Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti


Download 1.77 Mb.
Pdf ko'rish
bet22/36
Sana25.02.2023
Hajmi1.77 Mb.
#1229882
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   36
Bog'liq
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s

Rochester, qui revient!”
60
diye bağırdı. Ben başımı çevirdim, Blanche
Ingram ok gibi yerinden fırladı, herkes başını önündeki işten kaldırdı.
Araba yolunun ıslak çakılları üzerinde tekerlek gıcırtıları, nal şakırtıları
duyulmuştu. Bir araba yaklaşmaktaydı.
Blanche, “Eve arabayla dönmesinin sebebi ne ola ki?” diye söylendi.
“Giderken Mesrur’a (yağız at) binmiş değil miydi? Kılavuz da
yanındaydı. Onları ne yaptı acaba?” O uzun boyu, kat kat etekleriyle
pencereye öyle yaklaşmıştı ki ben belkemiğim kırılacakmışçasına
arkaya doğru kaykılmak zorunda kalmıştım. Blanche o heyecanla beni
görmemişti bile. Beni ayrımsadığı zaman şöyle bir dudak büktü; başka
bir pencereye geçti.
Araba durdu, sürücüsü kapıyı çaldı, uzun yoldan geldiği kılığından
anlaşılan bir erkek arabadan indi. Mr. Rochester değildi bu... Uzun
boylu, şık giyimli bir adamdı, bir yabancı.
Blanche, “Aman, ne kadar sıkıcı!” diye söylendi. Sonra Adela’ya
dönerek, “Maymun çocuk sen de!” diye çocukçağızı payladı. “El âleme
yanlış bilgi veresin diye mi oturttular seni pencereye!” Suçluymuşum
gibi benden yana da öfkeli bir bakış fırlattı.
Taşlıktan konuşma sesleri geliyordu. Çok geçmeden o uzun boylu
yolcu salondan içeri girdi. Hanımların en yaşlısı olması dolayısıyla Lady
Ingram’ı selamladı.
“Biraz vakitsiz gelmişim galiba, hanımefendi,” dedi. “Dostum Mr.
Rochester evde değilmiş. Yalnız, çok uzak yoldan geliyorum. Mr.
Rochester’ın çok eski, yakın arkadaşı olmama da güvenerek, izin
verirseniz, onun gelmesini burada bekleyeceğim.”
Tavırları kibardı; yalnız konuşması biraz yabancı gibi geldi bana.
Yabancı ağzıyla konuşmuyordu, ama yüzde yüz İngiliz gibi de
konuşmuyordu. Mr. Rochester’la yaşıt gibi görünüyordu: Otuz beş-kırk
yaşlarında. Benzi pek soluktu, ama çok yakışıklı bir erkek sayılırdı...


Hele ilk bakışta. Daha yakından inceleyince, insan onun yüzünde
sevimsiz... Hayır, sevimsiz değil, ama gene de pek hoşa gitmeyen bir
şeyler buluyordu. Yüz çizgileri düzgünse de aşırı gevşekti; gözleri iri,
biçimliydi, ama ruhsuz, boş bir bakışı vardı... Daha doğrusu, bana öyle
geldi.
Akşam yemeği için giyinme saatinin geldiğini bildiren çıngırak
salondakileri dağıttı. Yabancıyı bundan sonra masada gördüm. Rahat bir
hali vardı; yalnız yüzü şimdi daha çok sinirime dokunuyordu. Hem
kararsız, hem cansız bir ifadesi vardı. Bakışları çevrede dolaşıp
duruyordu, ama herhangi bir amaçla değil. Bu da ona şimdiye kadar
kimsede görmediğim garip bir hava veriyordu. Yakışıklı bir adamdı,
sevimsiz de değildi; öyleyken, gene de, nedense, müthiş bir tiksinti
veriyordu bana. O derisi düzgün, yumurta biçimi yüzde, o çekme
burunda, o al dudaklı ufacık ağızda hiçbir güç, azim ifadesi, o boş
kestane rengi gözlerde de hiçbir etkileyici kişilik belirtisi yoktu.
Her zamanki köşemde, oturduğum yerden seyrediyorum onu.
Şömine başındaki bir koltuğa oturmuştu, üşüyormuş gibi de koltuğu
boyuna ateşe yaklaştırıp duruyordu. Şöminenin rafındaki lambaların
ışığı da tam yüzüne vurmuştu. Elimde olmadan, Mr. Rochester’la
karşılaştırıyordum onu. Bu iki erkeğin arasında yırtıcı bir atmacayla
besili bir kaz kadar büyük bir zıtlık görüyordum. Adam Mr.
Rochester’ın eski bir dostu olduğunu söylemişti. Garip bir arkadaşlık
olsa gerekti bu... Tevekkeli değil, eskiler, “Zıt kutuplar birbirini çeker,”
demişler!
Beylerden bir ikisi de yabancının yakınında oturuyordu.
Konuşmalar ara sıra kulağıma çarpıyordu. Duyduklarımı önceleri
anlayamadım; çünkü daha yakınımda oturan Louisa Eshton’la Mary
Ingram’ın gevezelikleri kulağıma çarpan bölük pörçük cümlelerin
anlaşılmasına engel oluyordu. İkisi de onun “erkek güzeli” olduğuna
karar vermişlerdi. Louisa yabancının “pek tonton” olduğunu, ona
“bayıldığını” söylüyordu; Mary de onun “hokka gibi ağzıyla cici
burnunu” tam kendi güzellik ölçüsüne uygun bulduğunu bildiriyordu.
Louisa, “Ya şu alnındaki soyluluğa, yüceliğe bak!” diye mırıldandı.
“Ne de düzgün! Ben de, çatık alınları hiç sevmem zaten. Bu beyin
bakışlarıyla gülüşleri de tatlı mı tatlı!”
Neyse ki o sırada Mr. Henry Lynn, çingenelerin konak yerine kadar
yapılacak yürüyüş için bir karar vermek üzere, kızları salonun öbür


ucuna çağırdı da ben de rahatladım. Dikkatimi şömine başında
konuşulanlara verebilirdim artık. Çok geçmeden, yabancının soyadının
Mason olduğunu, İngiltere’ye yeni ayak bastığını öğrendim. Sıcak bir
ülkeden geliyormuş. Yüzünün solukluğu, ateşe sokuluşu, evin içinde
bile paltosunu çıkarmayışı bundandı besbelli. Bir süre sonra kulağıma
çalınan Jamaika, Kingston, Spanish Town gibi adlardan da onun
Antiller’den geldiğini anladım. Mr. Rochester’la ilk kez Jamaika’da
tanışıp dost olduklarını öğrenince de şaşırıp kaldım. Mr. Mason
arkadaşının o ülkedeki cehennem sıcaklarını, kasırgalarını, yağmurlarını
hiç sevmediğini anlatıyordu. Rochester’ın çok yer gezmiş olduğunu
biliyordum. Mrs. Fairfax’ten duymuştum bunu. Yalnız, ben onun ancak
Avrupa’da dolaştığını sanmıştım, kendisi de bana daha uzak yerleri
gezip gördüğüne ilişkin hiçbir şey söylemiş değildi.
Bu sırada garip, beklenmedik bir olay düşüncelerimi dağıttı: Mr.
Mason, birinin kapıyı açması üzerine titremeye başlamış, ocağa biraz
daha kömür atılmasını istemişti. Kömürü getiren uşak, dışarı çıkarken,
Mr. Eshton’ın yanında duraladı, alçak sesle bir şeyler söyledi. Ben yalnız
“ihtiyar kadın”, “belalı bir şey,” sözlerini seçebildim.
Yargıç, “Söyle ona, basıp gitmezse hapse atarım!” diyordu.
Albay Dent, “Yok, yok, dur... Sakın kovma!” diye araya karıştı. “Belki
bizi biraz eğlendirir, be Eshton! Önce hanımlara danışalım bakalım.”
Sesini yükseltti: “Hanımlar, çingene obasını görmeye gitmeyi
tasarlıyordunuz. Obanın kocakarılarından biri gelmiş, şu sırada
hizmetçilerin bölüğündeymiş, ‘kibar takımının’ yanına gelip fal bakmak
için ayak diriyormuş. Ne dersiniz, görmek ister misiniz onu?”
Lady Ingram, “Çok yaşayın Albayım!” diye söylendi. “Böyle adi bir
dolandırıcıyı buraya getirmeyi düşünmezsiniz sanırım. Hemen kovun,
gitsin!”
Uşak Sam, “Ama, bir türlü başımızdan savamıyoruz ki Lady
Hazretleri,” dedi. “Kimseyi dinlemiyor. Şimdi Mrs. Fairfax onun yanında.
Gitmesi için yalvarıp duruyor, ama kocakarı şöminenin kenarına bir
sandalye atıp kurulmuş, buraya gelmesine izin çıkmadan, şuradan
şuraya kımıldamayacağını söylüyor.”
Mrs. Eshton, “Neymiş istediği?” diye sordu.
“Beylerle hanımların falına bakmak, efendim. Taş çatlasa bunu
yapacağına yemin ediyor.”
Eshton kız kardeşler bir ağızdan sordular, “Nasıl bir şey?”


“Çirkin mi çirkin, efendim. Kömürcü çırağı gibi de kapkara!”
Frederick Lynn, “Gerçek bir büyücü karı olsa gerek!” diye söylendi.
“Hemen gelsin buraya!”
Erkek kardeşi de, “Elbette!” diye onun düşüncesine katıldı. “Böyle
bir eğlence kaçırılır mı hiç!”
Mrs. Lynn, “Aklınızı mı kaçırdınız siz, evlatlarım!” diye haykırdı.
Lady Ingram Hazretleri de, “Ben böyle hokkabazlıklara hiç
gelemem!” diye lafa karıştı.
Tam bu sırada Blanche Ingram’ın o küstah sesi, piyanonun
başından, “Öyle bir gelirsiniz ki!” diye yükseldi. Blanche o dakikaya
kadar piyano başında nota kitaplarını gözden geçiriyormuş gibi sessiz
oturuyordu. İskemlesini döndürdü. “Falıma baktırmak geliyor içimden.
Sam, söyle o acuzeye, gelsin!”
“Sevgili Blanche, bir düşünsene...”
“Evet, evet, düşünüyorum, ama gene de dediğim dedik! Sam, çabuk
ol!”
Kız, erkek bütün gençler, “Evet, evet, gelsin... Çok eğleniriz!” diye
bağırıştılar.
Uşak hâlâ duralıyordu, “Pek yaban bir görünümü var da,” diye
mırıldandı.
Blanche, “Git!” diye emretti; adam da gitti.
Şimdi herkesi bir heyecandır almış, yaylım ateşi gibi şakalaşmalar,
gülüşmeler her yanı sarmıştı ki Sam döndü geldi.
“Çingene karısı şimdi de gelmiyor,” diye bildirdi. “Avam tabakasının
ayağına gitmek ona düşmezmiş. Tek başına bir odaya alacakmışım da
danışmak isteyenler birer birer onun yanına gideceklermiş.”
Lady Ingram, “İşte gördün ya prensesim Blanche!” diye söylendi.
“Haddini bilmeyen bir kocakarı besbelli. N’olur söz dinle, benim melek
kızım! Yoksa...”
Melek kız, anasının sözünü keserek, Sam’e, “Kütüphaneye al onu!”
diye emir verdi. “Onun söylediklerini avam tabakasının önünde
dinlemek de bana düşmez. Kendisiyle baş başa kalmak istiyorum.
Kütüphanede şömine yanıyor mu?”
“Yanıyor, efendim. Yalnız, bu kadın... Öyle kılıksız ki.”
“Kes sesini, kalın kafalı! Benim dediğimi yap sen!”
Sam gene çekildi. Merak, heyecan, neşe dalgaları da salonu yeniden
sardı. Uşak birkaç dakika sonra döndü geldi.


“Kadın sizleri bekliyor,” diye bildirdi. “Kendisini görmeye ilk önce
kimin gideceğini de bilmek istiyor.”
Albay Dent, “Hanımlardan biri girmeden önce şuna ben bir baksam
iyi olacak,” dedi. “Sen git o kocakarıya söyle, bir bey geliyor, de.”
Sam gitti, gene geldi, “Efendim, çingene karısı beyleri istemiyormuş.
‘Hiç boşuna yorulup karşıma çıkmasınlar, diyor.’ Uşak burada
gülmemek için kendini zor tuttu. “Genç, bekâr hanımlardan başkasını
da istemiyor.”
Henry Lynn, “Vay canına! Ağzının tadını biliyormuş!” diye güldü.
Blanche, ağır ağır ayağa kalktı: “Önce ben gidiyorum.”
Sesini duyan onu bir avuç asker önünde umutsuz bir savaşa atılan
bir önder sanırdı!
Annesi, “Bir tanem, güzelim, dur biraz, düşün!” diye bağırdıysa da
kız, şahane bir sessizlik içinde onun yanından süzülüp geçti, Albay
Dent’in açtığı kapıdan kitaplığa girdi. Salon şimdi daha bir
sessizleşmişti. Lady Ingram, le cas’ya
61
uygun bir davranış olduğuna
karar vermiş gibi, ellerini ovuşturup duruyordu. Mary o çingene kadının
yanına çıkmaya dünyada cesaret edemeyeceğini söylüyor, Amy ile
Louisa Eshton usulca kıkır kıkır gülüşüyorlardı, ama ürkmüş gibi de bir
halleri vardı.
Dakikalar pek yavaş geçiyordu. Tam on beş dakika sonra kitaplık
kapısı yeniden açıldı; Blanche Ingram, kemerin altından geçerek
yanımıza geldi.
Gülecek miydi acaba? İşi alaya mı vuracaktı? Bütün gözler
heyecanlı bir merakla ona çevrilmişti. Blanche bütün bakışları soğuk,
yüz vermez bir tavırla karşıladı. Ne heyecanlı görünüyordu, ne de
neşeli. Dimdik, donuk, ilerledi, hiç sesini çıkarmadan, eski yerine geçip
oturdu.
Lord Ingram, “Peki, Blanche?” dedi.
Mary, “Kadın ne dedi?” diye sordu.
Eshton kardeşler de, “Nasıldı? Bildi mi? Sahiden falcı mı?” diye
soruyorlardı.
Blanche Ingram bütün bunlara, “Sakin olun, dostlarım, üstüme
varmayın öyle!” diye karşılık verdi. “Çok meraklı, çok saf kişilermişsiniz
doğrusu! Annem başta, hepiniz bu işe öyle bir önem veriyorsunuz ki bu
kadının şeytanla işbirliği yapan gerçek bir büyücü olduğuna inanmış
gibisiniz. Bense bu çingene karısıyla görüştüm. Çingenelerin beylik


yöntemiyle, el falına baktı, bu türlü fallarda söylenen beylik şeyleri
söyledi. Ben de hevesimi almış oldum. Artık Mr. Eshton bu kocakarıyı
yarın sabah gerçekten hapse atsa iyi olur bence.”
Bunları söyledikten sonra eline bir kitap alıp arkasına yaslandı,
başka hiçbir şey söylemedi. Yarım saat kadar göz hapsinde tuttum onu.
Kitabının tek bir yaprağını çevirmediği gibi, yüzü de karardıkça
kararıyor, ifadesine daha bir hoşnutsuzluk, düş kırıklığına benzer bir
asıklık geliyordu. Falcıdan işine gelir şeyler duymadığı belliydi. Uzun
süren bu sessizliğinden, keyifsizliğinden anlaşıldığına göre de, herkese
karşı inanmazlık, ilgisizlik belirtmesine karşın, falcının söylediklerine
gereğinden çok önem vermekteydi.
Bu arada, Mary Ingram’la Amy ve Louisa Eshton tek başlarına
gidemeyeceklerini söylüyorlar, ama ille de gitmek istiyorlardı. Arada
elçilik yapan Sam yoluyla bir görüşmeye girişildi. Zavallı Sam salonla
kitaplık arasında o kadar çok gidip geldi ki bacakları ağrımış olsa
gerekti. Neyse, en sonunda, o da büyük güçlüklerle, içerideki titiz
falcıdan üç kızın bir arada gelmelerine izin çıktı! Onların ziyareti
Blanche’ınki kadar sessiz geçmedi: İçeriden durup durup, küçük çığlıklar
geliyordu. Yirmi dakika sonra, kızlar kapıyı olanca hızlarıyla açıp dışarı
fırladılar, korkudan akılları başlarından gitmiş gibi koşarak yanımıza
geldiler.
Hepsi birden birbirinin sözünü keserek, “Bu kadın cinlere karışmış
gerçekten!” diye anlatmaya başladılar. “Öyle şeyler söyledi ki! Her
şeyimizi biliyor!”
Beylerin telaşla çektikleri koltuklara soluk soluğa kendilerini
bırakıverdiler. Daha çok bilgi istenmesi üzerine de, falcının onlara ta
çocukluklarında neler yapıp ettiklerini anlattığını, evlerindeki kitapları,
süsleri, hısım akrabadan, eş dosttan aldıkları armağanları bile bildiğini
söylediler. Falcı kadın onların düşüncelerini bile okumuş! Her birinin
kulağına dünyada en çok sevdiği kişinin adını fısıldamış, en büyük
muratlarının ne olduğunu da söylemiş! Bu kez beyler bu son iki konu
üzerinde biraz daha fazla aydınlanmak için direttiler, ama kızlar onların
bu yalvarmalarına kıkır kıkır gülerek, kırıtıp çığlıklar atarak karşılık
verdiler. Anneler kızlarının heyecanlarını yatıştırmak için yelpazelerini
uzatır, uyarılara kulak asmadıkları için yeniden azarlara girişirlerken
babalar gülüşüyor, genç beyler de her buyruğa hazır olduklarını
yineleyip duruyorlardı. Bu kargaşanın orta yerinde, gözlerimle


kulaklarımın tam karşımdaki manzaraya dikilmiş olduğu bir sırada,
yanı başımda, “Öhem!” diye hafif bir öksürme duydum, dönüp bakınca
Sam’i gördüm.
“Kusura bakmayın, Küçükhanım, çingene karısı salonda bekâr bir
hanım daha bulunduğunu söylüyor, onunla da görüşmeden
gitmeyeceğine yemin ediyor. Bence bu söylediği siz olsanız gerek,
başkası kalmadı çünkü. Ne diyeyim ona?”
“A, giderim!” dedim. İyice depreşen merakımı gidermek için karşıma
çıkan bu beklenmedik fırsat beni çok sevindirmişti doğrusu. Kimsenin
dikkatini çekmeden (herkes falcının yanından en son çıkan o üç kızın
başına toplanmıştı çünkü), içeri girdim, kapıyı da arkamdan usulca
kapadım.
Sam, “İsterseniz sizi sofada bekleyeyim, Küçükhanım,” diyordu.
“Korkarsanız, seslenirsiniz, ben hemen gelirim.”
“Yok, Sam, sen mutfağa git. Korkmam ben.” Gerçekten de, hiç
korkmuyordum; yalnız, son derece büyük bir merak ve heyecan
içindeydim.

Download 1.77 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   36




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling