Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
22
OCAK 1989 1989 yılının soğuk, kapalı bir ocak günü, on birinci yaş gününe üç ay kala, Leyla ana babası ve Hasena’yla birlikte, son Sovyet konvoyunun da kentten ayrılışını izlemeye gitti. Seyirciler, Vezir Ekber Han yakınındaki Orduevi’nin önüne, caddenin iki yanına dizilmişti. Çamurlu karın içinde durup, tek sıra halinde geçen tanklara, zırhlı araçlara, ciplere baktılar; kar ha if ha if atıştırıyor, araçların tepe lambalarının parıltısında uçuşuyordu. Yuhalamalar, alaylı laf atmalar duyuluyordu. Halkı caddeden uzak tutmaya çalışan Afgan askerler, arada bir, havaya bir uyarı ateşi açmak zorunda kalıyordu. Anne, Ahmet’le Nur’un fotoğrafını havaya, başının üstüne kaldırmıştı. Armut ağacının altında, sırt sırta oturdukları resimdi. Onun gibi başka kadınlar da vardı, şehit kocalarının, oğullarının, erkek kardeşlerinin resimlerini tutan kadınlar. Biri Leyla’yla Hasena’nın omuzlarına dokundu. Tarık’tı. “O şeyi de nerden buldun?” diye çığırdı Hasena. “Duruma uygun giyineyim dedim.” Başında Rus işi, kocaman bir kalpak vardı; kulaklıklarını indirmişti. “Yakışmış mı?” Leyla güldü. “Komik olmuş.” “Amaç da bu zaten.” “Annenler bu kılıkta sana eşlik mi etti?” “Yo, onlar evde,” dedi oğlan. Geçen sonbahar, Tarık’ın Gazne’deki amcası kalp krizinden ölmüş, birkaç hafta sonra da babası kalp krizi geçirmişti; epeyce sarsılan, bitkin düşen adam, bazen haftalarca süren bunalımlara, moral çöküntülerine giriyordu. Tarık’ı böyle, yine eskisi gibi görmek Leyla’nın hoşuna gitti. Babasının rahatsızlığını izleyen haftalarda, yüzünden düşen bin parça, gamlı gamlı dolanıp durmuştu. Anne’yle Babi durmuş Sovyetler’i seyrederken, üç genç sıvıştı. Tarık bir sokak satıcısından herkese bir tabak, üzerine bol kişnişli turşu eklenmiş, haşlanmış fasulye aldı. Kapalı bir halı dükkânının tentesinin altında yediler, sonra Hasena ailesini bulmaya gitti. Otobüsle eve dönerlerken, Tarık’la ikisi yan yana oturdu; Leyla’nın ebeveyni ön koltuktaydı. Anne cam kenarındaydı, dışarıya bakıyordu; fotoğrafı göğsüne bastırmıştı. Onun yanındaki Babi sakin, kayıtsızdı; hararetle konuşan bir adamı dinliyordu; adam Sovyetler’in gidiyor olabileceğini, ama Kabil’e, Necibullah’a silah göndermeyi sürdüreceklerini iddia ediyordu. “Adam onların kuklası. Savaşa onun aracılığıyla devam edecekler, emin olabilirsiniz.” Koridorun öteki tarafında oturan biri, ona katıldığını belirtti. Anne fısıl fısıl dua okuyordu; mırıltıları sürdükçe sürdü, ta ki nefessiz kalıncaya, son birkaç sözcüğü ince, tiz bir fısıltıyla, zar zor tamamlayıncaya kadar. *** Leyla’yla Tarık aynı gün, daha sonra Cinema Park’a gittiler, dublajlı bir Sovyet ilmi izlediler; konuşmaların Farsça olması istemeyerek de olsa gülünç bir etki yaratıyordu. Film bir ticaret gemisinde geçiyordu; ikinci kaptan, kaptanın kızına âşıktı. Kızın adı Alyona’ydı. Sonra şiddetli bir fırtına patladı; yıldırımlar, sağanak, gemiyi havaya kaldıran, azgın dalgalar. Çılgına dönmüş bir denizci, bir şey haykırdı. Absürd denecek kadar sakin bir Afgan ses, “Sayın bayım, lütfen şu halatı uzatabilir misiniz?” dedi. Bunun üzerine Tarık makaraları koyuverdi. Az sonra, ikisi birden önlenemez bir gülme krizine girdiler. Tam biri yorgun düştüğünde, öteki burnundan bir horultu salıyor ve yeni bir kahkaha tufanı başlıyordu. İki sıra önde oturan adam döndü, onları susturdu. Sonlara doğru bir düğün sahnesi vardı. Kaptan baba sonunda yumuşamış, Alyona’nın ikinci kaptanla evlenmesine razı olmuştu. Yeni evliler birbirine gülümsemekteydi. Herkes votka içiyordu. “Ben asla evlenmeyeceğim,” diye fısıldadı Tarık. “Ben de,” dedi Leyla, ama anlık, gergin bir duraksamanın ardından. Sesinin, duyduğu hayal kırıklığını ele vermediğini umuyordu. Yürek atışları hızlanırken, daha güçlü bir sesle ekledi: “Hiçbir zaman.” “Düğünler aptalca.” “Bütün o yaygara.” “Harcanan onca para.” “Hem de ne uğruna?” “Bir daha hiç giymeyeceğin kıyafetlere.” “Hah!” “Olur ha, evlenirsem,” dedi Tarık, “nikâhın kıyıldığı sahnede üç kişilik yer hazırlamaları gerekecek. Ben, gelin, bir de başıma tabanca dayayan adam için.” Ondeki seyirci bir kez daha dönüp uyaran bir bakış fırlattı. Perdede, Alyona’yla taze kocasının dudakları kenetlenmişti. Opüşen çifti seyrederken, Leyla birden, duyularının garip bir biçimde keskinleştiğini duyumsadı. Yüreğinin güm güm attığını, kanın kulaklarında zonkladığını, yanındaki bedenin gerildiğini, sonra kıpırtısız kaldığını inanılmaz bir yoğunluk, keskinlikle hissediyordu. Opüşme sürüyordu. Ansızın, kıpırdamamak ya da ses çıkarmamak, Leyla için büyük bir önem kazanmış, âdeta bir zorunluluk olup çıkmıştı. Tarık’ın onu gözlediğini sezdi -bir gözü perdede, öteki gözü kızdaydı- tıpkı kendisinin de onu gözlediği gibi. Soluk alıp verirken Leyla’nın burnundan çıkan tıslamayı dinliyor, belli belirsiz bir değişiklik, kızın aklından geçenleri ele verecek bir düzensizlik duymayı mı bekliyordu? Peki, Tarık’ı öpmek, dudağının üstündeki seyrek tüylerin kendi dudaklarına sürtündüğünü, gıdıkladığını hissetmek, nasıl bir şey olurdu acaba? Aynı anda Tarık yerinde rahatsızca kıpırdandı. Gergin, zorlama bir sesle, “Sibirya’da sümkürsen, yere yeşil bir buz parçası olarak düşeceğini biliyor muydun?” dedi. Gülüştüler, ama bu kez kısaca, asabice. Film bitip de dışarıya çıktıklarında, havanın kararmaya yüz tuttuğunu gören Leyla rahat bir soluk aldı; Tarık’la gün ışığında göz göze gelmek zorunda kalmayacaktı. |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling