Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
gücü yeten, ölümü ve yaşamı yaratan, seni onlarla sınayan Rabbin yanına. Ya da, Meryem’in
duyduğu vicdan azabı için söyledikleri. Bunlar hiç iyi düşünceler değil, Meryem co. Seni mahvederler. Senin hatan değildi. Senin sucun değildi. Şimdi bu kıza, yükünü hafifletecek ne söyleyebilirdi? Söylemesine de gerek kalmadı zaten. Kızın yüzü buruştu, çarpıldı; dizlerinin, ellerinin üzerine çöktü, midem bulanıyor, dedi. “Dur! Bekle. Bir tas getireyim. Yere olmaz. Daha yeni temizledim... Ah. Ah. Hüdaya. Tanrım.” *** Bir gün, kızın annesiyle babasını öldüren patlamadan bir ay kadar sonra, kapı çalındı. Meryem açtı. Kapıdaki adam geliş nedenini belirtti. “Seni görmek isteyen biri var,” dedi Meryem. Kız başını yastıktan kaldırdı. “Adı Abdul Şerifmiş.” “Abdül Şerif diye birini tanımıyorum.” “Eh, gelmiş seni soruyor. Aşağı inip onunla konuşmalısın.” 28 Leyla, Abdül Şeri in karşısına geçip oturdu; küçük kafalı, zayıf bir adamdı; soğan biçimindeki, toparlak burnu da tıpkı yanakları gibi çiçek bozuğuydu. Kısa, kahverengi saçları kafatasında iğnedenliğe batırılmış toplu iğneler gibi duruyordu. “Beni bağışla, hemşire dedi, gevşek yakasını düzeltir, alnını mendiliyle kurularken. “Hâlâ tam toparlanamadım da... Şunlardan beş gün daha alacağım, ne diyorlardı... hah, sülfa haplarından.” Leyla oturduğu yerde ha ifçe döndü, sağ kulağını, sağlam olanı adama doğru çevirdi. “Annemlerin arkadaşı mıydınız?” “Yo, hayır,” dedi Abdül Şerif çabucak. “Affedersin.” Bir parmağını kaldırdı, Meryem’in önüne koyduğu su bardağından uzun bir yudum aldı. “En baştan başlamam gerekiyor... sanırım.” Mendili dudaklarına, sonra yine alnına bastırdı. “Ben bir işadamıyım. Giysi dükkânlarım var; daha çok erkek kıyafetleri. Çapan, şapka, tumban, takım elbise, kravat, ne istersen. Burada Kabil’de iki mağazam vardı, biri Taymani’de öteki Şar-e-Nev’de; kısa süre önce sattım. Iki tane de Pakistan’da, Peşaver’de var. Toptan satış yerim de orada. Dolayısıyla, sürekli gidip geliyorum. Buysa son günlerde,” -başını salladı, bezgin bezgin gülümsedi- “bir serüvenden farksız, diyelim. “Geçenlerde Peşaver’deydim, iş nedeniyle... siparişleri almak, envanter çıkarmak gibi şeyler işte. Aynı zamanda da ailemi görmek için. Uç kızımız var, elhamdülillah. Mücahitler birbirinin gırtlağına sarılınca, ailemi Peşaver’e taşıdım. Isimleri şehit listesine eklensin istemedim. Benimkinin de tabii, dürüst olmak gerekirse. Çok yakında onlara katılacağım, inşallah. “Her neyse, evvelki çarşamba günü Kabil’de olmam gerekiyordu. Ama kader işte, hastalandım. Seni bunlarla sıkmak istemem, hemşire, yalnızca şu kadarını söyleyeyim; hacet görmeye çalıştığımda, şey, küçük olanı, sanki yoluna kırık cam parçaları döşenmiş gibi oluyordu. Hikmetyar’ın başına bile gelmesini istemem, anla artık. Karım Nadia can, Allah ondan razı olsun, doktora görünmem için yalvardı. Ama ben sorunu aspirinle, bol suyla alt edeceğimden emindim. Nadia can bastırdı, ben ayak diredim, epeyce çekiştik. Şu deyişi bilirsin: inatçı katırın hakkından inatçı katırcı gelir. Bu kez, korkarım katır kazandı. O da ben oluyorum.” Suyunu içip bitirdi, bardağı Meryem’e uzattı. “Çok zahmet olmayacaksa...” Meryem bardağı aldı, doldurmaya gitti. “Işin doğrusu, karımı dinlemeliydim elbette. O hep daha mantıklı olmuştur, Tanrı ömür versin. Kendimi hastaneye attığımda, alev alev yanıyor, rüzgârdaki beid ağacı gibi titriyordum. Ayakta güçlükle durabiliyordum. Doktor, kan zehirlenmesi, dedi. Birkaç gün daha geçseydi karını dul bırakırdın, dedi. “Beni özel bir koğuşa yatırdılar, ağır hastalara ayrılmış olan bölüme. Ah, teşekkür” Bardağı Meryem’den aldı, ceketinin cebinden irice, beyaz bir hap çıkardı. “Şunların da boyu yani.” Leyla onun ilacı yutuşunu izledi. Soluklarının hızlandığının farkındaydı. Bacakları ağırlaşmıştı; ucuna külçeler takılmış gibi. Kendi kendine anımsattı: henüz lafını bitirmedi, henüz her şeyi anlatmadı. Ama bir saniye sonra sözünü sürdüreceğini biliyor, hemen kalkıp gitme, odadan çıkma dürtüsüyle savaşıyordu -bir an önce, duymak istemediği şeyler söylenmeden önce. Abdül Şerif bardağı sehpanın üzerine bıraktı. “Işte, arkadaşınla orada tanıştım. Muhammet Tarık Valizay’la.” Leyla’nın yürek atışları hızlanıverdi. Tarık hastanede? Ozel bir koğuşta? Ağır hastalara ayrılmış bölümde? Kuru kuru yutkundu. Koltuğunda kıpırdandı. Derhal katılaşmak, çelikleşmek zorundaydı. Aksi halde menteşelerinden ayrılacak, dağılacaktı. Zihnini hastanelerden, özel koğuşlardan uzaklaştırdı, Tarık’ın böyle tam adını duymayalı ne kadar olduğunu düşündü. Yıllar önce, ikisi birlikte kışlık bir Farsça kursuna yazılmışlardı. Oğretmen zilden sonra yoklama yapar, bu adı aynen böyle söylerdi: Muhammet Tarık Valizay. Ismin tamamının söylenmesi, Leyla’ya gülünç bir işgüzarlık gibi gelirdi. “Başına geleni, bir hemşireden öğrendim,” diye sürdürdü Abdül Şerif, hapın geçişini kolaylaştırmak istercesine göğsüne ha if ha if vurarak. “Peşaver’de onca zaman geçirdikten sonra, Urduca’yı epeyce söktüm tabii. Her neyse, edindiğim bilgiye göre, arkadaşın sığınmacılarla dolu bir kamyondaymış, toplam yirmi üç kişi; istikamet Peşaver. Sınıra yakın bir yerde, çapraz ateşte kalmışlar. Kamyona bir roket isabet etmiş. Muhtemelen serseri bomba, ama bilinmez tabii, bu insanlarla hiçbir şeyden emin olamazsın ki. Sadece altı kişi kurtulmuş, hepsi de aynı koğuşa yatırılmış. Uçü, yirmi dört saat içinde ölmüş. Iki tanesi - yanılmıyorsam, iki kız kardeş- düzelip taburcu olmuş. Dostun, Bay Valizay sonuncuydu. Ben geldiğimde, neredeyse üç haftadır oradaydı.” Kurtulmuştu, öyleyse? Peki ama, yarası çok mu kötüydü? Leyla meraktan çıldıracak haldeydi. Çok mu fena yaralanmıştı? Belli ki durumu, özel bir koğuşa yatırılacak kadar kötüydü. Leyla terlemeye başladığını, yüzünün kızardığını hissetti. Başka bir şey, keyi li bir şey düşünmeye çalıştı; Tarık ve Babi’yle, Buda heykellerini görmek üzere Bamyan’a gidişlerini, örneğin. Ama onun yerine, karşısına bir başka imge dikildi: Tarık’ın annesi kamyonda sıkışmış, baş aşağı, dumanların arasından Tarık’a sesleniyor, yardım istiyor, kolları, göğsü alev alev yanıyor, eriyen peruğu kafatasına yapışıyor... Üst üste, derin soluklar aldı. “Yanımdaki yatakta yatıyordu. Aramızda duvar yoktu, yalnızca bir perde. Dolayısıyla, onu rahatça görebiliyordum.” Abdül Şerif birden alyansıyla oynama ihtiyacı hissetti. Şimdi çok daha yavaş konuşuyordu. “Dostun... kötü, çok kötü yaralanmıştı. Her tarafından lastik hortumlar çıkıyordu. Once...” Genzini temizledi. “Once, saldırıda her iki bacağını da kaybettiğini sandım, ama hastabakıcı hayır, yalnız sağı, dedi; sol bacağı daha önce, bir başka kazada kopmuş. Dahili yaralar da vardı. Ben gelmeden önce, üç kez ameliyat etmişler. Bağırsaklarının bir kısmını almışlar; ötekileri anımsayamıyorum. Yanmıştı da. Fena halde. Daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Geceleri yeterince kâbus görüyorsundur, hemşire. Bir de ben katkıda bulunmayayım.” Tarık artık bacaksızdı, demek? Dizden aşağısı olmayan bir bedendi yalnızca. Bacaksız. Leyla bir an bayılacağını sandı, insanüstü bir çabayla, zihninin ilizlerini bu odadan, bu adamdan uzaklaştırdı, camdan dışarıya, sokağa, kentin üstüne yolladı; düz damlı evlerin, pazaryerlerinin, kumdan kalelere dönüşmüş, labirent benzeri, dar sokakların tepesine. “Genellikle uyuşturuluyordu. Acı yüzünden... bilirsin. Fakat ilaçların etkisinin geçtiği, zihninin açıldığı anlar da vardı. Dayanılmaz acılar içinde, ama zihni açık, berrak. Yatağımdan onunla konuşurdum. Kim olduğumu, nereli olduğumu söyledim. Bir hemvatan’la yan yana yattığına memnundu, sanırım. “Bazen, o da konuşurdu. Söylediklerinin yarısını anlayamıyordum, ama hakkında yeterince şey öğrendim. Yaşadığı yeri tarif etti. Gazne’deki amcasından söz etti. Annesinin yemeklerinden, babasının marangozluğundan, akordeon çaldığından. “Ama daha çok, senden söz ederdi, hemşire. Senin... nasıl demişti... hah, ilk anısı olduğunu söyledi. Böyleydi galiba, evet. Ilk anım. Sana çok değer verdiği belliydi. Balay, onu böyle görmek insanın yüreğini burkuyordu. Ama senin orada olmamana seviniyordu. Onu böyle görmeni istemezmiş.” Leyla’nın ayakları yeniden ağırlaştı, zemine demirledi; bütün kanı ansızın oraya birikmişti sanki. Ama aklı uzaklardaydı, özgür ve çevik, son hızla yol alan bir füze gibi Kabil’den çıkıyor, kahverengi, sarp kayalıkların, adaçayı öbekleriyle bezeli çölün üstünden, sivri uçlu, kırmızı kayalı vadilerden, zirvesi karlı dağların üstünden geçiyor... “Kabil’e döneceğimi söyleyince, seni bulmamı istedi. Seni düşündüğünü söylememi. Seni özlediğini. Yapacağıma söz verdim. Ondan çok hoşlanmaya başlamıştım, anlıyor musun? Düzgün, efendi bir delikanlıydı.” Abdül Şerif mendille alnını kuruladı. “Bir gece uyandım,” diye sürdürdü sözünü; nikâh yüzüğüne duyduğu ilgi canlanmıştı. “Galiba geceydi, öyle yerlerde zamanı kestirmek güçtür, bilirsin. Hiç pencere yoktu. Güneş doğmuş mu batmış mı, anlayamazsın. Neyse, uyandım ve yan yatağın etrafında bir telaş, bir koşuşturma gördüm. Bana da bir sürü ilaç veriliyordu, sürekli gidip geliyordum, bazen neyin gerçek neyin hayal olduğunu çıkaramıyordum. Tek anımsadığım, doktorların yatağın etrafında toplaştığı, şunu bunu istediği; öten alarmlar, yere saçılmış şırıngalar... “Sabah, yatak boştu. Hemşireye sordum. Yiğitçe savaştığını söyledi.” Leyla başını salladığının farkında değildi. Anlamıştı. Tabii ki anlamıştı. Bu adamın karşısına geçip oturduğu an, neden burada olduğunu, hangi haberi getirdiğini anlamıştı. “Başlarda, yani önceleri senin var olduğuna hiç inanmadım,” diyordu adam şimdi. “Konuşanın morfin olduğunu sandım. Belki de var olmadığını umdum; kötü haber getirmekten hep ödüm kopmuştur. Ama ona söz verdim. Ayrıca, dediğim gibi, onu sevmiştim. Böylece, birkaç gün önce buraya geldim. Etrafta seni sordum, bir iki komşuyla konuştum. Bu evi gösterdiler. Ebeveyninin başına geleni de anlattılar. Bunu duyunca, şey, arkamı dönüp gittim. Ve sana söylememeye karar verdim. Bu kadarını kaldıramayacağını düşündüm. Kimse kaldıramaz.” Abdül Şerif sehpanın üstünden uzandı, elini kızın dizine koydu. “Fakat geri geldim. Çünkü, son tahlilde, senin bilmeni isterdi. Buna inanıyorum. Çok üzgünüm. Keşke...” Leyla artık dinlemiyordu. Aklı, Penşirli adamın, Ahmet’le Nur’un ölüm haberini getirdiği gündeydi. Yüzü bembeyaz kesilen Babi’nin kanepeye yığılışını, duyunca eli ağzına giden Anne’yi anımsadı. Leyla annesinin o gün kahroluşunu izlemiş, korkmuştu, fakat gerçek bir ıstırap hissetmemişti. Annesinin kaybının korkunçluğunu algılayamamıştı. Şimdiyse bir başka yabancı bir başka ölüm haberi getirmişti. Şimdi kanepede oturan, kendisiydi. Ona kesilen ceza bu muydu yoksa; öz annesinin çektiği acıya uzak kalmasının bedeli? Anne’nin nasıl yere yığıldığını, nasıl çığlık Çığlığa haykırdığını, saçlarını yolduğunu anımsadı. Oysa kendisi bunu bile beceremiyordu. Doğru dürüst kıpırdayamıyordu. Tek bir kasını bile oynatamıyordu. Koltukta öylece oturuyordu; cansız elleri kucağında, gözleri boşlukta, zihnini özgürce uçmaya bırakmış. Aradığı yeri, o iyi ve güvenli noktayı bulana kadar uçmasına izin verdi; arpa tarlalarının yemyeşil, akan suyun berrak, kavak tohumlarının binlercesinin havada dans ettiği yeri; Babi’nin bir akasyanın gölgesinde kitap okuduğu, Tarık’ın ellerini göğsünde birleştirip uyuduğu, kendisininse ayağını dereye soktuğu, güneşte ağarmış kaya tanrıların dikkatli bakışları altında, güzel hayaller kurduğu çimenliği. |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling