Bin Muhteşem Güneş


Download 1.16 Mb.
Pdf ko'rish
bet66/76
Sana29.04.2023
Hajmi1.16 Mb.
#1400306
1   ...   62   63   64   65   66   67   68   69   ...   76
Bog'liq
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş

mim) ve bir belgeyi son imzalayışını anımsadı: yirmi yedi yıl önce, Celil’in masasında, bir
başka molla’nın dikkatli bakışları altında.


* - * - * - *
Meryem hapiste on gün kaldı. Hücredeki pencerenin önüne oturdu, avludaki hapishane
yaşamını izledi. Yaz yeli estiğinde, delimsek, fırıl fırıl devinimlerle hava akımlarını izleyen, bir
o yana bir bu yana, hapishane duvarlarının bile üstüne savrulan kâğıt parçalarını seyretti.
Rüzgârın tozda, toprakta başlattığı isyanı, şiddetli sarmallar halinde avlunun bir ucundan
ötekine savuruşunu. Herkes -gardiyanlar, tutuklular, çocuklar, Meryem- yüzlerini
dirseklerinin kıvrımına gömüyor ama tozla başa çıkamıyordu. Kulaklara, burun deliklerine,
kirpiklere saldırıyor, deri kıvrımlarının, dişlerin arasına doluyordu. Rüzgâr bir tek
günbatımında diniyordu. Sonra, o gece esinti çıksa bile, öyle çekingen, ürkek davranıyordu ki,
kardeşinin gündüz yaptığı taşkınlıkları bağışlatmaya çalıştığını sanırdınız.
Meryem’in Velayet’teki son gününde, Naime ona bir mandalina verdi. Meyvayı Meryem’in
avucuna koydu, parmaklarını kıvırıp etrafına kapadı. Sonra da gözyaşlarına boğuldu.
“Sen bugüne kadar sahip olduğum en iyi dosttun,” dedi.
Meryem günün kalanını parmaklıklı pencereden avludaki tutukluları seyrederek geçirdi.
Biri yemek pişiriyordu, kimyon kokulu buharı, ılık havayla karışıp camdan içeriye doldu.
Meryem çocukların körebe oynadığını görebiliyordu. Iki küçük kız bir tekerleme söylüyordu;
Meryem hatırladı; bir kayanın üzerine oturmuş, balık tutarlarken Celil’in söylediği maniydi:
Lili lili kuş tasında yundu,
Toprak yola kondu,
Mırnav tasın kenarına oturdu, içmeye koyuldu,
Ayağı kayınca da suya düşüp boğuldu.
O son gece, dağınık, kopuk rüyalar gördü. Çakıl taşlarını gördü; on bir tane, yan yana,
diklemesine dizilmiş. Celil, yine genç, insanın içini eriten gülümsemeleri, gamzeli yanakları,
ter lekeleriyle çıkagelmiş, ceketini çıkarıp omzuna atmış, sonunda kızını alıp siyah, pırıl pırıl
Buick Roadmaster’ıyla gezmeye götürecek. Molla Feyzullah tespih çekerek, ırmağın kıyısında,
Meryem’le birlikte yürüyor, ikiz gölgeleri suda ve yeşillikli kıyıda kayıyor; çayırların arasında
gövermiş, mavimsi lavanta rengi yabani süsenler rüyada nedense sarımsak kokuyor. Nana’yı
kulübe’nin kapısında dururken gördü; boğuk, uzak sesiyle, serin, karmaşık otların arasında
oynayan Meryem’i yemeğe çağırıyor; yeşilin her tonunu içeren çayırlıkta karıncalar geziniyor,
arılar uçuşuyor, çekirgeler hopluyor. Tozlu bir patikayı çıkan el arabasının gıcırtısı. Ineklerin
boyunlarındaki çıngıraklar şıngırdıyor. Bir tepede meleyen koyunlar.
~^~
Gazi Stadyumu’na giderken, pikabın kasasında oturan Meryem, araç çukurlara girdikçe,
lastikler taşlara çarptıkça sarsılıyordu. Böyle hoplayıp zıplamak, kuyrukkemiğini acıtıyordu.
Karşısında oturan genç, silahlı Talib’in kendisine baktığının farkındaydı.
Meryem merak etti; bu muydu, derine gömük, parlak gözlü, ha if sivri yüzlü, kara tırnaklı
işaretparmağıyla kamyonun kenarında tempo tutan bu sevimli, genç adam mı?
“Karnın aç mı, anne?” dedi delikanlı.
Meryem başını hayır anlamında salladı.
“Yanımda kurabiye var. Tadı güzel. Açsan verebilirim. Sorun değil.”


“İstemem. Teşekkür, kardeşim.”
Delikanlı başını salladı, merhametle ona baktı. “Korkuyor musun, anne?”
Meryem’in boğazına bir yumru tıkandı. Titreyen bir sesle, doğruyu söyledi: “Evet. Çok
korkuyorum.”
“Bende babamın bir resmi var,” dedi Talib. “Onu hatırlamıyorum. Bir zamanlar bisiklet
tamircisiymiş, tek bildiğim bu. Ama nasıl yürürdü, nasıl gülerdi... bilirsin işte, sesi nasıldı, hiç
anımsamıyorum.” Bakışlarını kaçırdı, sonra yine Meryem’e çevirdi. “Annem hep, tanıdığı en
yürekli adam olduğunu söylerdi. Aslan gibiydi, derdi. Ama komünistlerin onu almaya geldiği
sabah, çocuk gibi ağlamış. Bunu anlattım ki, korkmanın normal olduğunu bilesin. Utanılacak
bir şey değil, anne.”
O gün ilk kez, Meryem biraz ağladı.
~^~
Binlerce göz dikilmişti üzerine. Tıka basa dolu tribünlerde, boyunlar daha iyi görebilmek
için uzatılıyordu. Diller şaklatılıyordu. Meryem pikaptan indirilirken, stadyumda bir mırıltı
dolaştı. Hoparlörden suçu açıklanırken, başların sallandığını tahmin etti. Ama kafaların
kınayarak mı acıyarak mı, ese le mi yoksa merhametle mi sallandığını görmek için başını
kaldırıp bakmadı. Meryem kendini her şeye kapamıştı.
Sabahın erken saatlerinde korkuya kapılmıştı; kendini rezil etmekten, yalvarıp yakaran bir
zavallılık sergilemekten. Son anda, hayvansı güdülere ya da bedensel zaa lara kapılıp kendine
ihanet etmekten. Ya çığlık atarsam, kusarsam, altımı ıslatırsam diye ödü kopmuştu. Ama
kamyondan indirilme vakti gelince, Meryem’in dizleri bükülmedi. Kolları çırpınmadı. Zorla,
sürüklenerek götürülmesi gerekmedi. Ve ne zaman tökezleyeceğini hissetse, hemen Zalmay’ı
düşündü; hayatının aşkını elinden aldığı, bundan sonraki günleri hep babasının özlemiyle,
ortadan yok oluşunun acısıyla biçimlenecek olan çocuğu düşündü. Bunun üzerine, sırtını
dikleştirdi, direnmeden, karşı çıkmadan yürümeyi başardı.
Silahlı bir adam yanına yaklaştı, güneydeki kale direğine doğru yürümesini söyledi.
Meryem kalabalığın beklenti dolu bir heyecanla gerildiğini sezebiliyordu. Başını kaldırıp
bakmadı. Gözleri yerde, kendi gölgesinde, onu izleyen celladının gölgesindeydi.
Her ne kadar güzel anlar sunmuş olsa da, yaşamın ona çoğunlukla zalim davrandığını
biliyordu. Ama son yirmi adımı yürürken, keşke biraz daha uzasaydı, diye düşünmekten
kendini alamadı. Leyla’yı yeniden görebilmeyi, şıngırtılı kahkahasını duyabilmeyi, yıldızlı bir
göğün altında, bir kez daha, onunla baş başa çay içip dünden kalma helvayı atıştırabilmeyi
nasıl da isterdi. Azize’nin büyüdüğünü, genç, güzel bir kadın olup çıktığını göremeyeceğini,
düğününde ellerine kına yakıp nokul şekeri fırlatamayacağını düşünmek, acı vericiydi.
Azize’nin çocuklarıyla hiç oynayamayacaktı. Yaşlanmayı ve Azize’nin çocuklarıyla oynamayı
öyle çok isterdi ki.
Kale direğine yaklaşınca, arkasındaki adam durmasını söyledi. Meryem durdu. Burka’sının
kafesli peçesinden, adamın gölgesinin, elindeki Kalaşnikofun gölgesini havaya kaldırdığını
gördü.
Meryem bu son dakikalarında neler hissedeceğini çok merak etmişti. Ama gözlerini
kapatınca, içini dolduran şey hayı lanma, yazıklanma değil, engin, geniş bir huzur oldu. Bu
dünyaya gelişini anımsadı; yoksul bir köylünün haram çocuğu, istenmeyen bir şey, acıklı,
teessüf edilen bir kaza. Yabani bir ot. Şimdi bu dünyayı bir dost, bir yoldaş, bir koruyucu
olarak terk ediyordu. Bir anne olarak. Nihayet önem kazanmış bir birey olarak. Hayır. O kadar


da kötü sayılmaz, diye düşündü. Bu şekilde ölmek. O kadar da fena değil. Gayri meşru başlamış
bir hayat, meşru bir biçimde noktalanıyordu.
Meryem’in aklından son geçenler, Kuran’dan birkaç sure oldu; soluğunun altından
mırıldandı:
O gökyüzünün ve yeryüzünün gerçek yaratıcısıdır; gecenin gündüzü örtmesini ve günün
yeniden gecenin yerini almasını sağlayandır; güneşe ve aya boyun eğdirendir; hepsi, her şey O’nun
takdirine göre işler; O’nun her şeye gücü yeter; hiç kuşku yok ki O en kudretlidir, en Yüce
Bağışlayıcıdır.
“Diz çök,” dedi Talib.
Yüce Allahım! Beni bağışla, merhametini esirgeme, çünkü sen merhametlilerin en ulususun.
“Şuraya diz çök, hemşire. Başını da eğ.”
Son kez, Meryem ona söyleneni yaptı.



Download 1.16 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   62   63   64   65   66   67   68   69   ...   76




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling