Bin Muhteşem Güneş


Download 1.16 Mb.
Pdf ko'rish
bet42/76
Sana29.04.2023
Hajmi1.16 Mb.
#1400306
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   76
Bog'liq
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş

35
MERYEM
O geceden sonra, Meryem’le Leyla ev işlerini birlikte yaptılar. Mutfakta hamur yoğurdular,
yeşil soğan doğradılar, sarımsak dövdüler; yanlarında oturmuş kaşıkları masaya vuran,
havuçlarla oynayan Azize’nin ağzına salatalık parçaları verdiler. Bahçede, kat kat giydirilmiş,
boynuna kışlık bir atkı dolanmış olan Azize’yi hasır sepetine yatırıyorlardı. Çamaşır yıkar,
birbirine değen elleriyle gömlekleri, pantolon ve alt bezlerini çitilerken, bir yandan da, göz
ucuyla onu kollarlardı.
Meryem bu yakınlığa, şimdilik deneme kabilinden yapılan ama yine de zevk veren bu
arkadaşlığa yavaş yavaş alıştı. Leyla’yla bahçede içtikleri, artık her akşam yinelenen bir ayine
dönüşen, üç incan çay’ı hevesle bekler oldu. Sabahları, kahvaltı için aşağıya inen Leyla’nın
terliklerinin şıpırtısını, Azize’nin tiz, çıngıraklı kahkahasını, sekiz minik dişinin görüntüsünü,
tenindeki süt kokusunu dört gözle beklediğini anımsadı. Ana-kız uyuyup kalmışsa, Meryem
için vakit geçmek bilmiyordu. Yıkanması gerekmeyen bulaşıkları yıkıyordu. Oturma
odasındaki minderleri düzeltiyordu. Tertemiz pervazların tozunu alıyordu. Leyla’nın,
kalçasına yerleştirdiği Azize’yle birlikte mutfağa girdiğini görünceye kadar, kendine iş
yaratıyordu.
Azize sabahları Meryem’i ilk gördüğünde, her seferinde, gözlerini açar, sızlanmaya,
annesinden kurtulmak için kıvranmaya başlardı. Kollarını Meryem’e doğru uzatır, minik
ellerini telaşla açıp kapatarak, onun kucağına gitmek istediğini belirtirdi; yüzünde hem
hayranlık hem de kıpır kıpır bir sabırsızlık.
“Bu ne telaş böyle,” derdi Leyla onu Meryem’in kucağına verirken. “Her sabah aynı gösteri!
Sakin ol, Meryem Hala‘nın bir yere gittiği yok. İşte burada, bak, halan. Hadi bakalım.”
Azize Meryem’in kollarının arasına girer girmez, başparmağını ağzına sokar, yüzünü onun
boynuna gömerdi.
Meryem acemi, gergin bir tavırla onu kucağında hoplatırdı; dudaklarında yarı-inanmaz,
yarı minnettar bir gülümseme. Daha önce Meryem böylesine şiddetle hiç istenmemişti. Hiç
kimse ona sevgisini böylesine riyasız, böylesine koşulsuz beyan etmemişti.
Azize Meryem’de hüngür hüngür ağlama isteği uyandırıyordu.
“O minicik kalbini neden benim gibi yaşlı, çirkin bir kocakarıya bağladın ki?” diye
mırıldanırdı bebeğin saçlarına. “Ha? Ben bir hiçim, göremiyor musun? Bir dehatı. Sana
verecek neyim var ki benim?”
Ama Azize büyük bir hoşnutlukla guruldar, yüzünü biraz daha gömerdi. O böyle yaptıkça,
Meryem zevkten dört köşe olurdu. Gözleri yaşarırdı. Yüreği kanatlanırdı. Ve bomboş, tam takır
geçen bunca yıldan sonra, sahte, kısır bağlılıklarla dolu yaşamındaki ilk gerçek bağlılığı nasıl
olup da bu küçücük yaratıkta bulabildiğine şaşardı.


***
Ertesi yılın başında, Ocak 1994’te, Dostum bir kez daha taraf değiştirdi. Gülbettin
Hikmetyar’a katıldı ve Bala Hisar’da, Koh-e-Şirdaveza dağlarından kenti gözleyen bu eski
kalede mevzilendi. Ikisi birlikte, Mesut’la Rabbani’nin Savunma Bakanlığı ile Başkanlık
Sarayı’ndaki güçlerini ateşe tuttular. Kabil Irmağı’nın her iki yakasından, birbirlerine roket
yağdırıyorlardı. Cesetler, cam kırıkları, ezilmiş, yamulmuş madeni kütleler sokaklara saçıldı.
Dört bir yanda yağmalamalar, cinayetler, hızla artan tecavüzler; bu sonuncu, sivilleri korkutup
sindirmekte, milisleri ödüllendirmekte kullanılıyordu. Meryem, tecavüz korkusuyla kendini
öldüren kadınlar olduğunu duyuyordu; ya da, milislerin saldırısına uğrayan karılarını, kızlarını
onur kurtarma adına öldüren erkekler.
Azize havan toplarının gümbürtüsüne çığlık çığlığa bağırıyordu. Meryem onu oyalamak,
dikkatini başka tarafa çekmek için, pirinç taneleriyle yerde bazı şekiller yapıyor, bir ev, bir
horoz, bir yıldız oluşturuyor, sonra da dağıtması, bozması için Azize’ye bırakıyordu. Celil’den
öğrendiği gibi, tek hamlede, kalemi hiç kaldırmadan fil resimleri çiziyordu.
Raşit her gün bir sürü, düzinelerce masum insanın öldüğünü söyledi. Hastaneler, ecza
depoları bombalanıyordu. Dediğine göre, acil gıda malzemesi taşıyan araçların şehre girişleri
engelleniyor, sürücüleri vurulup içleri talan ediliyordu. Meryem, Herat’ta da böylesi
çarpışmalar olup olmadığını merak etti; oluyorsa, Molla Feyzullah ne yapıyordu acaba (tabii
hâlâ hayattaysa)? Ya da Bibi co, bütün o oğulları, gelinleri ve tonlularıyla? Ve tabii, Celil. Evine
kapanmış, saklanıyor muydu; kendisinin yaptığı gibi? Yoksa karılarını, çocuklarını alıp
ülkeden kaçmış mıydı? Celil’in bir yerlerde, güvende olduğunu, bu kan gölünden çoktan
uzaklaşmış olduğunu umuyordu.
Bir hafta boyunca, çatışmalar Raşit’i bile evde kalmaya zorladı. Bahçe kapısını sürgüledi,
bubi tuzakları kurdu, evin kapısını kilitledi, arkasına kanepeyi dayayıp barikat yaptı. Evin
içinde sigara içerek volta atıyor, gidip camdan bakıyor, tabancasını temizleyip dolduruyor, bir
daha dolduruyordu, iki kez, duvara tırmanmaya çalışan birini gördüğünü ileri sürerek sokağa
ateş etti.
“Genç çocukları zorla askere alıyorlar,” dedi. “Mücahitler, yani. Gündüz gözü, silah zoruyla.
Delikanlıları sokaklardan toplayıp götürüyorlar. Karşı taraf, hasımlar da bu çocukları ele
geçirince, işkence yapıyor. Elektrik verdiklerini, hayalarını kerpetenle burduklarını duydum.
Oğlanları, evlerini göstermeye zorluyorlarmış. Sonra eve dalıp babalarını öldürüyor,
annelerinin, kız kardeşlerinin ırzına geçiyorlarmış.” Tabancasını havaya kaldırıp salladı.
“Benim evime girmeye hele bir kalkışsınlar bakalım. Ben onların hayalarını burmazsam!
Beyinlerini uçururum! Şeytan’ın kendisinden bile korkmayan bir erkeğiniz olduğu için ne
kadar şanslı olduğunuzun farkında mısınız?”
Yere baktı, ayaklarının dibindeki Azize’yi gördü. “Kalk ayağımın altından!” diye hırladı,
tabancasıyla ateş eder gibi yaparak. “Peşimde dolanıp durmayı kes! Bileklerini öyle bükmeyi
de! Seni kucağıma almaya hiç niyetim yok. Hadi, yallah! Üzerine basmadan çekil şuradan.”
Azize irkildi. Emekleyerek Meryem’e gitti; incinmiş, şaşırmış görünüyordu. Meryem’in
kucağında, parmağını keyifsizce emmeye, somurtkan, endişeli bir yüzle Raşit’i süzmeye
koyuldu. Arada bir, başını kaldırıp Meryem’e bakıyordu; güvence beklercesine.
Ama iş babalara gelince, Meryem’in verebileceği hiçbir güvence yoktu.
***


Çatışmalar yeniden ha i leyince, Meryem rahat bir soluk aldı; en çok da, Raşit’le aynı eve
kapanıp kalmaktan, evin havasını bozan o ekşi, huysuz tavrından kurtulduğuna sevindi. Hele
dolu tabancayı Azize’ye doğru sallaması, yüreğini ağzına getirmişti.
Bir gün, Leyla Meryem’in saçlarını örmek istedi.
Meryem kıpırdamadan durdu, aynadan Leyla’yı seyretti; ince, uzun parmaklarıyla örgüleri
sıkılıyor; kendini yaptığı işe öyle bir kaptırmış ki, kaşları çatılmış. Azize yere kıvrılmış,
uyuyordu. Kolunun altında, Meryem’in diktiği bez bebek. Meryem bebeğin içini kuru
fasulyeyle doldurmuş, çaya batırıp boyadığı bir elbise dikmiş, boynuna da, bir ipe dizdiği, boş,
küçük makaralardan yaptığı kolyeyi asmıştı.
Azize uykusunda yellenince, Leyla gülmeye başladı, Meryem de katıldı. Bu şekilde,
birbirlerinin aynadaki yansılarına bakarak, gözleri sulanıncaya kadar güldüler; öyle doğal, öyle
zorlamasız bir andı ki, ansızın Meryem Celil’i anlatmaya başladı; Nana’yı, cin’i. Leyla ellerini
onun omuzlarına bırakmış, gözleri Meryem’in aynadaki gözlerine kilitlenmiş, dinliyordu.
Sözcükler peş peşe döküldü; kesilen bir damardan fışkıran kan gibi. Meryem ona Bibi co’yu,
Molla Feyzullah’ı, Celil’in evine yaptığı o küçük düşürücü yolculuğu, Nana’nın intiharını anlattı.
Celil’in kartlarını, Raşit’le alelacele kıyılan nikâh’ı, Kabil’e gelişini, gebeliklerini, o bitmek
bilmez umut ve hüsran döngüsünü, Raşit’in ondan yüz çevirişini.
Daha sonra, Leyla onun iskemlesinin dibine oturdu. Dalgın dalgın uzandı, Azize’nin saçına
dolanmış bir iplik parçasını aldı. Bir sessizlik çöktü.
“Benim de sana anlatacaklarım var,” dedi.
***
Meryem o gece hiç uyumadı. Yatakta oturdu, usulcacık yağan karı seyretti.
Mevsimler gelip geçmişti; Kabil’de cumhurbaşkanları yemin etmiş, öldürülmüştü; bir
imparatorluk çökmüştü; eski savaşlar sona ermiş, yenileri çıkmıştı. Ama Meryem doğru
dürüst ayrımsamamış, neredeyse hiç umursamamıştı. Bütün bu yılları, zihninin tenha bir
köşesinde geçirmişti. Kuru, çorak bir arazide; arzulamanın ve dövünmenin uzağında,
hayallerin ve hayal kırıklıklarının ötesinde. Orada, geleceğin hiçbir önemi yoktu. Geçmişse
yalnızca tek bir dersi içeriyordu: Sevgi, insana zarar veren bir hatadır; işbirlikçisi, yani
umutsa tehlikeli bir yanılsama. Dolayısıyla, bu iki zehirli çiçek Meryem’in zihnindeki o kuru,
kavruk arazide ne zaman sürgün vermeye yeltense, Meryem onları koparıp attı. Çekip
koparmış, toprağa tutunmalarına kalmadan, kökünden sökmüştü.
Ama her nasılsa, şu son aylarda, Leyla ve Azize (tıpkı kendisi gibi harami olduğunu
öğrendiği Azize) onun bir parçası olup çıkmıştı; bunca zamandır tahammül ettiği yaşam
Meryem’e şimdi, ansızın, onlarsız katlanılmaz, çekilmez görünüyordu.

Download 1.16 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   38   39   40   41   42   43   44   45   ...   76




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling