Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
olmaz, zifiri karanlık bir deniz olurdu, güneşse karanlıktaki kocaman, parlak bir yıldız.
“Bu sefer Azize bizle eve geliyor mu?” diye sordu Zalmay. “Yakında, aşkım,” dedi Leyla. “Yakında.” Leyla uzaklaşan oğlanın arkasından baktı; tıpkı babası gibi yürüyordu, beden öne eğik, ayak parmakları içe basıyor. Salıncağa gitti, boş iskemleyi itti, sonunda yere, betona çöktü, bir çatlaktan fışkırmış yabani otları yolmaya başladı. Leyla bir kez daha merak etti: Taliban Zaman Kaka’nın gizli derslerini öğrense, ne yapardı acaba? Görüşmelerde, Azize sessizliğin çökmesine hiç fırsat vermiyordu. Yüksek, çın çın sesiyle yaptığı konuşmalarla, taşkın gevezeliklerle bütün boşlukları dolduruyordu. Konudan konuya atlar, elleriyle çılgın, hırçın jestler yapardı; oysa bu asabi uçuculuk hiç de tarzı değildi. Yeni bir gülüşü vardı; Azize’nin. Tam bir gülüş de sayılmazdı, daha çok, sözlerini noktalamak için başvurduğu, gergin bir tik gibiydi; ya da, Leyla’nın kuşkulandığı gibi, rahatlatma, güven verme amacıyla yapılan bir vurgu. Başka değişiklikler de vardı. Azize’nin tırnaklarının altındaki kir Leyla’nın gözünden kaçmıyordu; kız onun fark ettiğini ayrımsar, ellerini baldırlarının altına saklardı. Ne zaman bir çocuk sümüklerini akıta akıta ağlasa, ya da yanlarından kıçı açık, saçı kirden taraz taraz bir çocuk geçse, Azize’nin kirpikleri uçuşur, hemen açıklamaya girişirdi. Evinin pisliği, çocuklarının pasaklılığı yüzünden konuklarına mahcup olmuş bir ev hanımı gibi. Yetimhaneden memnun olup olmadığı sorularını, şen ama muğlak yanıtlarla geçiştiriyordu. Gayet iyiyim, Hala. İyiyim. Çocuklar sana sataşıyor mu? Hayır, Anne. Herkes çok tatlı. İyi yiyor musun? Rahat uyuyor musun? Yiyorum. Uyuyorum da. Evet. Dün akşam kuzu yedik. Yoksa geçen hafta mıydı? Kızı böyle konuştuğunda, Leyla onda Meryem’den irice bir parça görüyordu. Azize şimdi kekeliyordu da. Ilk Meryem fark etmişti. Oldukça gizli, silikti, fakat fark edilebiliyordu; özellikle t har iyle başlayan sözcüklerde belirgindi. Leyla bundan Zaman’a söz etti. Adam kaşlarını çattı, “Ben hep böyle olduğunu sanıyordum,” dedi. O cuma ikindisi, yetimhaneden ayrılırken biraz gezdirmek için Azize’yi de yanlarına aldılar, otobüs durağında beklemekte olan Raşit’le buluştular. Zalmay babasını görünce bir sevinç çığlığı atıp debelendi, Leyla’nın kollarından kurtuldu. Azize’nin Raşit’i selamlayışı ciddi, gergindi, ama düşmanca değil. Raşit acele etmelerini söyledi, iki saat sonra işbaşı yapması gerekiyordu. Intercontinental’de kapıcılığa başlayalı bir hafta olmuştu. Oğleden sekize, haftada altı gün, araba kapılarını açıyor, bavul taşıyor, yere bir şey döküldüğünde siliyordu. Bazen, günün sonunda, açık büfe tarzı lokantanın aşçısı, Raşit’in artıklardan birazını (etrafa çaktırmadan) alıp eve götürmesine göz yumuyordu - yeter ki etrafa çaktırmasın. Soğumuş, yağı emmiş köfteler; kızarmış tavuk kanatları, kabuğu kuruyup sertleşmiş; artık lastik gibi olmuş, soslu makarna; katı, çakıllı pilav. Raşit Leyla’ya söz vermişti, eli biraz para tutar tutmaz, Azize’yi eve getirecekti. Şimdi de üzerinde üniforması vardı; bordo rengi, polyester bir takım, beyaz gömlek, klipsli boyunbağı, ak saçlarını ezen, siperlikti kasket. Uniforma Raşit’i dönüştürüyordu. Sırtında bu varken, incinebilir, neredeyse zararsız görünüyordu; yüzünde zavallı bir şaşkınlık. Hayatın, ona layık gördüğü rezillikleri itirazsız kabullenen biri gibi. Bu teslimiyetiyle hem acınası hem de hayran olunası biri. Otobüsle Titanic Şehri’ne gittiler. Iki taraftaki derme çatma kulübelerin, kum setlere tutunmuş gecekonduların arasından nehir yatağına doğru yürüdüler. Köprünün yakınında, basamakları inerlerken bir vinçten sarkan, çıplak ayaklı bir erkek cesedi gördüler; kulakları kesilmiş, ipin ucundaki boynu bükülmüştü. Irmakta, etrafta dolaşan kalabalığın arasına karıştılar, alışverişçiler, para takasçıları, sivil toplum örgütlerinin sıkkın yüzlü üyeleri, sigara satıcıları, gelip geçene ellerindeki sahte antibiyotik reçetelerini gösterip para dilenen, çarşa lı kadınlar. Eli kırbaçlı, nesvar çiğneyen Talibler Titanic Şehri’nde devriye geziyor, yakışıksız kahkahalar, peçesiz yüzler aranıyordu. Zalmay, koyun postundan yapılma gocuk satan bir satıcıyla yapay çiçeklerle dolu bir tezgâhın arasındaki oyuncakçıdan, sarı ve mavi çizgili, kauçuk bir basketbol topu aldı. “Bir şey seç,” dedi Raşit Azize’ye. Kız duraksadı; mahcubiyetten kasılıp kalmıştı. “Acele et. Bir saat sonra işte olmalıyım.” Azize bir top şeker makinesi seçti; madeni parayı deliğe atıp bir şeker alıyor, sonra alttaki kapağı kaldırıp parayı geri alıyordunuz. Satıcı iyatını söyleyince Raşit’in kaşları kalkıverdi. Sıkı bir pazarlık başladı, sonunda Raşit Azize’ye dönüp, sanki oyuncak için tutturan oymuş gibi, “Geri ver,” diye homurdandı, “ikisini birden alamam.” Dönüş yolunda, yetimhaneye yaklaştıkça Azize’nin şen şakrak ön cephesi her adımda biraz daha soldu, bulandı. Eller uçuşmayı kesti. Yüzü karardı. Her seferinde yineleniyordu bu. Şimdi konuşup durma, yerli yersiz, asabice gülme, hüzünlü sessizliği soluksuz, amaçsız gevezeliklerle doldurma sırası, Meryem’in de desteğiyle, Leyla’daydı. Daha sonra, Raşit onları yetimhaneye bırakıp otobüsle işe yollandığında, Leyla durdu, el sallayan, sonra duvarın dibinden ayaklarını sürüye sürüye arka avluya geçen Azize gözden yitinceye kadar bekledi. Azize’nin kekelemesini, fay kırılmalarıyla ilgili söylediklerini düşündü; derinlerde şiddetli çarpışmalar yaşanırken, bizim yüzeyde nasıl yalnızca ha if bir titreme hissettiğimizi. *** “Çek git, hey sen!” diye haykırdı Zalmay. “Şişşt,” dedi Meryem. “Kime bağırıyorsun böyle?” Oğlan parmağıyla gösterdi. “Şuna. Şu adama.” Leyla parmağın gösterdiği yöne baktı. Evin önünde bir adam duruyordu; kapıya yaslanmıştı. Geldiklerini görünce onlara doğru döndü. Kollarını çözdü. Topallayarak bir iki adım attı. Leyla durdu. Boğazından boğulur gibi bir hırıltı çıktı. Dizleri gevşedi. Ansızın, Meryem’in koluna, omzuna, bileğine, herhangi bir yerine, bir şeye tutunma, yaslanma arzusu, gereksinimi hissetti. Ama yapmadı. Bunu göze alamadı. Tek bir kasını bile kıpırdatmaya cesaret edemedi. Nefes almaktan, hatta gözünü kırpmaktan bile korkuyordu, çünkü bunun uzakta titreşen bir serap olmasından, en küçük bir kıpırtıda kaybolacak, uçucu bir yanılsama olmasından korkuyordu. Bunun için de, tam anlamıyla hareketsiz kaldı, Tarık’a baktı; ta ki göğsü hava ihtiyacıyla çığlıklar atana, gözleri kırpışmak için yanana kadar. Derin bir soluk aldıktan, gözlerini kapayıp açtıktan sonra, erkeğin her nasılsa, mucizevi bir biçimde, hâlâ orada durduğunu gördü. Tarık hâlâ oradaydı. Leyla her şeyi göze alıp öne doğru bir adım attı. Ardından, bir adım daha. Ve bir tane daha. Sonra, koşmaya başladı. |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling