, eski tabanlarla, artık deri parçalarıyla dolu iş tezgâhının gerisine oturttu. Çekiçlerini, zımpara çarkının nasıl çalıştığını gösterdi; sesi yüksek, gururluydu. Kızın karnına dokundu, gömleğin üstünden değil, altından; gergin tenine değen parmak uçları soğuk, pütürlüydü. Leyla Tarık’ın güçlü ama yumuşak ellerini anımsadı; bu ellerin üzerindeki, nedense hep çekici, erkeksi bulduğu, dolgun damarları. “Nasıl da hızla şişiyor,” dedi Raşit. “Kocaman bir oğlan bu. Oğlum bir pehlivan olacak! Babası gibi.” Leyla gömleğini çekip indirdi. Adamın bu tür sözleri, içini korkuyla dolduruyordu. “Meryem’le aranız nasıl?” Gayet iyi, dedi. “Güzel. Güzel.” İlk gerçek kavgalarını yaptıklarını söylemedi. Dün değil evvelsi gün olmuştu. Leyla mutfağa girmiş, Meryem’i bir hışım çekmeceleri açar, sertçe kaparken bulmuştu. Pilav karıştırırken kullandığı uzun saplı, tahta kaşığı arıyordu. “Nereye koydun?” diye sordu, topuklarının üzerinde kıza dönüp. “Ben mi?” dedi Leyla. “Ben almadım. Buraya girmiyorum bile.” “Farkındayım.” “Bu bir suçlama mı şimdi? Sen böyle istememiş miydin? Yemekleri ben yapacağım, dedin. Ama değişelim dersen...” “Yani kaşık ayaklandı, yürüyüp gitti, öyle mi? Tıp tıp tıp yürüdü? Böyle mi oldu, degeb?” “Ben sadece...” diye başladı Leyla, kendini tutmaya çalışarak. Genellikle kendini zorlar, Meryem’in alaylarını, iğneli, suçlayıcı la larını sessizce yutardı. Ama bugün, ayak bilekleri şiş, midesindeki ekşime felâketti; başı çatlayacakmış gibi ağrıyordu. “Belki başka yere koymuşsundur?” “Başka yere mi?” Meryem bir çekmeceyi açtı. Içindeki kaşıklar, bıçaklar şangırdadı. “Ne zamandır buradasın, birkaç ay mı? Ben on dokuz yıldır bu evde yaşıyorum, dohtar co. Sen daha altına pislerken, ben o kaşığı bu çekmeceye koyuyordum.” “Yine de,” dedi Leyla, tepesi atmak üzere, dişler kenetlenmiş, “başka bir yere kaldırmış, sonra da unutmuş olabilirsin.” “Tabii sen de bir yere saklamış olabilirsin; sırf beni sinirlendirmek için.” “Sen zavallı, acınacak bir kadınsın,” dedi Leyla. Meryem afalladı, sonra toparlandı, dudaklarını büzdü. “Sen de fahişesin. Bir sürtük ve bir dozd. Hırsız bir fahişe!” Az sonra, avaz avaz bağrışıyorlardı. Tavalar kaldırıldı ama fırlatılmadı. Birbirlerine hakaretler ettiler, şimdi, anımsadıkça Leyla’nın yanaklarını kızartan sıfatlar yakıştırdılar. O günden beri konuşmuyorlardı. O gün nasıl çabucak, bir anda zıvanadan çıkıverdiğine Leyla hâlâ inanamıyordu, ama doğruyu söylemek gerekirse, bir parçası bundan hoşlanmış, Meryem’e bağırıp çağırmanın, biriken, fokurdayan onca ö keyi, acıyı boşaltacak bir hedef bulmanın verdiği duygu hoşuna gitmişti. Garip bir önseziyle, merak ediyordu: aynı şey Meryem için de geçerli miydi? Daha sonra üst kata koşmuş, kendini Raşit’in yatağına atmıştı. Aşağıda, Meryem hâlâ bağırmaktaydı. “Topraklara giresin! Mezarlara giresin!” Leyla yüzünü yastığa gömdü, sesli sesli inledi; ansızın ana-babasını şiddetle, deliler gibi özledi; içi, saldırıdan sonraki o korkunç günlerden beri, ilk kez bu kadar yoğun, kahredici bir hasretle dolmuştu. Ah vah ederek, çarşafı avuçlayıp çekiştirerek öylece yattı, ta ki ani bir sancı soluğunu kesene kadar. Doğrulup oturdu; biri karnına üst üste ateş ediyordu. Bebek ilk kez tekmelemişti. |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling