Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
44
LEYLA Tarık, aynı hücreyi paylaştığı adamlardan birinin, lamingo resmi yaptığı için meydan dayağına çekilen bir kuzeni olduğunu söyledi. Adamın, yani kuzenin, lamingolara karşı i lah olmaz bir tutkusu vardı. “Koca koca resim defterleri,” dedi. “Düzinelerce yağlıboya; gölcüklerde, sığ sularda yürüyen, bataklıklarda güneşlenen flamingolar. Günbatımına doğru uçanlar da, elbette.” “Flamingolar,” diye yineledi Leyla. Sırtını duvara vermiş oturan, sağlam bacağını dizden kırmış olan Tarık’a baktı. Ona yeniden dokunmak için bastırılamaz bir dürtü hissediyordu; tıpkı sokak kapısında, yanına koştuğu zaman yaptığı gibi. Kollarını erkeğin boynuna nasıl doladığını, göğsüne yaslanıp ağladığını, ıslak, boğuk bir sesle adını üst üste, defalarca nasıl yinelediğini hatırladıkça utançtan al basıyordu yüzüne. Yoksa çok mu hevesli, çok mu abartılı davranmıştı? Belki de. Ama kendine engel olamamıştı. Şimdiyse ona yeniden dokunmak, gerçekten burada olduğunu, bir düş, bir hayal olmadığını kendine kanıtlamak için içi gidiyordu. “Yaa,” dedi Tarık. “Flamingolar.” Taliban resimleri bulunca, diye sürdürdü anlatmayı, kuşların uzun, çıplak bacaklarına bozulmuş. Kuzenin ayaklarını bağlayıp falakaya yatırmış, kan revan içinde bırakmış, sonra da bir seçenek sunmuşlar: Ya resimleri yok edeceksin ya da lamingoları edepli bir hale getireceksin. Bunun üzerine, kuzen eline fırçasını almış, kuşlara, her birine, tek tek pantolon giydirmiş. “Al sana Müslüman lamingo,” dedi Tarık. Kahkahalar yükseldi, fakat Leyla onları bastırdı. Sararan dişlerinden, kesici dişinden kalma boşluktan utanıyordu. Bakımsız halinden, şiş dudağından utanıyordu. Keşke onunla karşılaşmadan yüzünü yıkayacak, en azından saçını tarayacak vakti olsaydı. “Ama son gülen bizimki, yani kuzen olmuş,” dedi Tarık. “Pantolonları sulu boyayla yapmış. Taliban gidince de, suya tutup akıtıvermiş.” Gülümsedi -onun da bir dişi eksikti. Başını eğdi, gözlerini ellerine dikti. “Yaa.” Başında pakol vardı, ayaklarında yürüyüş botları; siyah, yün kazağını hâki rengi pantolonunun içine sokmuştu. Konuşurken ha ifçe gülümsüyor, başını usulca, doğrularcasına sallıyordu. Leyla onun bunu, yaa ünlemini kullandığını hiç anımsamıyordu; şu düşünceli duruş, parmakların kucakta birleşip bir çadır kuruşu, bu baş sallama da yeniydi. Ne kadar yetişkin bir sözcük, ne kadar yetişkin bir jest. Iyi de, neden bu kadar şaşırtıcı geliyordu ki? O artık yetişkin bir erkekti. Yavaş devinimli, yorgun tebessümlü, yirmi beş yaşındaki Tarık. Sakallı, düşlerindeki Tarık’tan daha zayıf, ama güçlü kuvvetli ellere, bir işçinin boğum boğum, dolgun damarlı ellerine sahip bir erkek. Yüzü hâlâ etsiz, yakışıklıydı fakat teni artık açık değildi; tıpkı boynu gibi güneşten yanmış alnında da bir yıpranmışlık seziliyordu; uzun ve yıpratıcı bir yolculuğun sonundaki bir gezginin alnıydı bu. Pakolunu geriye itmişti; Leyla saçlarının dökülmeye başladığını ayrımsadı. Gözlerinin elası, anımsadığından daha donuk, daha soluktu, ama belki de odadaki ışık yüzündendi. Tarık’ın annesini düşündü; o acelesiz tavırlarını, zeki tebessümlerini, kasvetli, mor peruğunu. Ve babasını; gözlerini kısıp bakışı, iğneleyici şakaları. Daha önce, kapıda, gözyaşlarıyla ıslanmış sesi, birbirine dolanan kelimeleriyle, Abdül Şeriften aldığı haberi aktarmış, Tarık da başını hayır anlamında sallamıştı. Leyla da bunun üzerine, onları, ana- babasının sağlığını sordu. Fakat Tarık başını eğip, kederle, “Vefat ettiler,” deyince, sorduğuna pişman oldu. “Çok üzüldüm.” “Şey. Evet. Ben de.” Sonra, cebinden küçük bir kesekâğıdı çıkardı, Leyla’ya uzattı. “Bu senin. Alyona’dan sevgilerle.” İçinden, naylona sarılı bir kalıp peynir çıktı. “Alyona. Ne güzel isim.” Leyla bir sonraki sözcüğü sesi titremeden söyleyebilmek için kendini zorladı. “Karın mı?” “Keçim.” Beklenti dolu bir gülümsemeyle kıza bakıyordu; anımsamasını bekler gibi. Aynı anda, Leyla anımsadı. Sovyet ilmi. Alyona, kaptanın kızıydı, ikinci kaptana âşık olan kız. Tarık ve Hasena’yla, Sovyet tanklarının, ciplerinin Kabil’den ayrılışını seyrettikleri, Tarık’ın o komik Rus kalpağını taktığı gün, daha sonra izledikleri film. “Onu yere çaktığım bir kazığa bağlıyorum,” diyordu Tarık. “Etrafına da bir çit ördüm. Kurtlar yüzünden. Yaşadığım dağ eteğinin yakınlarında, yarım kilometre kadar uzakta ormanlık bir alan var, çoğunlukla çam ağaçları, biraz köknar, biraz da sedir. Genellikle ormandan ayrılmıyorlar, kurtlar yani, ama meleyen üstelik etrafta dolaşmaktan hoşlanan bir keçi, akıllarını çelebilir. Çiti bu yüzden yaptım. Kazığı da.” Leyla hangi dağ eteği olduğunu sordu. “Pir Penjal, Pakistan,” dedi Tarık. “Yaşadığım yerin adı Mürree; Islamabad’a bir saat uzaklıkta bir say iye yeri. Dağlık, yemyeşil bir yer; bol ağaçlı, deniz seviyesinden epey yüksek. Onun için de yazları serin oluyor. Turistler için mükemmel.” Britanyalıların orayı Kraliçe Victoria döneminde, Ravalpindi’deki askeri karargâhlarına yakın olduğu için seçtiklerini, vatandaşlarının sıcaktan kaçabileceği bir yayla kurduklarını açıkladı. Sömürge döneminden kalma birkaç hatıraya hâlâ rastlanıyor, dedi; bir iki çayevi, kır evi dedikleri, teneke damlı bungalovlar, ilan. Kasabanın kendisiyse küçük, sevimliydi. “Mall” dedikleri ana caddeye postane, bir kapalı çarşı, birkaç lokanta, boyalı camları ve el dokuması halıları turistlere fahiş iyatla satan dükkânlar sıralanmıştı. Mall’da acayip bir tra ik uygulaması vardı, tek yönlü trafik bir hatla bir yöne, öteki hafta aksi yöne akıyordu. “Yerel halk, Irlanda’da bazı yerlerde ulaşımın aynen böyle olduğunu söylüyor. Bilemem. Her neyse, hoş bir yer. Yalın bir yaşam, fakat hoşuma gidiyor. Orada yaşamayı seviyorum.” “Keçinle birlikte. Alyona’yla.” Leyla’nın amacı şaka yapmaktan ziyade, erkeğin ağzından çaktırmadan, ustaca laf almaya çalışmaktı; yanında, keçiyi kurtlara kaptırmaktan korkan biri daha olup olmadığını öğrenmek, örneğin. Ama Tarık başını evet anlamında sallamakla yetindi. “Ben de senin annenle babana üzüldüm,” dedi. “Duydun mu?” “Daha önce birkaç komşuyla konuştum,” dedi erkek. Bir duraklama oldu, Leyla komşuların ona başka neler anlattığını merak etti. “Hiç tanıdık göremedim. Eski günlerden, yani.” “Hepsi gitti. Tanıdığın hiç kimse kalmadı.” “Kabil’i tanıyamıyorum.” “Ben de öyle.” *** “Anneciğin yeni bir arkadaşı var,” dedi Zalmay, akşam yemeğinden sonra; Tarık gideli epeyce olmuştu. “Bir erkek.” Raşit başını kaldırıp baktı. “Öyle mi?” <<>><<>><<>> Tarık sigara içmek için izin istedi. Bir süre, Peşaver yakınlarındaki Nasır Bağ sığınma kampında kaldık, dedi, sigarasının külünü bir tablaya silkerken. “Oraya vardığımızda, kampta zaten altmış bin Afgan yaşamaktaydı. “Diğer bazı kamplar, örneğin, Allah korusun Caluzay kadar kötü değildi. Soğuk Savaş sırasında kurulan şu örnek kamplardan biriydi sanırım; hani Batı’nın dünyaya göstermek, Afganistan’a sadece silah yığmadıklarını kanıtlamak için yaptıklarından.” Ama bu, Sovyet savaşı sırasındaydı, cihat günlerinde; dünya çapında bir ilginin uyandığı, para musluklarının açıldığı, Margaret Thatcher’in kalkıp ziyarete geldiği günlerde. “Gerisini biliyorsun, Leyla. Savaştan sonra, Sovyetler dağıldı, Batı da çekip gitti. Afganistan’da artık kaybetmekten korktukları hiçbir şeyleri kalmamıştı, dolayısıyla para da suyunu çekti. Nasır Bağ artık çadırlardan, tozdan ve açık lağımlardan ibaret. Oraya gidince, bize bir sopayla bir parça da çadır bezi verdiler, kendi çadırımızı kurmamızı söylediler.” Bir yıl kaldıkları Nasır Bağ’dan en çok anımsadığı şeyin, kahverengilik olduğunu ekledi. “Kahverengi çadırlar. Kahverengi insanlar. Kahverengi köpekler. Kahverengi lapa.” Her gün tırmandığı, yapraksız bir ağaç vardı; bir dala ata biner gibi oturur, güneşe serilmiş sığınmacıları seyrederdi; yaraları, kopuk uzuvları gözler önünde. Bidonlarla su taşıyan, ateş yakmak için köpek pisliği toplayan, kör bıçaklarla tahtadan oyuncak AK- 47’ler yontan, kimsenin ekmek yapmayı beceremediği, bayat buğday unuyla dolu çuvalları sürükleyen, küçücük, bir deri bir kemik oğlanları seyrederdi. Mülteci kampını dip dibe dolduran çadırlar rüzgârda çırpınırdı. Rüzgâr yabani ot öbeklerini oradan oraya sürükler, çamur mezbelelerin çatısına düşmüş uçurtmaları havalandırırdı. “Bir sürü çocuk öldü. Dizanteri, verem, açlık -ne istersen. En çok da, kahrolası dizanteriden. Tanrım, Leyla. Ne çok çocuğun gömüldüğünü gördüm. Bir insanın tanık olabileceği en kötü görüntü, inan.” Bacak bacak üstüne attı. Bir süre ikisi de konuşmadı. “Babam ilk kışı bile atlatamadı,” diye sürdürdü sözünü. “Uykusunda öldü. Acı çektiğini sanmıyorum.” Aynı kış, annesi de zatürreeye yakalanmıştı, az kaldı ölüyordu; steyşın vagon arabasını seyyar bir kliniğe dönüştürmüş olan kamp doktoru olmasaydı, ölürdü de. Kadın sabaha kadar ateşler içinde kıvranıyor, öksürüyor, kalın, pas rengi balgam tükürüyordu. Doktorun önündeki kuyruklar çok uzundu, dedi Tarık. Sıradaki herkes titriyor, inliyor, öksürüyordu; altına kaçıran, dışkısı bacaklarından akanlar da vardı, bitkinlikten ya da açlıktan tek kelime edecek mecali olmayanlar da. “Ama çok düzgün adamdı, doktor. Annemi tedavi etti, ilaç verdi ve o kış annemin hayatını kurtardı.” Aynı kış, Tarık bir çocuğu köşeye kıstırdı. “On iki, bilemedin on üç yaşındaydı,” dedi, dümdüz bir sesle. “Bir cam parçasını gırtlağına dayadım, elindeki battaniyeyi aldım. Götürüp anneme verdim.” Annesinin hastalığından sonra, kendine bir söz vermiş, kampta bir kış daha geçirmemeye yemin etmişti. Çalışacak, para biriktirecek, annesini Peşaver’de temiz suyu, sobası olan bir daireye taşıyacaktı. Bahar gelince, iş aramaya koyuldu. Arada bir, bir kamyon sabah erkenden kampa gelir, birkaç düzine delikanlıyı toplayıp çalışmaya götürürdü; yakınlardaki bir tarlaya taş ayıklamaya, bir bahçedeki elmaları toplamaya; karşılığında da üç beş kuruş para, bir battaniye, bir çift ayakkabı. Ama Tarık’ı çağıran olmamıştı. “Bacağıma şöyle bir bakar, arkalarını dönüverirlerdi,” dedi. Başka işler de vardı. Kazılacak kanallar, yapılacak kulübeler, taşınacak su, helalardan kürenecek pislik. Ama bu işler için sürüyle genç birbirini yiyordu, Tarık’a şans bir kez olsun gülmedi. Sonra bir gün, 1993 güzünde bir dükkân sahibiyle tanıştı. “Bir deri paltoyu Lahor’a götürmem için para teklif etti. Çok değil, ama yeterli; tutmak istediğim dairenin bir iki aylık kirasını karşılayacak kadar.” Dükkâncı ona bir otobüs biletiyle bir adres vermişti; Lahor Tren Garı’nın yakınında, bir köşe başında, paltoyu adamın bir arkadaşına teslim edecekti. “Anlamıştım tabii,” dedi Tarık. “Yakalanırsam, tek başınaydım, beni tanımıyordu; annenin yaşadığı yeri biliyorum, unutma, dedi. Ama parası, geri çevrilemeyecek kadar iyiydi. Ustelik kış bir kez daha bastırmak üzereydi.” Leyla sordu: “Nereye kadar gidebildin?” Tarık güldü. “Fazla ilerleyemedim.” Gülüşü mahcuptu, af diler gibi. “Otobüse bile binemedim. Oysa kendimi dokunulmaz sanıyordum, bilirsin, şerbetli. Sanki yukarılarda bir yerde bir muhasebeci oturmuş, kulağının arkasında bir kalem, bu tür şeylerin çetelesini tutuyor, aşağıya bakıp şöyle diyordu: ‘Evet, tamam, bunu alabilir, izin vereceğiz. Bedelini çoktan ödedi, evet, o.’” Haşhaş astarın içindeydi; polis bıçağı paltoya daldırdığı an sokağın ortasına, yerlere saçılıvermişti. Tarık yeniden güldü, giderek tırmanan, titrek bir kahkahaydı; Leyla onun küçükken de aynen böyle güldüğünü anımsadı; utancını gizlemek, yaptığı delice ya da kepazece bir şeyi hafife almak istercesine. *** “Topallıyordu,” dedi Zalmay. “Yoksa bu tahmin ettiğim kişi mi?” “Yalnızca ziyarete geldi,” dedi Meryem. “Kapa çeneni sen,” diye hırladı Raşit, bir parmağını kaldırarak. Yeniden Leyla’ya döndü. “Bak şu işe. Leyla’yla Mecnun kavuşmuş. Tıpkı eski günlerdeki gibi.” Yüzü taşlaştı. “Onu içeri aldın demek. Buraya. Benim evime. Onu evime soktun. Buraya, oğlumun yanına.” “Beni oyuna getirdin. Bana yalan söyledin,” dedi Leyla, dişlerini gıcırdatarak. “O adamı getirip karşıma oturttun ve... Onun hayatta olduğunu bilseydim, çekip gideceğimi biliyordun.” “AMA SEN BANA YALAN SOYLEMEDIN?” diye kükredi Raşit. “Anlamadığımı mı sandın? Senin şu haramiyi? Sen beni aptal mı sanıyorsun, kaltak?” *** Tarık konuştukça, Leyla’nın susma ânından duyduğu korku da artıyordu. Erkeğin susmasını izleyecek olan, anlatma sırasının kendisine geldiğini belirtecek olan sessizlikten ödü kopuyordu; işte o zaman, nedenleri, niçinleri açıklaması, erkeğin zaten bildiğinden emin olduğu şeyi resmileştirmesi gerekecekti. Tarık ne zaman duraklasa, Leyla midesinde ha if bir bulantı hissediyordu. Erkekle göz göze gelmemeye çalışıyordu. Onun ellerine, bu ellerin üzerindeki, araya giren yıllarda fışkırmış, kalın, siyah kıllara bakıyordu. Tarık, orada Urdu dilini öğrendiği dışında, hapishane yıllarından fazlaca söz etmedi. Leyla sorunca da başını sabırsızca salladı. Leyla bu jestte paslı demirleri, yıkanmamış bedenleri, hır çıkarmaya hazır erkekleri, tıklım tıkış koridorları, küf bağlamış, çürümeye yüz tutmuş tavanları gördü. Bu yüzde, oranın ne kadar aşağılayıcı, onur kırıcı, iç karartıcı bir yer olduğunu okudu. Tarık, tutuklanmasından sonra, annesinin onu görmeye çalıştığını söyledi. “Üç kez geldi. Ama onunla bir türlü görüşemedim.” Annesine bir mektup yazmış, daha sonra, eline geçeceğinden kuşku duysa da, birkaç tane daha yollamıştı. “Sana da yazdım,” dedi. “Yazdın mı?” “Ah , ciltlerce. Verimliliğim, dostun Rumi’yi kıskançlıktan patlatabilirdi.” Bir kahkaha patlattı, sesi bu kez gümbür gümbürdü; kendi cüretine şaşırmış, yaptığı ifşaattan utanmış gibi. Üst katta, Zalmay kıyametleri koparıyordu. *** “Aynen eski günlerdeki gibi,” diye yineledi Raşit. “ikiniz. Baş başa. Ona yüzünü de göstermişsindir, herhalde.” “Gösterdi,” dedi Zalmay. Sonra, Leyla’ya: “Gösterdin, Anne. Seni gördüm.” *** “Oğlun benden pek hoşlanmadı,” dedi Tarık, yeniden aşağıya inen Leyla’ya. “Ozür dilerim,” dedi kız. “Ondan değil. Sadece... Neyse, ona aldırma.” Sonra hemen konuyu değiştirdi, çünkü Zalmay’a haksızlık ettiğini hissetmiş, suçluluk duymuştu; o babasını çok seven, küçük bir çocuktu yalnızca; bu yabancıya duyduğu içgüdüsel antipati ise oldukça anlaşılabilir, geçerli bir tepkiydi. Download 1.16 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling