Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti
Download 1.77 Mb. Pdf ko'rish
|
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s
“Oh, qu’elle y sera mal... Peu confortable!
73 Peki, ya giysileri? Sırtındaki eskiyince yenilerini nerden bulacak?” Mr. Rochester şaşırmış gibi yaptı. Sonra, “Ehem!” diye hafifçe öksürdü. “Sen olsan ne yapardın, Adela? İşlet kafanı biraz. Şöyle pembe beyazlı bir bulut alıp giydirsen nasıl olur dersin? Sonra, gökkuşağının ucundan keserek güzel bir atkı yapabiliriz.” Adela bir süre düşündükten sonra, “Bu hali daha iyi,” sonucuna vardı. “Zaten ayda salt sizinle baş başa oturmaktan bıkar o. Ben matmazelin yerinde olsam, sizinle gitmeye razı olmazdım.” “O razı oldu: Söz verdi bile.” “Ama siz onu aya çıkaramazsınız ki! Ayın yolu yok. Hep hava. Ne siz, ne de matmazel uçacak değilsiniz ya!” “Adela, şu tarlaya baksana!” Şimdi Thornfield’in bahçe kapısını geride bırakmış, Millcote’a giden düzgün yolda hafifçe kaymaktaydık. Geceki kasırga tozları bastırmış, yolun iki yanındaki alçak çalılarla yüce ağaçlar yağmurda yıkanmış olmanın verdiği taze bir yeşille pırıl pırıldı. “Adela, işte ben bundan iki hafta kadar önce bir akşamüzeri şu tarladan geçerken –hani o gün seninle harman savurmuştuk, işte o günün akşamı– orak biçmekten yorgun düştüğüm için bir çitin üzerine oturdum. Cebimden küçük bir defterle bir kalem çıkardım. Çok eskiden başıma gelen bir felakete, artık bunu unutup mutlu olmak istediğime ilişkin bir şeyler yazmaya başladım. Güneş batmıştı ama ben hâlâ harıl harıl yazıyordum ki şu yoldan bir şey geldi, benim biraz ötemde durdu. Baktım: Yüzünü bürümcükten bir peçeyle örtmüş, minnacık bir şeydi. Yanıma gelmesi için elimle işaret ettim. Geldi, dizimin dibinde durdu. Hiçbir şey demedim, o da bana bir şey demedi; yalnız, ben onun gözlerini okudum, o da benimkileri. Böylece, sözsüz konuştuk. Bu şey, periler ülkesinden gelme bir küçük periymiş. Bu dünyaya beni mutlu kılmak için gelmiş. Ama onunla birlikte gene bu dünyadan uzaklaşıp ıssız, uzak bir yerlere gidecekmişiz... Örneğin ay gibi. Peri kızı, başıyla, o sırada Hay tepesinden yükselmekte olan ayı gösterdi. Orada oturacağımız gümüşi vadi ile fildişi mağaradan söz etti bana. Ben de dedim ki ‘Seve seve giderim,’ dedim. Yalnız, tıpkı senin gibi ben de ona uçacak kanadım olmadığını belirttim. Bunun üzerine peri kızı bana, ‘Hiç önemi yok bunun,’ dedi, her türlü güçlüğü ortadan kaldıracak bir tılsım verdi bana. Güzel bir altın yüzüktü bu. Peri kızı: ‘Bunu sol elinin yüzükparmağına takarsan ben senin olurum, sen de benim olursun. Birlikte dünyadan uzaklaşır, oraya yerleşiriz,’ dedi. Gene başıyla ayı gösterdi. İşte, Adela, o tılsım şimdi altın bir para biçiminde benim cebimde duruyor. Onu yeni baştan yüzüğe dönüştüreceğim.” “Ama bizim matmazelin ne ilişkisi var bununla? Peri kızı vız gelir bana... Siz hani matmazeli götürüyordunuz Ay’a?” Mr. Rochester sır söyler gibi bir fısıltıyla, “Peri kızı matmazelmiş,” dedi. Ben de Adela’ya onun bu şakalarına kulak asmamasını söyledim. Zaten küçük kız tam bir Fransız gerçekçiliğiyle vasisinin un vrai menteur 74 olduğunu söyledi; onun contes de fée’sine 75 hiç inanmadığını bildirdi, du reste, il n’y avait pas de fées, et quand même il y en avait, 76 ileri sürdü; perilerin Mr. Rochester’a asla görünmeyeceğinden, ona yüzükler verip Ay’da oturmaya çağırmayacaklarından emindi... Millcote’ta geçirdiğimiz saat benim için çok sıkıntılı oldu. Mr. Rochester beni zorla bir kumaşçı dükkânına sokarak altı tane ipekli seçmemi buyurdu. Hiç bana göre bir iş değildi bu... Gelmiyordu içimden. “Başka zamana bırakalım,” diye yalvardım ama yok... İlle şimdi yapılacakmış! Neyse, ateşli fısıltılarla yalvarıp yakararak, altı parça kumaşı ikiye indirebildim! Ama efendim bunları kendi seçeceğine yemin etti. Onun gözlerini renk renk toplar üzerinde dolaştırmasını kaygıyla izledim. Sonunda çok parlak bir leylak rengiyle şahane bir pembe ipeklide karar kıldı. Ben yeniden fısıldaşmaya başlayarak bunları almakla dore bir tuvalet, gümüş lame bir şapka almanın bir kapıya çıkacağını; çünkü bu kumaşları taş çatlasa sırtıma giymeyeceğimi bildirdim. Deveye hendek atlatır gibi bir güçlükle (çünkü efendim keçi gibi inatçıydı), onu kandırarak, seçtiği kumaşları kuzgun siyahı bir saten, bir de sedef rengi bir ipekliyle değiştokuş ettirdim. Efendim, “Şimdilik bunlar idare etsin bakalım,” dedi. “Ama ben senin çiçek bahçesi gibi renkler bezendiğini de göreceğim elbet!” Onu dükkândan çıkarınca derin bir soluk aldım. Kuyumcudan çıkardığım zaman da öyle. O bana öteberi aldığı ölçüde benim içimi utançtan, sinirden ateşler basıyordu. Gene faytona bindik. Alı al, moru mor, bitkin bir durumda arkama yaslandığım zaman aklıma birden, birbirini izleyen acı, tatlı olayların telaşından unutmuş olduğum bir şey geldi: Amcam John Eyre’in Mrs. Reed’e beni kendine evlat, mirasçı edinmek niyetini bildiren mektubu! “Kendime ait ufak bir gelirim olsa gerçekten ferahlarım,” diye düşündüm. “Doğrusu, kocamın beni taşbebekler gibi giydirip kuşatmasına ya da Danae 77 gibi her gün altın yağmuru gibi üstüme yağmasına doğrusu dayanamam! Eve gider gitmez oturup bir mektup yazarım Madeira’ya, John amcama Mr. Rochester’la evlenmek üzere olduğumu bildiririm. Günün birinde biraz gelir sahibi olacağımı bilirsem bu arada bütün bütün onun eline bakmayı biraz daha kolay içime sindirebilirim belki.” Bu kararla az çok rahatlamış olarak (gerçekten de eve gider gitmez yerine getirdim bu kararı) sevdiğim, kendisi de beni seven adamın yüzüne bir daha bakabilmek cesaretini buldum. Deminden beri ben başımı çevirdikçe o ısrarla benim gözlerimi arayıp duruyordu. Şimdi bana gülümsedi. Bana öyle geldi ki bu bir sultanın, bir mutluluk, tutkunluk ânında, armağanlara, ziynetlere boğduğu bir cariyesine gülümseyişiydi. Durmadan elimi arayan elini tutup öfkeyle sıktım sıkabildiğimce, sonra bıraktım. “Böyle bakmayın bana!” dedim. “Bakarsanız emin olun Lowood’dan getirdiklerimden başka hiçbir çöp giymem, bu eflatun poplinle gelin olurum. Aldığımız sedef rengi ipekliyi siz sabahlık yaparsınız, siyah satenden de sayısız yelek çıkar size.” İçin için gülerek ellerini ovuşturdu: “İnanın doyamıyorum bu kızı ne görmeye, ne de dinlemeye! Nasıl da hiç kimselere benzemeyen, insanı iğneleyen halleri var! Osmanlı Sultanı’nın haremindeki bütün o ahu gözlü, huri vücutlu kızları verseler şu bir tek minicik İngiliz kızını değişmem, inan olsun!” Bu benzetişle damarıma basmıştı gene. “Size haremlik etmeye zerrece niyetim yok!” dedim. “O düşünceleri aklınızdan silin. Gönlünüzden o türlü şeyler geçiyorsa, hiç gecikmeden, dosdoğru İstanbul’a yollanın. Zaten buralarda paranızı nereye harcayacağınızı bilemez gibi bir haliniz var... Oradan bir sürü cariye alın da bir harem kurun kendinize.” “Peki, ben şu kadar kilo et, şu kadar düzine ahu göz için pazarlık ederken sen ne yapacaksın, Janet?” “Ben de misyoner olacağım; gidip bütün kölelere özgürlük aşkı aşılayacağım. Bu arada sizin hareminizdekileri de unutmayacağım elbet. Hele bir gireyim oraya... Bakın nasıl bir isyan çıkaracağım! Üç sorguçlu paşa olsanız boşuna... Bir anda, bu kez biz sizi tutsak yapacak, kölelerinizi azat eden bir ferman çıkarıncaya kadar da sizi salıvermeyeceğiz.” “Ben de senin merhametine sığınmakla yetinirim, Jane.” “Böyle bakmakta inat ederseniz ben de merhamet bilmem! Böyle baktığınız sürece şurası belli ki, bizim zorumuzla bütün koşullara bile razı olsanız, serbest kalır kalmaz anlaşmamıza ihanet edeceksiniz.” “Peki, ama Jane, ne yapayım istiyorsun? Korkarım benimle evlenmek için çok özel koşullar öne süreceksin. Nedir bunlar?” “Ben yalnız iç rahatlığı istiyorum. Yük altında kalmamak istiyorum. Céline Varens’dan konuşurken... Ona verdiğiniz kürkleri, elmasları anlatırken neler dediğinizi unuttunuz mu? Sizin İngiltere’deki Céline Varens’ınız olmaya hiç niyetim yok! Ben Adela’nın mürebbiyesi olmayı sürdüreceğim. Böylece, ekmek paramı, ek olarak da yılda otuz sterlin harçlığımı çıkarır, kendi giyim kuşamımı bu paradan düzerim. Sizin bana vereceğiniz tek şey...” “E, neymiş bu tek şey?” “Saygınız, sevginiz olacak. Ben de buna karşılık size saygımı, sevgimi vereceğime göre ödeşmiş oluruz.” “Vay canına, küstahlıktan, burun büyüklüğünden yana kimse seninle aşık atamaz doğrusu! Anandan böyle doğmuşsun sen!” Bu sırada Thornfield’e yaklaşmaktaydık. Bahçe kapısından içeri girerken, “Bugün öğle yemeğini benimle yemek lütfunda bulunur musunuz?” diye sordu. “Yok, efendim, teşekkür ederim ama olmaz.” “Neden olmazmış, sorabilir miyim?” “Şimdiye kadar sizinle hiç öğle yemeği yemedim, efendim. Şimdi yemem için bir neden yok. Ancak...” “Ancak ne? Sözlerini yarıda kesmekten zevk alıyorsun.” “Ancak zorda kalınca yerim, efendim.” “Acaba benim bir hayvan gibi mi yemek yediğimi sanıyorsun da masama gelmeye çekiniyorsun?” “Bu konuda hiçbir bilgim yok, efendim. Yalnız, eski gidişatı daha bir ay sürdürmek istiyorum da!” “Ne münasebet! Böyle köleler gibi mürebbiyelik etmeyi hemen bırakacaksın!” “Özür dilerim, efendim... Bırakamayacağım. Her zamanki gibi çalışmamı sürdüreceğim. Alışageldiğim gibi, sizden uzak duracağım bütün gün. Akşamları canınız beni görmek isterse çağırtabilirsiniz; ben de gelirim. Başka zaman olmaz.” “Ah, Jane, biraz tütün gerek bana... Ya da bir tutam enfiye... Avunmam için. Adela olsa, pour me donner une contenance 78 derdi bana. Yazık ki ne tabakam, ne de enfiye kutum var yanımda. Ama iyi dinle beni, bak ne diyeceğim: Küçük diktatör, şimdi sıra sendeyse de yakında bana gelecek elbet. Bir kez seni temelli ele geçireyim hele... Bak görürsün şöyle bir zincire vurmazsam, sözgelişi!” Bunu söylerken saat zincirini gösteriyordu. “Evet, miniciğim benim, seni yelek cebimde taşıyacağım böyle... Yitirmemek için.” Bu arada benim arabadan inmeme yardım ediyordu. Sonra o Adela’yı indirirken ben hemen yukarı kata kaçtım. Akşam olunca beni huzuruna çağırdı. Bu arada ben ona bir angarya hazırlamıştım; çünkü bütün vaktimizi burun buruna konuşmakla geçirmeye hiç niyetim yoktu. Onun sesinin çok güzel olduğunu, çoğu güzel sesliler gibi de şarkı söylemekten hoşlandığını anımsamıştım. Benim sesim yoktu, onun titiz beğenisine göre, piyano çalışım da iyi sayılmazdı; ama güzel çalıp söyleyenleri dinlemeye bayılırdım. O akşam da alacakaranlık, o şiirsel saatte pencereye yıldızlı mavi perdesini çekmeye başlar başlamaz, ben yerimden kalkıp piyanoyu açtım. Mr. Rochester’dan, Tanrı aşkına bana bir şarkı söylemesini rica ettim. Benim dakikası dakikasına uymayan bir cadı olduğumdan, şarkıyı başka zaman söyleyeceğinden dem vurdu, ama ben, “Bugünkü iş yarına kalmasın!” dedim. “Sesimi beğeniyor musun?” diye sordu. “Çok!” dedim. Zaten enikonu kendini beğenmiş bir adam olduğu için, onu pohpohlamaktan hoşlanmazdım, ama o anda gururunu okşamak işime geliyordu. “Öyleyse sen de piyanoda eşlik edeceksin, Jane.” “Peki efendim, çalışırım.” Çalıştım da! Ama çok geçmeden “küçük beceriksiz” diye damga yiyerek iskemleden aşağı itildim. Beni apar topar bir yana iterek (zaten benim istediğim de buydu), yerime geçti, hem çalıp hem söylemeye başladı; çünkü şarkı söylemek kadar piyano çalmakta da ustaydı. Ben de gene pencerenin içine sokulup oturdum; dışarıdaki kımıltısız ağaçlarla gölgeli çimliği seyrederken derin, yumuşak bir sesin söylediği şu tatlı şarkıyı dinledim: Dünya sevdalarının En gerçek, en derini Sarmıştı varlığımın Bütün köşelerini. O gelince gülümser, O gidince ağlardım. Bir dakika gecikse Karaları bağlardım. En büyük mutluluktu Onun beni sevmesi, Delice ve yürekten Onu sevdiğim gibi. Gel gör ki aramızda Aşılmaz uzaklıklar, Sıradağlardan çetin Yaman engeller vardı. Eşkiyalar gibi Düşmanlar tutmuş yolu. Etraf hep dikenlerle, Tehlikelerle dolu. Sonunda göze aldım Bütün tehlikeleri, Engelleri aşarak, Atıldım ta ileri. Talihin gökkuşağı Oldu yol gösterenim. Atıldım, uçar gibi İnanç dolu yüreğim. Gam yemem şimdi artık Talih düşman olsa da! Tehlikeler, engeller Yollarımı tutsa da! Uçurumlar açılsa “Neden açıldı?” demem. Kopsa da kasırgalar Bir an bile gam yemem. Mutluyum çünkü en son Hep dilediğim gibi, O da beni seviyor Onu sevdiğim gibi. Elimde tutuyorum Sevdiğimin elini. “Senin olurum,” dedi Gönlümün tek gelini. Yeminim var: Sevdiğim Benimle evlenecek. Benimle yaşayacak, Benimle de ölecek! Kalktı, bana doğru geldi. Yüzünün parladığını, gözlerinin atmaca gözü gibi ışıldadığını, yüzünün her çizgisinden sevgi, tutku taştığını gördüm. Bir an içim korkuyla ürperdi, sonra kendimi toparladım. Böyle romantik sahnelere, cüretli gösterilere meydan vermemeye kararlıydım, oysa o anda, işte bu tehlikelerle yüz yüzeydim. Bir savunma silahı hazırlamak gerekiyordu: Ben de dilimi biledim. Tam benim yanıma sokulduğu sırada ona son derece soğuk, dik bir sesle, “Bu kez kiminle evleniyorsunuz?” diye sordum. “Ne tuhaf soru bu! Hiç de Janet’ciğimin soracağı bir şey değil!” “Neden olmasın! Bence pek yerinde, doğal bir soru; çünkü evleneceğiniz kızın sizinle birlikte öleceğinden dem vurdunuz demin. Kâfirlere yaraşır bir düşünce bu. Ne demek istiyorsunuz yani? Şu kadarını iyi bilin ki benim sizinle ölmeye hiç niyetim yok!” “Ama benim bütün dileğim, bütün duam senin benimle yaşamandır. Zaten ölüm düşüncesini sana yakıştıramam ki ben.” “Neden yakıştırmayacakmışsınız? Ecelim gelince ölmek elbet herkes gibi benim de hakkım. Ama ecelim gelinceye kadar beklemek niyetindeyim. Hindu kadınları gibi davranmaya hiç niyetim yok.” “Peki, bu bencil düşüncemden ötürü beni bağışlar, bağışladığını da beni öperek gösterir misin?” “Kusura bakmayın... Yapmasam daha iyi.” Bunun üzerine, “taş yürekli bir bacaksız” olarak tanımlandım, başka hangi kadın olsa, “şerefine böyle şarkılar söylendiğini duyunca” eriyip biteceğini öğrendim. Benim yaradılıştan taş yürekli, kaya gibi bir kadın olduğumu, çok geçmeden de onun bunu iyice öğreneceğini, önümüzdeki dört hafta bitmeden ona yaradılışımın çeşitli çetin yönlerini göstereceğimi söyledim. Dertsiz başına ne türlü bir iş açtığını henüz yol yakınken, geriye dönüş olanağı varken öğrenmeliydi! “Sus da biraz doğru dürüst konuşalım.” “İsterseniz susarım. Adam gibi konuşmaya gelince, ben şu anda doğru dürüst konuştuğumu sanıyorum.” Bu tutum karşısında oflayıp puflamaya, homur homur homurdanmaya başladı. İçimden, “Hah şöyle!” diyordum. “Dilediğin kadar köpür, ateş püskür! Sana karşı kullanabileceğim en iyi siyaset bu... Eminim buna. Seni anlatamayacağım kadar çok seviyorum; ama romantik bir bataklığa saplanıp kalmayacağım, dilimin iğnesi sayesinde seni de bataklığın kıyısından uzak tutacağım. Böylece, aramızda ikimiz için de gerekli bir uzaklığı sağlamış olacağım.” Hafiften başlayıp gitgide azıtarak onu epey sinirlendirdim. Suratını asarak gidip karşı köşeye oturunca ben de ayağa kalktım, her zamanki rahat, saygılı halimle, “Size iyi geceler dilerim, efendim,” diyerek yan kapıdan dışarı süzüldüğüm gibi oradan uzaklaştım. O akşam uygulamaya başladığım bu yöntemi bütün bekleyiş dönemimizde sürdürdüm, hem de son derece başarılı olarak. Bu yüzden o kimi kez huysuzlaşıyor, kaşlarını çatıyordu ama çoğunlukla pek eğlenceli bir vakit geçirdiğini görüyordum. Kuzu gibi bir uysallık, çifte kumrular gibi muhabbet onun ruhundaki despotluğu büsbütün artırabilirdi; ama aklını, kafasını, hatta zevkini pek o kadar doyurmazdı sanıyorum. Başkalarının yanında ona karşı her zamanki gibi saygılı, sessizdim; çünkü başka türlü olmama gerek yoktu. Ancak akşamları baş başa kalınca onu böyle üzüyor, hırpalıyordum. Saat yediyi vurur vurmaz gene beni çağırtıyordu; yalnız, artık beni görünce, “sevgilim”, “bir tanem” falan gibi ballı sözler dökülmüyordu dudaklarından. Şimdi ondan duyduğum en büyük övgü, “hınzır şeytan”, “ifrit kız”, “ecinni” gibi şeylerdi. Artık okşayışların yerini de yüz buruşturmalar almıştı. Elimi sıkacağı yerde koluma çimdik atıyor, beni öpeceği yerde kulağımı çekiyordu. İşler yolundaydı. Şimdilik böyle buruk davranışları daha tatlı, sıcak davranışlara yeğlemek zorundaydım. Mrs. Fairfax’in de bu tutumlarımı beğendiğini görüyordum. Benimle ilgili kaygıları yok olmuştu, bunu bilmek de beni doğru yolu tutmuş olduğuma inandırıyordu. Mr. Rochester ise kendisini iğne ipliğe çevirdiğimi ileri sürüyor, yakın gelecekte benden korkunç öçler alacağına yemin ediyordu. Onun bu esip yağmaları karşısında ben kıs kıs gülüyor, içimden, “Seni şimdi az çok idare edebildiğime göre bundan sonra da idare edebileceğimden hiç kuşkum yok,” diyordum. “Şimdi kullandığım yöntem işe yaramaz olursa bir yenisini icat ederim elbet.” Ama ne de olsa kolay değildi üzerime aldığım bu iş. Çok zaman onun yanında diken değil de gül olmak geliyordu içimden. Evleneceğim adam yavaş yavaş benim bütün dünyam olup çıkıyordu; hatta dünyamdan da ileri bir şey... Cennet umudumdu o benim sanki. Onun yüzünden bütün dinsel düşüncelerden uzaklaşmıştım o günlerde. Güneş tutulması gibi bir şey olmuş, bir kul yüzünden Tanrı’yı göremez durumlara düşmüştüm... Mr. Rochester’ı putlaştırıp çıkmıştım çünkü. Download 1.77 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling