Çalikuşu reşat Nuri Güntekin’in Eserleri
Download 1.32 Mb. Pdf ko'rish
|
Reşat Nuri Güntekin - Çalıkuşu
Zeyniler, 5 Şubat
Dün gece, geç vakit bataklık tarafından silah sesleri gelmeye başladı. Ben korktum; fakat Munise, hiç telaş etmedi. -Her zaman olur, jandarmalar eşkıya kovalıyor, dedi. Silah sesleri seyrek fâsılalarla on dakika kadar devam ettikten sonra durdu. Bu sabah, havadisi öğrendik. Munise’nin tahmini doğruymuş. Postacı soyan birkaç serseri ile jandarma arasında bir çarpışma olmuş. Jandarmalardan biri ölmüş, öteki ağır yaralı olarak Zeyniler’in misafir odasına getirilmiş. Öğleye doğruydu, küçük Vehbi, soluk soluğa mektebe geldi, beni elimden yakalayarak: -Kız hocanım, çabuk zarfını (çarşaf olacak) giyin, gel be. Seni misafir odasına çağırıyorlar, dedi. -Kim çağırıyor? -Hekim çağırıyor, babam söyledi. Hemen çarşafımı giydim. Vehbi önde, ben arkada misafir odasına gittik. Burası, iki basık oda ile merdivenli, çarpık bir sofadan ibaret viran bir hayat. Gece, kar, hastalık gibi sebeplerle yoluna devam edemeyen yolcuları burada barındırıyorlar. Sevâblarına biraz yiyecek veriyorlar. Kapıda burnundan havaya soğuk dumanlar çıkararak eşinen güzel bir atın yüzünü okşadıktan sonra içeri girdim. Avlu, karanlık olduğu için lamba yakmaya mecbur olmuşlardı. Kalın kaputlu; kocaman çizmeli, şişman bir askeri doktor, merdiven basamağına oturmuş bir şeyler yazıyor, avluda yüzü seçilmeyen birkaç kişi ile konuşuyordu. Çehresini yandan görüyordum. Dolgun beyaz bıyıklı, kalın kaşları, canlı ve sevimli bir yüzü vardı. Fakat, Yarabbî, bu adam konuşuyorken ne kadar kaba hatta ayıp kelimeler kullanıyordu. O kadar ki, bir ara, tersyüzü geri dönmeyi aklımdan geçirdim. Mutlaka yine fena bir kelime söyleyeceğini anlatan sert bir kahkaha ile gülerek başını çevirince beni gördü, birdenbire durdu; boz renkli ceketi üzerinde kocaman siyah sakalını görebildiğim birisine: -Yahu, yüzbaşım, hatırın kalmasın ama sana: “Ayı Dayı” adını takanların yerden göğe kadar hakları varmış. Aramızda kadın varmış da ne diye beni kibar kibar söyletiyorsun, dedi ve bana döndü: -Hemşire Hanım, kusura bakmayın. Geldiğinizi göremedim. Geçiniz yukarı. Ama biraz durun da ben ineyim. Merdivenler yufka gibi; ikimizi birden çekeceğe benzemiyor. Haydi geçin şimdi. Ben geliyorum. Basamakları ikişer ikişer atlayarak yukarı çıktım. İhtiyar doktorun “Yüzbaşım” dediği adama takılmakta devam ettiğini işitiyordum. -Yüzbaşım, bu muallime İstanbullu. Nereden anladığıma şaşıyorsun, değil mi? Ah, yüzbaşım, sen kâinatta hangi hadiseye böyle koyun gibi bön bön bakmadın? Merdiveni çıkışından anladım. Gördün mü, nasıl keklik gibi sekiyor? Şimdi istersen yaşını da söyleyeyim: Bu kadıncağız, taş çatlasa kırktan fazla değil. Böyle delidolu sözler, öteden beri, beni pek eğlendirir. Kendi kendime güldüm: -İşte bunda yanıldın Doktor Bey, dedim. Beş dakika sonra ihtiyar doktor, çizmeleri altında merdivenleri çatırdatarak yukarı çıktı, yüzüme bakmadan konuşmaya başladı: -Efendim, vaka malum, bir yaralımız var. Ehemmiyetli bir şey değil. Fakat bakılmaya muhtaç. Kendim biraz sonra gideceğim. Yapılacak şey, ehemmiyetsiz bir pansuman, ama ağızlarına, yüzlerine bulaştırmalarından korkuyorum. Onların doktora da emniyetleri zayıftır. Fırsat buldular mı, hemen kocakarı ilaçlarına başvururlar, ister misiniz, yaranın üstüne türlü müzâhrefât yapıştırsınlar? Siz mektep, medrese görmüşsünüz. Yapılacak şeyleri ben size tarif ederim. Adamcağız, ayaklanıncaya kadar bakıverirsiniz artık, yalnız bilmem içiniz dayanır mı? -Dayanır Doktor Bey. Benim sinirlerim kuvvetlidir. Hiçbir şeyden korkmayın, efendim. -Sen, açsana yüzünü bakayım, dedi. Bu teklifsiz sözlerde garip bir ehemmiyet vardı ki, hiç fütursuz peçemi kaldırdım, hatta biraz da güldüm. İhtiyar doktor, kollarını kaldırdı, saf yüzünde komik bir hayretle gülmeye başladı. Hem de kahkahalarla... -Sen ne arıyorsun burada? Bu sefer de ben şaşırdım. Bu adam beni, acaba bir yerden mi tanıyordu? Mamafih, ben de işi biraz maskaralığa vurmaktan korkmadım, insana o kadar emniyet ve yakınlık hissi veren bir çehresi vardı ki... -Zannederim, beni tanıdığınızı iddia etmeyeceksiniz, Doktor Bey... -Şahsını değil, nev’ini tanırım kızım, nev’ini. Hatta, maalesef yeryüzünde çok azalmaya başlayan nev’ini. -Mamutlar gibi mi efendim? Beş aydan beri zorla içime hapsettiğim yaramazlıklar yeniden taşmaya başlıyordu. Sör Aleksi’nin daima söylediği gibi, bana hiç yüz vermeye gelmez. Hemen şımarmaya, küçük bebekler gibi ağzımda kelimeleri ezip büzmeye, maskaralık yapmaya başlarım. Herhalde doktor, çok gün görmüş, temiz bir adamdı. Aynı gür kahkaha ile gülerek: -O ipiri, şuursuz fil azmanlarının tam tersine ufacık, neşeli, sıhhatli, zarif -hatta ihtiyar olduğum için güzel sıfatını da ilave edebilirim- güzel bir kibar çocuğu...Söyle bakayım bana, sen nereden düştün buralara? Bu kaba saba asker doktorunun çiğ kelimeleri, gürültülü kahkahaları altında derin bir rikkat sezmeye başlıyordum. Nihayet, ciddi görünmeye çalışarak: -Ben muallimim, Doktor Bey. Hizmet etmek istiyordum, buraya gönderdiler. Ben, yer ayırt etmem. Nerede isterlerse çalışırım. Ben, bunları söylerken o, dikkatli dikkatli yüzüme bakıyordu: -Demek sen, buraya hizmet için geldin? Sırf maarife hizmet için öyle mi? -Evet, maksadım bu. -Bu yaşta, bu çehre ve yaradılışla mı? Sen doğruyu söylesene bana. Gözlerime bak bakayım. Ha, şöyle! Ben, bunları yutar mıyım sanıyorsun? Yumuk yanaklarına gömülerek tatlı tatlı gülümseyen beyaz kirpikli gözleriyle ta gönlümün içini görür gibi devam etti: -Değil, kızım. Asıl sebep başka. Hatta, maişet derdi de değil. Sen, saklanmaya çalışıtıkça, daha iyi görüyorum. Kim olduğunu, aileni, evini falan sorsam söylemezsin, değil mi? Bak, bak nasıl biliyorum. Burada bir muamma var. Derin karıştıracak değilim. Aramızda bir işaret kâfi.. İkimiz de sustuk, ihtiyar doktor biraz düşündükten sonra: -Sana bir küçük hizmet etmeme müsaade eder misin? Seni daha iyi bir yere göndertsem ister misin? Benim tek tuk bildiklerim var Maarifte. -Hayır teşekkür ederim, yerimden memnunum. Yine gülerek omuzlarını silkti, alay eder gibi bir sesle: -Çok âlâ, çok âlâ. Fakat fedakârlıklar öyle kolay gitmez. Günün birinde canın sıkılırsa bana iki satırlık bir şey yaz, adresimi de bırakayım sana. İnsanlıktır bu. -Teşekkür ederim. Odalardan birisinin kapısını açtı. Çarpık bir kerevetin üstünde, vücudu ve yüzü bir asker yağmurluğuyla örtülü bir adamcağız yatıyordu. Doktor: -Nasılsın molla, biraz ferahladın mı? diye seslendi. Yaralı, eliyle yağmurluğu kaldırarak davranmaya çalıştı: -Kımıldama, yat. Ağrın, sızın var mı? -Yok, çok şükür; sade elmacıkkemiğim az sızlıyor. Doktor, yine güldü: -Ah benim sevgili ayılarım! Dizkapağını elmacıkkemiği sanır. Midesini tabanında farz eder ama, yerine göre karşısına dikilenlere duman attırır. Geçer molla, bir şey kalmaz. Allah’a şükret ki, az sola sapmadı o kurşun. Sen bir haftaya kadar dipdiri ayağa kalkmak ister misin? Yok, burası rahat geldi de, biraz yatayım dersen o başka. Öyleyse, bu kızcağız ne derse yapacaksın, anladın mı? Doktorun artık o. Yaranı o değiştirecek. Eğer ev ilacı falan diye bir halt ettiğini duyarsam, vay haline... Alimallah tekrar gelir, çatır çatır keserim bacağını. Sargılarını çözmeye başlamıştı. Yarayı biraz fazla hırpalayarak adamcağızı: “Aman Bey!” diye bağırtıyordu. -Kes sesini be. Yazık senin erkekliğine! Koskoca bıyıklı, sakallı herif, parmak kadar kızın yanında bağırmaya utanmaz mısın? Bu yara değil oyuncak. Böyle hastabakıcıya düşeceğimi bilsem, ben bile bir tarafımı şöyle zararsızca kestirirdim. İhtiyar doktor, bir saat sonra sakallı yüzbaşı ile beraber köyden ayrıldı. Dünyada bundan daha sade bir vaka olamaz, değil mi? Fakat ben, şimdiye kadar bu derece tuhaf bir heyecanla bu kadar için için sarsıldığımı bilmiyorum. Download 1.32 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling