Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
Ama doğru, diyor oğlana. Kumların sürtünürken çıkardığı ses bu. Dinle. O da dinliyor.
Kaşlarını çatıyor. Bekliyorlar. Ve yine duyuyorlar. Rüzgâr ha i lediğinde, iniltili bir ses; şiddetlendiğinde, ağlayan, tiz sesli bir bebekler korosu. *** Babi yanlarına sadece en gerekli şeyleri alacaklarını söyledi. Gerisini satacaklardı. “Bu para, ben iş bulana kadar bizi Peşaver’de idare eder.” Sonraki iki gün, satılacakları topladılar. Koca koca denkler oluştu. Leyla odasında eski bluzları, eski ayakkabıları, kitapları, oyuncakları bir yana ayırdı. Yatağın altına bakınca, Hasena’nın beşinci sınıfta, teneffüste verdiği sarı camdan, küçük ineği buldu. Ucunda minyatür bir futbol topu sallanan anahtarlığı da Citi’nin hediyesi. Tekerli, küçük, tahta bir zebra. Tarık’la bir gün su hendeğinde buldukları, seramik astronot. Kendisi altısındaydı, Tarık sekizinde. Onu kimin bulduğuna dair, ufak bir kavga çıkmıştı aralarında; Leyla anımsıyordu. Anne de eşyalarını topladı. Devinimlerinde bir tutukluk vardı, gözlerindeyse uyuşuk, dalmış gitmiş bir bakış. Iyi cins tabaklarını, peçetelerini, bütün takılarını -nikâh yüzüğü dışında- giysilerinin çoğunu gözden çıkarmıştı. “Bunu satmayacaksın, değil mi?” dedi Leyla, Anne’nin gelinliğini kaldırarak. Giysi, bir çağlayan gibi kucağına döküldü. Dantele, yakayı çeviren kurdeleye, kol ağızlarına elle işlenmiş, küçük incilere dokundu. Anne omuz silkti, gelinliği aldı. Giysi destesinin üzerine kabaca fırlattı. Bir yara bandını tek hareketle çeker gibi, diye düşündü Leyla. En üzücü görev, Babi’ye düştü. Leyla onu çalışma odasında buldu; yüzünde acılı bir ifade, ayakta, kitap ra larını inceliyordu. Kullanılmış giysiler satan dükkândan aldığı tişörtü giymişti; tişörtün göğsünde San Francisco’nun kırmızı köprüsünün resmi vardı. Beyaz köpüklü sulardan yükselen kalın sis, köprünün ayaklarını sarmalamıştı. “Şu malum klişeyi bilirsin,” dedi. “Issız bir adaya düşüyorsun. Yanına yalnızca beş kitap alabilirsin. Hangilerini seçerdin? Bir gün buna ciddi ciddi mecbur kalacağım hiç aklıma gelmezdi.” “Sana yeni baştan bir kütüphane oluştururuz, Babi.” “Hım.” Kederle gülümsedi. “Kabil’i terk ettiğime inanamıyorum. Okula burada gittim, ilk işime burada başladım, bu şehirde baba oldum. Yakında bir başka kentte, bir başka gökyüzünün altında uyuyacağımı düşünmek öyle garip geliyor ki.” “Bana da öyle.” “Kabil hakkındaki şu şiir bütün gün beynimde çınlayıp durdu. Saib-i Tebrizi, yanılmıyorsam on yedinci yüzyılda yazmış. Tamamını ezbere bilirdim, ama şu an yalnızca iki dizesini hatırlayabiliyorum: Bu kentin ne çatılarını ışıldatan ayları sayabilirsin, Ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi. Leyla başını kaldırıp bakınca, babasının ağladığını gördü. Kolunu onun beline doladı. “Ah, Babi. Geri döneceğiz. Savaş biter bitmez. Kabil’e döneceğiz, inşallah. Göreceksin.” *** Uçüncü günün sabahı, Leyla denkleri bahçeye taşımaya, ön kapının yanına yığmaya başladı. Sonra bir taksi çağıracak, hepsini rehineci dükkânına götüreceklerdi. Evle bahçe arasında mekik dokuyor, bir içeri bir dışarı, giysi torbalarını, tabak çanağı, Babi’nin kutular dolusu kitabını taşıyordu. Oğleye kalmaz yorgunluktan bitap düşerdi; kapıdaki yığın şimdiden beline geliyordu. Ama, her gidiş gelişte, Tarık’a bir adım daha yaklaştığını biliyor, bacakları her seferinde biraz daha canlanıyor, kolları biraz daha güçleniyordu. “Büyük bir taksi gerekecek.” Dönüp baktı. Anne’ydi, üst kattaki yatak odasından sesleniyordu. Camdan dışarı sarkmış, dirseklerini pervaza dayamıştı. Güneş, parlak ve ılık, kırlaşan saçlarına vuruyor, bitkin, zayıf yüzünü aydınlatıyordu. Sırtında, dört ay önceki davette giydiği kobalt mavisi elbise vardı; genç bir kadına yaraşan, iç açıcı bir elbiseydi, oysa Anne şu an Leyla’ya yaşlı bir kadın gibi görünmekteydi. Etsiz, kavruk kolları, çökük şakakları, mor halkalarla çevrili, ölgün gözleri olan, o kumlu düğün resimlerindeki, ışıltılı tebessümlü, tombul, değişmiş yüzlü kadınla hiçbir ilgisi olmayan, ihtiyar bir kadın. “İki büyük taksi,” dedi Leyla. Babi’yi de görebiliyordu; oturma odasında, kitap dolu kutuları üst üste yığmaktaydı. “Onları bitirince yukarı gel,” dedi Anne. “Oğle yemeğine oturalım. Haşlanmış yumurtayla dünden kalma fasulyemiz var.” “En sevdiğim.” Birden aklına rüyası geldi. Tarık’la ikisi örtünün üzerinde. Okyanus. Rüzgâr. Kumullar. Sesi nasıldı, şu şarkı söyleyen kumların çıkardığı ses? Leyla durdu. Gri bir kertenkelenin topraktaki bir çatlaktan sürünerek çıktığını görmüştü. Hayvan başını telaşla bir o yana, bir bu yana çevirdi. Gözlerini kırpıştırdı. Hızla bir taşın altına seğirtti. Kumsal bir kez daha Leyla’nın gözünün önünde canlandı. Ama bu sefer, kumların şarkısı her yandaydı. Ve yükseliyordu. Her an biraz daha, biraz daha güçleniyor, tizleştikçe tizleşiyordu. Bir sel gibi kulaklarına doldu. Başka her şeyi boğdu, susturdu. Martılar şimdi tüylü pantomimciydiler, gagalarını sessizce açıp kapıyorlardı; dalgalar köpüklerle, serpintilerle kıyıya vuruyordu, ama hiç titremeksizin. Kumlar şarkılarını sürdürdü. Sonra, bir ses... bir çıngırtı?.. Yo, çıngırtı değil. Hayır. Bir vınlama. Islık sesi. Kitapları yere, ayağının dibine bıraktı. Başını gökyüzüne çevirdi. Bir eliyle gözlerini perdeledi. Sonra, müthiş bir kükreme. Leyla’nın arkasında, bembeyaz bir parıltı. Ayağının altındaki toprak silkelendi. Sıcak, güçlü bir şey sırtına var gücüyle çarptı. Kızı ayağındaki sandaletlerden koparıp aldı. Havaya kaldırdı. Leyla şimdi uçuyordu, havada taklalar atarak, fırıl fırıl dönerek; gökyüzünü gördü, sonra toprağı, sonra yine göğü, yine toprağı. Yanından alev alev, iri bir tahta parçası geçti. Ve binlerce cam parçası; Leyla çevresinde uçuşan her parçayı, her bir cam kırığını tek tek görebildiği duygusuna kapıldı; yavaşça, peş peşe, güneşte ışıldayarak, döne kıvrıla uçuyorlardı. Sonra Leyla duvara çarptı. Yere çakıldı. Yüzüne, kollarına bir toprak ve çakıl taşı ve cam sağanağı indi. Yakınına, toprağa saplanmış bir şey görür gibi oldu. Irice, kanlı bir parça. Üzerinde, kırmızı bir köprünün, kesif pusu delen ayağı. Leyla’nın anımsadığı son şey, buydu. *** Etrafta kıpırdayan biçimler. Tavanda yanan bir loresan lamba. Bir kadın yüzü belirdi, onun yüzüne doğru eğildi. Leyla yeniden karanlığa gömüldü. *** Bir başka çehre. Bu kez, bir erkeğinki. Yüz hatları genişliyor, sarkıyor sanki. Dudakları oynuyor, ama ses çıkmıyor. Leyla’nın duyduğu tek şey, çınlama. Adam ona elini sallıyor. Kaşlarını çatıyor. Dudakları kıpırdıyor. Çok acıtıyor. Soluk almak canını acıtıyor. Her yeri ağrıyor. Bir bardak su. Pembe bir hap. Yeniden karanlığa dönüş. *** Yine aynı kadın. Uzun bir yüz, birbirine yakın gözler. Bir şey söylüyor. Leyla çınlamalardan başka bir şey duyamıyor ki. Ama sözcükleri görebiliyor; kara, ağdalı bir şurup gibi kadının dudaklarından döküldüğünü. Göğsü ağrıyor. Kolları, bacakları sızlıyor. Etrafında şekiller deviniyor. Tarık nerede? Neden burada değil? Karanlık. Bir sürü yıldız. *** Babi’yle ikisi yüksek bir yere tünemişler. Babi parmağıyla bir arpa tarlasını gösteriyor. Bir jeneratör çalışmaya başlıyor. Uzun suratlı kadın tepesinde, eğilmiş ona bakıyor. Soluk almak canını yakıyor. Bir yerde, bir akordeon çalıyor. Neyse ki, yine o pembe hap. Sonra derin bir sessizlik. Her şeyin örten, derin bir sessizlik. |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling