Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti
(Alm.) Kontes. (Y.N.) 81
Download 1.77 Mb. Pdf ko'rish
|
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s
80. (Alm.) Kontes. (Y.N.)
81. Roma İmparatoru Claudius’un şehvet düşkünlüğüyle ünlü karısı. (Y.N.) XXVIII Aradan iki gün geçti. Bir yaz akşamındayız. Arabacı beni Whitcross diye bir yerde indirdi; çünkü verdiğim paraya karşılık beni daha öteye götürmesi olanaksızdı, benim de dünya yüzünde tek bir şilinim daha yoktu. Şu sırada araba benden belki bir-bir buçuk kilometre öteye gitmiştir, bense yalnızım. Çıkınımı arabadan indirmeyi unutmuş olduğumu şimdi anlıyorum. Varım yoğum arabada kaldığına göre artık bütün bütün hiçbir şeysiz, ele bakar durumdaydım. Whitcross kasaba falan değil, köy bile sayılmaz. Dört yol ağzına dikilmiş, karanlıkta uzaktan daha kolay seçilsin diye olacak, beyaz badanalanmış bir dikili taştan ibaret. Taşın tepesinden dört kol fırlamış. Bu kolların gösterdiği en yakın yer on beş kilometre uzaklıkta, en uzağı otuz kilometreden öte. Bu kasabaların, köylerin iyi bildiğim adlarına göre hangi ilde olduğumu anlıyorum. Fundalıklarla gölgelenmiş, dağlarla çevrilmiş bir orta kuzey bölgesindeyiz; bunu biliyorum. Arkamda, her yanımda uçsuz bucaksız bozkırlar uzanıyor. Önümdeki derin vadinin ta ötelerinde dalga dalga dağlar. Buralarda nüfus yoğunluğu az olsa gerek. Yollarda hiç kimse yok. Beyaz, geniş, ıpıssız yollar bunlar; doğuya, batıya, kuzeye, güneye doğru uzanan yollar. Hepsi de bozkırların bağrına çizilmiş; gür, başıboş fundalar, yolların ta kenarlarına kadar gelmiş... Gene de bir gelip geçen olabilir her an. Bense şu sırada kimsenin gözüne görünmek istemiyorum. Benim bu yol kavşağında böyle yapayalnız oyalandığımı görenler amaçsız, yersiz yurtsuz olduğumu elbet anlayarak ne yaptığımı, kim olduğumu merak edebilirler. Soru sorabilirler bana. Vereceğim karşılıkların akla uzak gelip kuşku uyandırması da doğal. Şu anda beni insanlara bağlayan hiçbir bağ yok. Beni insan kardeşlerimin arasına çeken ne bir umut, ne bir ses var. Beni gören hiç kimse iyi şeyler düşünüp hayırduası edemez. Hepimizin anası olan Toprak Ana’dan başka kimsem yok. Onun göğsüne sığınıp huzur arayacağım. Dosdoğru fundalıkların arasına daldım. Önümde uzanan derin bir hendekten gitmeye başladım, toprağın kıvrımları boyunca diz boyu çalılar arasından yürüyerek ilerledim. Göze çarpmayan yosunlu bir granit kaya bularak dibine oturdum. Çevremde hendeğin yüksek kenarları, başımın üzerinde kayanın kalkanı, onun üstünde de gökyüzü vardı. Bu ücra köşede bile bir süre heyecan çektim. Buralarda belki yaban boğaları geziniyordur ya da bir avcı beni görür, diye korkuyordum. Issız fundalıkların üzerinden bir rüzgâr esse, boğa saldırıyor, diye ödüm koparak irkiliyordum. Gece kuşlarının ıslıklarını insan sesi sanıyordum. Gece iyice bastırmaya başlayınca ortalığa derin bir sessizlik indi, korkularımın yersiz olduğunu anlayarak yatıştım. Şimdiye dek pek düşünmemiştim; çevremi gözetleyip dinlemek, duyduğum korkular bana yetmişti. Şimdi kafam da çalışmaya başladı. Ne yapacaktım? Nerelere gidecektim? Ne dayanılmaz bir soru! Hiçbir şey yapamayacağım, hiçbir yere gidemeyeceğim öyle ortadaydı ki! İnsanların oturduğu bir yere ulaşabilmem için bile şu bitkin, titrek bacaklarımla uzun yollar aşmam gerekiyordu. Bir çatı altı bulabilmem ancak tanımadığım insanların acımasına bağlıydı. Derdimi dinletebilmek, ihtiyaçlarımdan tekini olsun giderebilmek için yalvaracak, dilenecektim; birçok kapı da yüzüme kapanacaktı. Fundalara dokundum. Yaz güneşinden hâlâ sıcacık, kupkuruydular. Gökyüzüne baktım: lekesiz. Hendeğin tam kenarından içeri iyi yürekli bir yıldız gözünü dikmişti. Biraz sonra çiy düşmeye başladı... Yumuşacık. Bir nefes rüzgâr bile yoktu. Doğa iyi ve geniş yürekliymiş gibi geldi bana; yersiz yurtsuz, kimsesiz olmama karşın beni seviyormuş gibi geldi. İnsanoğlundan ancak kuşku, aşağılama, zulüm beklediğim için, ben de Tabiat Ana’ya bir çocuk gibi sokuldum. Hiç olmazsa bu gece onun hem yavrusu, hem de konuğu olurdum; beni para pul istemeden ağırlardı elbet. Elimde bir kabuk ekmeğim kalmıştı. Fundalar arasında karakehribarlardan yapılma boncuklar gibi ışıldayan olgun yabanmersinleri gözüme ilişti. Bir avuç topladım, ekmeğime katık edip yedim. Bu sade yiyecek içimi kazıyan açlığı bütün bütün gidermediyse de biraz bastırdı. Yemeğimin sonunda akşam duamı ettim, sonra yatağımı seçtim: Fundalıklar pek yüksek, pek sıktı. Yatıp uzanınca ayaklarım dalların arasına gömüldü. Yapraklar gece havasının sızması için pek az yer bırakıyordu. Şalımı ikiye katladım, yorgan diye üzerime örttüm. Alçak, düzgün, yosunlu bir tümsek bana yastık oldu. Şimdilik rahattım, üşümüyordum da. Güzel bir dinlenme olabilirdi bu. Yazık ki içimin acısı uykumu dağıtıyordu. Yüreğim, kanayan yaralarından, kopan bağlarından yanıp yakınmaktaydı. Efendim için titriyor, onun başına gelebilecek felaketler için ağlıyordu; ona karşı derin, sızılı bir sevgi, dinmez bir özlemle dopdoluydu. Kanadı kırık kuşlar gibi çaresiz, sevdiği adama doğru uçabilmek için çırpınıp duruyordu. Bu duygu, düşünce işkencesinden bitkin düşmüş, dizlerimin üzerinde doğruldum. Gece iyiden iyiye bastırmış, yıldızlar parıl parıldı. Durgun, açık bir gece. Korkunun yoldaşlığına yer vermeyecek kadar dingin bir gece. Tanrı’nın her yerde var olduğunu biliriz; ama O’nun varlığını en çok, yapıtlarını gözlerimizin önünde bütün görkemiyle gördüğümüz zaman duyarız. Gecelerin bulutsuz göklerinde. O’nun yarattığı dünyaların sessiz sedasız dönüp savrulduklarını seyrettikçe Tanrı’nın sonsuzluğunu, sonsuz kudretini, her yerde varoluşunu en açık biçimde algılarız. Efendim için dua etmek üzere dizlerimin üzerinde doğrulmuştum. Gözyaşlarıyla sislenen bakışlarımı göğe çevirince Samanyolu’nu gördüm. Boşluktaki bu yumuşak ışık serpintilerinin aslında savrulup duran sayısız evrenler olduğunu düşününce Tanrı’nın gücünü, görkemini ta içimde hissettim. O’nun kendi yarattığını mutlaka kurtaracağına ilişkin bir güven geldi içime. O’nun tek bir ruha bile zarar getirmeyeceğine inandım. Bu kez bir şükran duası okumaya başladım. Can veren güç aynı zamanda Kurtarıcı Güç’tü. Mr. Rochester için tehlike yoktu. Madem Tanrı yaratmıştı onu, yarattığı gibi koruyacaktı elbet. Gene Tabiat Ana’nın göğsüne sokuldum, çok geçmeden uykuya dalarak acımı unuttum. Ertesi sabah açlık gelip dikildi karşıma... Soğuk, çıplak. Küçük kuşlar uyanıp yuvalarından uçtuktan çok sonra, günün en tatlı saatinde arılar funda balı toplamaya çıktıktan çok sonra, uzun sabah gölgelerinin bücürleştiği, güneşin yeri göğü doldurduğu bir saatte yerimden kalktım, dört bir yanıma baktım. Ne durgun, sıcak, kusursuz bir gün! Uçsuz bozkırlar nasıl da altın renkli bir çölü andırıyor! Dört bir yan güneş içinde. Hep bu güneşin altında, güneşin ışığıyla beslenerek yaşayabilsem! Toprağın üzerinde bir kertenkelenin kaydığını gördüm. Dağmersinleri arasında çalışıp duran bir arı gördüm. O anda bir kertenkele, bir arı olmayı istedim ki şu bozkırın bağrında kendime yiyecek ve yuva bulabileyim! Buralarda daha fazla barınamazdım. Yosun yastıklı yatağıma baktım bir an. Gelecekten o kadar umudum yoktu ki, “Keşke dün gece uyurken Tanrım benden canımı isteseydi!” diye düşündüm. “Ölüm sayesinde kaderle savaşmaktan kurtulan şu yorgun kalıp şuracıkta sessizce eriyerek dingin topraklara karışsaydı!” Gel gör ki içimde hâlâ can vardı. Bütün istekleri, güçlükleri, sorumluluklarıyla, çaresiz bu yükü çekecek, ihtiyaçlarımı giderecek, güçlüklere katlanıp sorumluluklarımı yerine getirecektim. Yola düzüldüm. Whitcross Kavşağı’nı gene bulunca, iyice kızgınlaşmış olan güneşe arkamı vererek gölgelik bir yola saptım. Kendime mantıklı bir yön seçecek kadar ne iradem, ne de aklım kalmıştı. Uzun zaman yol yürüdüm, sonunda yorgunluktan yıkılacak durumlara gelerek bir taşın üzerine oturdum. Hem iç, hem de dış gücümü tüketen bitkinliğe yenilerek boyun eğmek üzereydim ki bir çan sesi duydum. Kilise çanları çalıyordu. Sesin geldiği yöne döndüm. Değişim ve manzaralarına bir saat önce dikkat edememiş olduğum şiirsel görünümlü tepelerin arasında bir köyle bir çan kulesi seçtim. Sağıma düşen vadi boydan boya otlaklarla, mısır tarlalarıyla, ağaçlıklarla kaplıydı. Olgunlaşan mısırların, koygun koruların, açık, güneşli kırların çeşit çeşit yeşilleri arasında da ışıltılı bir çay, zikzaklar çizerek akmaktaydı. Yolun ilerisinde tekerlek gıcırtıları duyup başımı çevirdim, ağır yüklü bir öküz arabasının bin zahmetle yokuş yukarı tırmanmakta olduğunu gördüm. Onun az ötesinde de birkaç sığırla çobanları vardı. İnsanların yaşayıp çalıştığı yerlere yaklaşmıştım. Canımı dişime takıp yoluma gitmeliydim; ben de bütün insanlar gibi alın teri dökerek, zahmet çekerek yaşamaya çalışmalıydım. Öğleden sonra saat iki sularında köye vardım. Köyün tek sokağının ucunda küçük bir dükkân, dükkânın penceresinde de birkaç somun ekmek vardı. İçim gitti bu ekmeklere. “Biraz ekmek yersem belki dirilirim,” diye düşünüyordum; yoksa yoluma gitmekte çok zorluk çekecektim. İnsan içine karışır karışmaz, biraz güç bulup canlanmak isteğim de depreşmişti. Bir köy yolunun ağzında açlıktan bayılıp kalmanın utandırıcı bir şey olacağını düşünüyordum. Şu somunlardan birini almak için dükkâna para yerine verebileceğim hiçbir şey yok muydu? Düşündüm: Boynumda küçük, ipekli bir mendil vardı; eldivenlerim vardı. Beş parasız, aç, perişan kişiler nasıl davranırlardı acaba? Mendilimle eldivenlerimi sunsam dükkândakiler alır mıydı? Almazlardı herhalde, ama bir denemekten başka yolum yoktu ki! Dükkâna girdim. Bir kadın vardı içeride. Düzgün giyimli, efendi kılıklı bir hanımın geldiğini görünce nazik bir tavırla ilerledi, ne buyurduğumu sordu. İçimi bir utançtır bastı. Dilim bir türlü dönüp de hazırladığım lafları söyleyemiyordu. O yarı eski eldivenleri, buruşuk mendili önermek cesaretini bulamadım. Hem zaten böyle bir şey gülünç kaçacakmış gibi geliyordu şimdi. Biraz yorulduğumu söyleyerek yalnızca oturmak için izin istedim. Müşteri olmadığımı anlayınca düş kırıklığına uğrayan kadın soğuk soğuk beni buyur edip yer gösterdi. Kendimi oraya bırakıverdim. İçimden fena halde ağlamak geliyordu; ama böyle bir gösterinin ne tuhaf kaçacağını bildiğim için kendimi tuttum. Sonra kadına, “Köyde terzi ya da dikişçi kadın var mı?” diye sordum. “Var; iki-üç tane. Onlar da köylüye yetip artıyor.” Düşündüm. Son kerteye gelmiştim artık. Yoklukla yüz yüzeydim. Elimde ne param ne bir olanağım ne de elimden tutacak bir dost vardı. Bir şeyler yapmam şarttı, ama ne? Bir yere başvurmam gerekiyordu ama nereye? “Bu dolaylarda hizmetçi arayan var mı?” diye sordum. “Yok, sanmıyorum,” dedi. “Bu dolayların başlıca geçim yolu nedir? Köylünün çoğu ne yapar?” “Kimi rençperdir, kimi Mr. Oliver’ın iğne fabrikasında ya da dökümhanede çalışır.” “Mr. Oliver kadın işçi çalıştırır mı?” “Yok, erkek işidir o.” “Ya kadınlar ne iş yapar?” “Bilmem. Şunu bunu yaparlar işte; karınca kararınca, geçinip gitmek gerek.” Kadın benim sorularımdan sıkılmış gibiydi. Öyle ya, onun kafasını şişirmeye ne hakkım vardı? Bu arada birkaç köylü geldi içeri. Oturduğum sandalyeye ihtiyaç baş göstermişti. Dışarı çıktım. Sağımdaki, solumdaki bütün evlere bakarak köy sokağı boyunca yürüdüm. Bu kapılardan herhangi birini çalmak için hiçbir özür düşünemiyor, yürek de bulamıyordum. Belki bir saatten fazla köyün içinde, çevresinde dolandım durdum. İyice yorgun, açlıktan perişan durumda bir kır yoluna saptım, bir çitin dibine oturdum. Birkaç dakika sonra gene ayağa kalkmış, yürümeye başlamıştım. Bir çıkar yol, bir imdat arıyordum... Bir kır yolunun yukarısında cici bir evceğiz duruyordu. Önünde de bakımlı, pırıl pırıl bir çiçek bahçesi. Orada durdum. Bu beyaz boyalı kapıya gidip ışıl ışıl parlayan tokmağı çalmaya ne hakkım vardı? Bu evde oturanlar benimle niçin ilgilensindi? Gene de, yürüdüm, kapıya vurdum. Uysal bakışlı, tertemiz giyimli bir genç kadın kapıyı açtı. İçimdeki umutsuzluğun, vücudumdaki bitkinliğin etkisiyle sönükleşip titreyen bir fısıltıyla sordum: “Hizmetçiye ihtiyacınız var mı?” Kadın, “Yok, hizmetçi kullanmıyoruz,” dedi “Bana söyleyebilir misiniz, acaba nerede iş bulabilirim?” diye sordum. “Bu yerin yabancısıyım, hiçbir bildiğim yok. İş istiyorum... Ne olursa olsun.” Beni kollamak, bana iş bulmak onun boynunun borcu değildi. Hem zaten benim varlığımı, sözlerimi, isteğimi kuşkuyla karşılayacağı da su götürmezdi. Nitekim kadın başını iki yana sallayarak, “Kusura bakmayın, hiç bilgim yok,” dedi ve beyaz kapıyı kapadı. Evet, yavaşça, nazikçe kapadı ama ne de olsa kapadı ya! Bir an daha beklese bir dilim ekmek dilenecektim, sanırım; çünkü artık o durumlara düşmüştüm. Evlere doğru yaklaşıyor, dönüp uzaklaşıyor, sonra gene geri geliyordum. Herhangi bir yakınlık beklemeye hakkım olmadığını düşünerek her seferinde kaçıyordum. Ben böyle yolunu şaşırmış, aç bir köpek gibi gezinirken saatler ilerlemişti. Bir tarladan geçince karşımda kilisenin çan kulesini gördüm, adımlarımı sıklaştırarak oraya doğru ilerledim. Mezarlığın yanında, bir bahçe ortasında, küçük, sağlam bir ev duruyordu. Burası besbelli papaz eviydi. Hiç tanıdıkları olmayan, yabancı bir yere gelen kimseler kimi zaman iş, yardım istemek için o yerin papazına başvururlar. Kendi başlarının çaresine bakmak isteyen kimselere –hiç olmazsa öğütle– yardım etmek papazların görevidir. Bu eve başvurmaya hakkım varmış gibi geldi bana. Yüreğimi pekiştirdim, gücümün son kalıntılarını da derleyerek yoluma yürüdüm. Papaz evine vardım, mutfak kapısını çaldım. Yaşlı bir kadın açtı. Burasının papaz evi olup olmadığım sordum. “Evet,” dedi. “Papaz efendi evde mi?” “Hayır.” “Yakında gelir mi?” “Yok, başka yere gitti.” “Uzağa mı?” “Pek değil. Dört-beş kilometrelik bir yer. Babası aniden ölmüş de, çağırttılar. Marsh End’de şimdi. İki hafta falan kalır, sanırım.” “Hanımı var mı?” “Yok; bir ben varım evde. Ben de, kâhyayım.” Ondan yardım istemeye de dilim varmadı nedense. Dilenecek duruma düşmemiştim daha. Ayaklarımı sürüyerek uzaklaştım. Gene mendili çözdüm boynumdan. Dükkândaki o ekmekler gözümde tüttü gene. Ah, bir tek kabuk olsa! Şu açlığın tırmalayışını bastıracak bir lokmacık olsa! İçgüdümle, gene köye doğru döndüm yüzümü. Dükkâna vardım, içeriye daldım. Dükkâncı kadından başkaları da vardı, ama dişimi tırnağıma takarak, “Şu mendile karşılık bir ekmek verir misiniz?” diye sordum. Kadın beni görünür bir kuşkuyla süzdü, “Yok, öyle alışveriş yapmak âdetim değildir,” dedi. Kendimden geçmiş durumda yarım ekmek istedim. Kadın gene olmaz dedi. “Bu mendili nerede bulduğunuzu ben ne bileyim!” diyordu. “Eldivenlerimi alır mısınız?” “Yo! İşime yaramaz ki!” Sevgili okurum, bu olaylar üzerinde durmak hoş bir şey değil. Kimileri gerçi, “Eski acıları anmak tatlıdır,” der, ama şu anlattığım şeyleri anımsamak hâlâ içimi kaldırır benim. Bedensel yorgunlukla karışan o ruhsal çöküntünün anısı öyle acıdır ki hiçbir zaman isteyerek anamam. Beni geri çevirenlerin hiçbirini kınamıyordum. Bunun olağan, kaçınılmaz bir durum olduğunu düşünüyordum. Düpedüz bir dilenci bile çoğu zaman kuşkuyla karşılanır... Hele düzgün giyimli, hanım kılıklı bir dilencinin kuşkuyla karşılanması pek doğaldır. Evet, gerçi ben iş dileniyordum, ama o ücra yerde iş aramak akıl harcı mıydı? Bana iş bulmak da kimin boynunun borcuydu? Beni ömürlerinde ilk gören, bana ilişkin bilgileri olmayan yabancıların hiç değil! Mendilime karşılık bana ekmek vermeye yanaşmayan kadına gelince, o da haklıydı; çünkü önerimi kuşkulu ya da bu alışverişi kârsız bulmuş olsa gerekti. Artık bu konuyu kısa keseyim; çünkü usandım. Karanlık basmadan az önce bir çiftliğin önünden geçiyordum. Açık kapıda çiftçi oturmuş, peynir ekmek yiyordu. Durdum. “Ne olur, bana bir parça ekmek verir misiniz? Karnım çok aç da!” dedim. Adam bana şaşkınlıkla bir baktı. Sonra hiç karşılık vermeden, kalın bir dilim ekmek kesti, bana uzattı. Beni dilenci değil de kara köy ekmeğine imrenen züppe bir hanımefendi sanmış olsa gerekti. Köşeyi döner dönmez oturdum, ekmeği yedim. Beni bir köy evine alacaklarından umudum olmadığı için, biraz önce söylediğim koruda konakladım. Çok sefil bir gece geçirdim, hiç rahat edemedim. Yerler nemli, hava serindi. Hem sonra, kaç kereler yakınımdan gelip geçenler oldu, durup durup yer değiştirmek zorunda kaldım. Kendimi güvenlikte bulmadığım için huzura kavuşamadım. Sabaha karşı yağmur da başladı, o gün yalnız bir kez yiyecek yüzü gördü midem! Bir köy evinin avlusunda bir kız çocuğu soğuk bir tas lapayı domuzun yemek yalağına dökmek üzereydi. “Bana versene onu,” dedim. Kız gözlerini bana dikerek, “Anne!” diye bağırdı. “Burada bir kadın var, lapayı istiyor.” İçeriden bir ses, “Dilenci olsa gerek... Veriver, kızım!” diye yükseldi. “Domuz lapayı pek sevmiyor nasıl olsa!” Kız donup kalıplaşmış olan lapayı avucuma boşalttı, ben de bunu yalayıp yuttum. Karanlık iyice bastırırken, bir saati aşkın bir zamandır tutmuş olduğum binek yolunun orta yerinde durdum. “Gücüm bütün bütün kesilmek üzere,” dedim kendi kendime. “Yoluma pek uzun devam edemeyeceğimi sanıyorum. Bu gece gene yollarda mı kalacağım, hem de yağmur altında? Başımı soğuk, ıslak taşlara mı dayayacağım? Korkarım başka çıkar yolum yok... Öyle ya, evine kim alır beni! Ama, çok korkunç olacak... Açlık, yorgunluk, soğuk bir yandan, yağan yağmur, içimdeki ıssızlık, umutsuzluk bir yandan. Zaten, büyük bir olasılıkla, sabaha sağ çıkmam ben. Neden boyun eğemiyorum ölüm düşüncesine? Bu boşuna ömrü sürüklemek için neden çırpınıyorum? Çünkü sevdiğim adamın yaşadığına inanıyorum da ondan. Sonra, açlıktan, soğuktan ölmek öyle bir son ki insan ruhu buna kuzu kuzu razı olamıyor. Ulu Tanrım! Biraz daha ayakta tut beni! Yol göster bana!” Donuk, camlaşmış gözlerim çevrenin yağmurla sislenip puslanmış görüntüsü üzerinde gezindi. Köyden adamakıllı uzaklaşmış olduğumu gördüm. Evler, hatta köyün çevresindeki ekili tarlalar görünmez olmuştu, ben de gene bozkıra yaklaşmıştım. Şimdi o koygun tepelerle benim aramda, yalnızca, bozkır kadar bakımsız, çorak birkaç tarla uzanıyordu. “İnan olsun, bir köy sokağında, bir araba yolunda ölmektense bozkırlarda öleyim, bence yeğdir!” diye düşündüm. “Vücudum tahta bir tabut içinde, bir bakımsız mezarda çürüyeceğine, kargalara, şahinlere yem olsun varsın!” Böylece, yokuş yukarı, bayırı tırmandım. Şimdi artık iş, güvenlikte olmasam bile, gözden gizli kalabileceğim bir hendek içi bulmaya kalmıştı. Ne var ki burada her yer dümdüz görünüyor, yalnızca, yer yer renkler değişiyordu. Bataklık kısımları yosunlu, sazlı yerleri yeşil, diğer yerler kapkara görünüyordu. Karanlık iyice bastırmıştı, ama bunları gene de, daha çok bir gölge ışık oyunu olarak seçebiliyordum. Gözlerim bozkırın o yabanıl görünümünde dolaşırken, bataklıkların gerisinde, çok uzakta bir yerde birden bir ışık yandı. Hemen, “Bir deli ışık bu!” diye düşündüm, ışığın çok geçmeden sönmesini bekledim. Ama ışık hiç kımıldamadan parlamaktaydı; ne yaklaşıyor, ne uzaklaşıyordu. İçimden, “Acaba yeni başlayan bir orman yangını mı?” diyordum. “Acaba çevreye yayılacak mı?” diye baktım. Hayır. Küçülmediği gibi büyümüyordu da. “Belki bir ev ışığıdır,” diye tahmin yürüttüm. “Öyle bile olsa, dünyada yetişemem ki! Pek uzaklarda! Zaten, ona bakarsan, şuracıkta bile olsa ne işime yarar ki? Erişebilsem de nasıl olsa kapıyı yüzüme kapayacaklardır.” Böylece, durduğum yere çöktüm, yüzümü toprağa gömdüm. Kımıldamadan durdum bir süre. Gece rüzgârı bayırdan doğru esip üzerimden geçti, inildeyerek ta uzaklarda can verdi. Yağmur sıklaşmış, beni yeni baştan sırsıklam etmişti. Uyuşup ölümün tatlı uyuşukluğuna kavuşabilsem aldırmayacaktım. Ne yapayım ki vücudumda can taşıdığım sürece yağmurun iliklerime işlediğini duyuyordum. Çok geçmeden yerimden kalktım. Işık, hâlâ yerli yerinde, yağmurun arasında parlıyordu. Yeniden yürümek için kendimi zorladım, bitkin gövdemi bu ışığa doğru sürümeye başladım. Tepenin üzerinden çaprazlama ilerledim, geniş bir bataklıktan geçtim. Burası kışın hiç geçilmezdi herhalde. Şimdi, yazın en sıcak günlerinde bile vıcık vıcıktı, için için de kaynıyordu. İki kez düştüm, her seferinde ayağa kalktım, kendimi toplamaya çalıştım. Bu ışık son umudumdu: Ne yapıp yapıp ulaşacaktım ona. Bataklığı geçince bozkırın üzerinde bir beyaz çizgi görüp ilerledim. Bir yoldu bu, dosdoğru ışığa gidiyordu. Şimdi ışığın, bir küme ağaç arasındaki tepe gibi bir yerden vurduğunu görüyordum. Karanlıkta seçebildiğim kadar, bu ağaçlar çamdı, daha yaklaştıkça yıldızım görünmez oldu; aramıza bir şey girmişti. Önümde beliren karanlık kümeyi yoklamak üzere elimi uzattım: Alçak bir duvarın sert taşlarına dokundum. Duvarın üzerinde dikenli bir çit vardı. El yordamıyla ilerledim. Önümde beyazımtırak bir şey belirdi: Bir çit kapısıydı bu. Dokununca açıldı. İki yanında da birer öbek taflan yükseliyordu. İçeri girip taflanlardan geçince bir ev karaltısı ortaya çıktı: Kapkara, alçak, enikonu uzun bir yapıydı bu. Yalnız, bana yol göstermiş olan ışık görünürlerde yoktu. Her yer karanlık. Evdekiler yatmışlar mıydı acaba? “Öyle olsa gerek,” diye düşündüm, içimi bir tasa aldı. Kapıyı arayarak bir köşeyi döner dönmez o dost ışık gene göründü. Yerden ancak yarım metre yükseklikteki minicik, kafesli bir pencereden dışarı vuruyordu. Duvarı iyice sarmış olan sarmaşıkların yaprakları da bu pencereyi büsbütün küçültür gibiydi; onun için, bu daracık, gölgeli yere perde asmak gereksiz görülmüştü. Eğilip de sarmaşık dallarını araladığım zaman içerisini açıkça görebildim. Yerleri gıcır gıcır ovulmuş, tertemiz bir odaydı burası. Ceviz bir konsolun üzerine sıra sıra dizilmiş çinko tabaklar şöminede gürül gürül yanan ateşin parıltısını yansıtıyordu. Bir duvar saati, beyaz bir çam masa, sandalyeler vardı. Bana yol göstermiş olan şamdan masanın üzerindeydi. Bunun ışığında da, biraz kaba saba görünmesine karşın bütün oda gibi tertemiz olan yaşlı bir kadın yün örmekteydi. Bütün bunlara şöyle bir baktım; dikkate değer şeyler değildi. Şömine etrafında, ateşin yaydığı gül renkli huzur, sıcaklık içinde oturmakta olan kişiler daha çok ilgimi çekti. Bunlar iki genç, zarif hanımdı... Hanımefendi oldukları her bakımdan belli oluyordu. Biri alçak bir sallanır koltuğa, öbürü de daha bile alçak bir iskemleye oturmuştu. İkisi de tepeden tırnağa yas kılığına bürünmüşlerdi; giyimlerinin kara rengi de boyunlarıyla yüzlerinin parlak sarışınlığını göz alan bir biçimde ortaya vuruyordu. Tazı cinsi kocaman, yaşlı bir köpek o cüsseli başını kızlardan birinin dizine yaslamıştı, öbür kızın kucağıysa siyah bir kediye şilte olmuştu. Bu kibar hanımlar bu gösterişsiz mutfağa hiç yaraşmıyorlardı doğrusu. Masa başında oturan yaşlı kadının kızları olamazlardı; çünkü kadın köylüye benziyordu; kızlarsa tepeden tırnağa incelik, kibarlık, görgü yansıtıyorlardı. Ömrümde onlarınkine benzer bir yüz hiç görmemiştim. Gene de, baktıkça, bu yüzlerin her çizgisini iyice tanıyormuşum gibi geliyordu bana. Güzel olduklarını söyleyemem: Biraz aşırı sarı benizliydiler; ciddiydiler de. Ellerindeki kitaplara eğilmiş yüzleri sert denilebilecek kadar düşünceliydi. Aralarındaki sehpanın üzerinde bir ikinci şamdan, iki tane de kocaman kitap duruyordu. Kızlar sık sık ciltlere başvuruyor, besbelli ellerindeki küçük kitaplarla karşılaştırıyorlardı. Çeviri yaparken sözlüğe danışan kimseler gibi. Bu görüntü pek sessizdi: İçindeki insanlar birer gölge, oda da bir tabloydu sanırdınız. Öylesine sessizdi ki şömine ateşinin çıtırtısı, saatin tıkırtısı duyuluyordu; hatta yaşlı kadının örgü şişlerinin şıkırtısı bile kulağıma gelir gibiydi. Onun için, sonunda bu tuhaf sessizliği bozan bir ses yükselince açıkça duydum. Kitap okuyan hanımlardan biri, “Dinle bak, Diana,” diyordu. “Franz’la ihtiyar Daniel geceleyin bir aradalar. Franz gördüğü korkulu bir düşü anlatıyor. Dinle!” Genç kız alçak sesle bir şeyler okudu. Bunun tek sözcüğünü anlayamadım; çünkü bilmediğim bir dildeydi. Fransızca ya da Latince değildi; ama Eski Yunanca mı yoksa Almanca mı olduğunu da kestiremedim. Kız okuyup bitirince, “Güçlü bir anlatım,” dedi. “Bayıldım!” Dinlemek için başını kaldırmış olan öbür kız da okunan parçanın bir satırını, gözleri ateşe dikili olarak, yineledi. Daha sonradan bu dili öğrenip kitabı okudum. Onun için, o satırı şimdi buraya alacağım. Yalnız, ilk duyduğum zaman benim için hiçbir anlamı olmayan, metalik birkaç sesten başka bir şey değildi. Genç kız, “Da trat hervor Einer, anzusehen wie die Sternen Nacht!” 82 diye mırıldandıktan sonra, “Güzel, çok güzel!” dedi. O çukura batık, koygun gözleri parıl parıl yanıyordu. “İnsan, karşısında, gölgeler için heybetli bir melek görmüş gibi oluyor. Bu tek satır yüz sayfalık safsataya bedel. Ich wage die Gedanken in der Schale meines Zornes und die Download 1.77 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling