Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
Bu kocamın yüzü, diye düşündü Meryem.
Raşit’in ceket cebinden çıkardığı ince, altın halkaları birbirlerinin parmaklarına taktılar. Erkeğin tırnakları sarımsı kahveydi, çürüyen bir elmanın içi gibi; bazılarının uçları uzamış, kıvrılmıştı. Kız alyansı onun parmağına geçirirken, elleri titredi, Raşit yardım etmek zorunda kaldı. Kendi alyansıysa azıcık dardı, ama Raşit eklemlerden sertçe iterek yüzüğü geçirdi. “İşte,” dedi. “Çok güzel bir yüzük,” diye atıldı, Celil’in eşlerinden biri. “Harika, Meryem.” “Geriye bir tek, nikâh akdinin imzalanması kaldı,” dedi molla. Meryem adını yazdı -mim, ra, ya, sonra yine mim- bütün gözlerin eline dikildiğinin farkındaydı. Meryem’in imzalayacağı bir sonraki belgeye, yirmi yedi yıl sonra, yine bir din adamı tanıklık edecekti. “Artık karı kocasınız,” dedi molla. “Tebrik ederim.” *** Raşit, rengârenk boyanmış otobüste bekledi. Meryem aşağıdan, durduğu yerden onu değil, sigarasının açık camdan dışarıya süzülen dumanını görebiliyordu Celil’le birlikte, arka tamponun yakınındaydılar. Çevrelerinde insanlar tokalaşıyor, vedalaşıyordu. Kuranlar öpülüyor, elden ele geçiriliyordu. Çiklet, sigara tepsilerinin gerisinde yüzleri görünmeyen oğlan çocukları, yolcuların arasında yalınayak koşturuyordu. Celil habire Kabil’in ne olağanüstü bir şehir olduğunu anlatmaktaydı; Moğol imparatoru Babür bile oraya gömülmeyi vasiyet etmişti. Meryem onun ayrılık vaktine kadar böyle konuşup duracağını, Kabil’in bahçelerini, dükkânlarını, ağaçlarını, havasını seveceğini biliyordu; sonra bir bakacaktı kendisi otobüste, Celil’se aşağıda, ona neşeyle el sallamakta: yarasız beresiz, sapasağlam. Meryem buna izin veremezdi. “Sana tapardım,” dedi. Celil lafının ortasında duruverdi. Kollarını göğsünde kavuşturdu, sonra çözdü. Genç bir Hindu çift, kucağı bebekli bir kadınla, bir bavulu sürükleyen erkek, aralarından geçti. Bu müdahale Celil’in çok işine gelmiş gibiydi. Çift özür diledi, o da kibarca gülümsedi. “Perşembeleri saatlerce oturup beklerdim seni. Gelmeyeceksin diye ölesiye kaygılanırdım.” “Yolunuz uzun. Bir şeyler yemelisin.” Sonra, ekmekle keçi peyniri alayım mı, diye sordu. “Sürekli seni düşünürdüm. Yüz yaşına kadar yaşaman için dua ederdim. Bilmiyordum. Benden utandığını bilmiyordum ki.” Celil başını eğdi, vaktinden önce gelişmiş bir oğlan çocuğu gibi, ayakkabısının burnuyla toprağı eşeledi. “Benden utanıyordun.” “Seni görmeye geleceğim,” diye mırıldandı Celil. “Kabil’e gelip seni ziyaret edeceğim. Birlikte...” “Hayır. Hayır,” dedi kız Celil’e. “Seni görmek istemiyorum. Sakın gelme. Senden haber almak istemiyorum. Asla. Asla.” Celil ona yaralı gözlerle baktı. “Seninle ben burada ayrılıyoruz,” dedi Meryem, “işimiz burada bitiyor. Hoşça kal.” “Böyle gitme,” dedi erkek cılız bir sesle. “Bana Molla Feyzullah’la vedalaşacak zamanı bile tanımadın; bu efendiliği bile gösteremedin.” Döndü, otobüsün yan tarafına doğru ilerledi. Celil’in peşinden geldiğini duyabiliyordu. Hidrolik kapılara varınca, hemen arkasından gelen sesi duydu. “Meryem co.” Basamakları çıktı, gözünün ucuyla Celil’in onunla aynı hizadan yürüdüğünü görebiliyor olsa da, camdan dışarıya hiç bakmadı. Koridorda arkaya, Raşit’in bavulu bacaklarının arasına almış, oturduğu koltuğa doğru ilerledi. Avuçlarını cama bastıran, parmak boğumlarıyla vuran, vuran Celil’e bir kez bile dönüp bakmadı. Otobüs hareket edince, yanları sıra koşturan adama bakmadı. Otobüs hızlandığı zaman da, geriye dönüp giderek küçülen, sonra egzoz dumanının, tozun arasında gözden yiten adama bakmadı. Cam kenarında oturan Raşit iri, etli elini onunkinin üzerine koydu. “Hadi ama, kızım. Hadi bakalım. Hadi,” dedi. Bunu söylerken gözlerini kısmış camdan dışarıya bakıyordu; gözüne çok daha ilginç bir şey çarpmış gibi. 9 Raşit’in evine ertesi gün, akşama doğru vardılar. “Deh-Mazang’dayız,” dedi adam. Dışarıda, kaldırımda duruyorlardı. Bir elinde kızın valizi vardı, ötekiyle tahta sokak kapısını açmaktaydı. “Kentin güneybatı kesimi. Hayvanat bahçesi yakında, üniversite de öyle.” Meryem başını salladı. Daha şimdiden öğrenmişti: onu gayet iyi anlasa da, konuşurken dikkat kesilmeliydi. Adamın Farsçasındaki Kabil aksanına alışık değildi; Kandehar doğumlu olduğu için, alttan alta hissedilen Peştun vurgusuna da. Adamınsa kızın Herat Farsçasıyla herhangi bir sorun yaşamadığı belliydi. Meryem, Raşit’in evinin bulunduğu dar, asfaltlanmamış sokağı çabucak inceledi. Yolun iki yanına sıralanan evler dip dibeydi, tek bir duvarla birbirlerinden ayrılıyorlardı; önlerindeki küçük, duvarlı bahçeler sokakla aralarında tampon görevi görüyordu. Evlerin çoğu düz damlıydı ve pişmiş tuğladan yapılmıştı, kimisi de, kenti çeviren dağlarla aynı, pas rengindeki topraktan. Her iki yanda da, kaldırımın kenarını izleyen hendekte, çamurlu bir su akıyordu. Meryem sokağın orasına burasına, küçük tepecikler halinde yığılmış çöp torbaları gördü. Raşit’in evi iki katlıydı. Renginin bir zamanlar mavi olduğu anlaşılıyordu. Raşit ön kapıyı açınca, Meryem kendini küçük, bakımsız bir bahçede buldu; güçbela boy atmaya çalışan sarı otlar, cılız öbekler. Sağda, yan avluda bir apteshane, solda da tulumbalı bir kuyuyla bir sıra can çekişen idan. Kuyunun yakınında bir alet edevat kulübesi, duvara dayalı bir bisiklet. “Baban balık tutmaktan hoşlandığını söyledi,” dedi Raşit, bahçeyi geçip eve doğru giderlerken. Arka bahçe yoktu. “Kuzeyde vadiler var. Ve içi balık kaynayan ırmaklar. Belki bir gün gideriz.” Sokak kapısını açtı, kıza yol verdi. Raşit’in evi Celil’inkinden epeyce küçüktü, ama Nana’yla Meryem’in kulübe’sine kıyasla bir malikâneydi. Alt katta bir hol, bir oturma odası, bir de mutfak yer alıyordu; kızı mutfağa götürüp tencereleri, tavaları, düdüklü tencereyi, gazyağıyla çalışan iştop’u gösterdi. Oturma odasında fıstık yeşili, deri bir kanepe vardı. Yan tarafı yırtılmış, beceriksizce dikilmişti. Duvarlar çıplaktı. Bir masa, iki bambu koltuk, iki katlanır iskemle, bir köşede de siyah, dökme demir soba. Meryem salonun ortasında durdu, etrafına bakındı. Kulübe’de, parmak uçlarına kalktığında tavana değebiliyordu. Döşeğinde yatar, pencereden giren gün ışığının açısına bakarak, saati kestirebilirdi. Kapısını, menteşeleri gıcırdatmadan nereye kadar açabileceğini bilirdi. Yerdeki otuz adet parkedeki her bir kıymığı, çatlağı bilirdi. Şimdi bildiği, tanıdığı her şeyden kopmuştu. Nana ölmüştü, kendisiyse yabancı bir şehirde, alıştığı yaşamdan çok uzaklardaydı; onunla arasında vadiler, zirvesi karlı sıradağlar, koskoca çöller uzanıyordu. Farklı odaları, her tarafına sinmiş sigara kokusu, yabancı eşyalarla dolu yabancı dolapları, kalın, koyu yeşil perdeleri ve asla dokunamayacağı tavanıyla, bir yabancının evindeydi. Boşluğu, Meryem’i boğuyordu. Nana’ya, Molla Feyzullah’a, eski yaşamına duyduğu özlemin sancıları yüreğini dağlıyordu. Sonra, ağlamaya başladı. “Bu da nereden çıktı şimdi?” dedi Raşit, ters ters. Pantolonunun cebinden çıkardığı mendili kızın avucuna sokuşturdu. Bir sigara yaktı, sırtını duvara yasladı. Mendili gözlerine bastıran Meryem’i seyretti. “Bitti mi?” Meryem başını evet anlamında salladı. “Emin misin?” “Evet.” Kızı dirseğinden tuttu, oturma odasının penceresine götürdü. “Bu pencere kuzeye bakar,” dedi, işaretparmağının kıvrık tırnağıyla cama vurarak. “Tam karşımızda Asmai Dağları var -görüyor musun? Soldakiyse Ali Abad Dağı. Universite onun eteğinde. Şir Derveze Dağı arkamıza, doğuya düşüyor; buradan göremezsin tabii. Her gün, öğlenleri oradan bir pare top atarlar. Kes artık ağlamayı. Ciddiyim.” Meryem gözlerini kuruladı. “En katlanamadığım şeydir,” dedi adam, kaşlarını çatarak. “Ağlayan bir kadının sesi. Kusura bakma. Kesinlikle tahammül edemem.” “Eve gitmek istiyorum,” dedi Meryem. Raşit sabrı taşmışçasına iç geçirdi. Salıverdiği dumanlı soluğu Meryem’in yüzüne çarptı. “Buna alınmayacağım. Bu seferlik.” Sonra yine dirseğini tuttu, kızı üst kata çıkardı. Yukarıda dar, loş bir koridorla iki yatak odası vardı. Daha büyük olan odanın kapısı aralıktı. Meryem aralıktan, bu odanın da evin kalanı gibi çok az eşyayla döşenmiş olduğunu gördü: köşede bir yatak, üzerinde kahverengi battaniyeyle tek bir yastık, bir dolap, bir de komodin. Küçük ayna sayılmazsa, duvarlar çıplaktı. Raşit kapıyı çekti. “Bu benim odam.” Meryem konuk odasında kalacaktı. “Kusura bakmazsın umarım. Yalnız uyumaya alıştım da.” Meryem, en azından bu konuda ne kadar rahatladığını söylemedi. Kalacağı oda, Celil’in evindeki odasından bir hayli küçüktü. Içinde bir yatak, eski, grimsi kahverengi bir şifoniyer, küçük bir dolap vardı. Penceresi bahçeye bakıyor, sokağı da görüyordu. Raşit onun valizini bir köşeye bıraktı. Meryem yatağa oturdu. “Fark etmedin,” dedi adam. Kapının eşiğinde duruyordu, başını çarpmamak için ha if eğilmişti. “Pervaza bak. Ne cins olduğunu biliyor musun? Herat’a gitmeden önce koymuştum.” Meryem pencere çıkıntısındaki sepeti ancak o zaman ayrımsadı. Yanlarından beyaz sümbül teberler taşıyordu. “Beğendin mi? Hoşuna gitti mi?” “Evet.” “Öyleyse teşekkür edebilirsin.” “Teşekkür ederim. Özür dilerim. Teşekkür.” “Titriyorsun. Yoksa seni korkutuyor muyum? Benden korkuyor musun?” Meryem ona bakmıyordu, ama bu sorularda ha if haylaz bir şakacılık sezdi; bir tür iğneleme gibi. Başını hemen hayır anlamında salladı ve evliliklerinin ilk yalanını söylemiş oldu. “Hayır mı? Güzel. Senin adına sevindim. Eh, senin yuvan burası artık. Bak gör, burayı seveceksin. Elektriğimizin olduğunu söylemiş miydim? Çoğu günler ve her gece.” Çıkmaya hazırlandı. Kapıda durdu, sigarasından derin bir nefes çekti, dumana karşı gözlerini kıstı. Meryem onun bir şey söyleyeceğini sandı. Ama söylemedi. Kapıyı arkasından kapadı, kızı valizi ve çiçekleriyle yalnız bıraktı. 10 Ilk birkaç gün, Meryem odasından neredeyse hiç çıkmadı. Her sabah, uzaktan uzağa yankılanan ezan sesiyle kalkıyor, namaz’ını kıldıktan sonra yeniden yatağa süzülüyordu. Raşit’in banyoya girdiğini, yıkandığını duyduğunda, adam dükkana gitmeden önce gelip ona bir göz attığında, o hâlâ yatakta oluyordu. Sonra camdan, bahçeye çıkan erkeği seyrediyordu; sefertasını bisikletin arkasındaki sepete yerleştirişini, bisikleti iterek bahçeyi geçişini, sokağa çıkışını. Pedallara asılıp uzaklaşan, geniş omuzlu karaltı sokağın sonundaki köşeyi dönüp gözden kaybolana kadar bakıyordu. Çoğu günler yataktan hiç çıkmıyor, kendini yapayalnız, terk edilmiş hissediyordu; akıntıya kapılmış sürükleniyordu sanki. Bazen aşağıya, mutfağa iner, parmaklarını yağlı, yapış yapış tezgâhta, yanık yemek kokan, muşamba, çiçekli perdelerde gezdirirdi. Yerine oturmayan, kapanmayan çekmecelere, uyumsuz kaşıklarla bıçaklara, süzgece, ucu kopmuş tahta kaşıklara, yeni yaşantısının sözde gereçlerine bakıyor, baktığı her şey, hayatını altüst eden, kendini köksüz, yersiz yurtsuz, bir başkasının hayatına zorla dalmış, davetsiz misafir gibi hissettiren o büyük sarsıntıyı anımsatıyordu. Kulübe’deyken normal, iştahlı bir kızdı. Burada, karnı nadiren acıkıyordu. Bazen, akşamdan kalma pilavı bir tabağa koyup bir parça ekmekle oturma odasına götürüyor, pencerenin önünde yiyordu. Camdan, sokaktaki tek katlı evlerin damlarını görebiliyordu. Bahçelerin içini de; çamaşır asan, çocukları kışkışlayan kadınları, toprağı eşeleyen tavukları, kovaları, bahçıvan bellerini, ağaçlara bağlanmış inekleri. Nana’yla birlikte kulübe’nin damında geçirdikleri, Gül Daman’ın üstünde parlayan mehtabı seyrettikleri yaz geceleri burnunda tütüyordu; hava öyle sıcak olurdu ki, gecelikleri göğüslerine yapışırdı; cama yapışan ıslak bir yaprak gibi. Kulübe’de Molla Feyzullah’la kitap okudukları kış ikindilerini özlüyordu; ağaçlardan çatıya damlayan buz saçaklarının şıpırtısını, karla yüklü dallarda gaklayan kargaları. Bu yalnız saatlerde, evin içinde durmadan geziniyordu; mutfaktan oturma odasına, yukarıya, kendi odasına, sonra yine aşağıya. Gezintiyi odasında tamamlar, namaz’ını kılıp yatağa otururdu; annesini arıyor, sıla özleminden midesinin bulandığını hissediyordu. Ama Meryem’in asıl paniği, güneş batıya doğru devrildiği zaman başlıyordu. Geceyi, Raşit’in kocaların karılarına yaptıkları şeyi yapmaya nihayet karar verebileceğini düşündükçe, dişleri takırdıyordu. Erkek alt katta, tek başına karnını doyururken, o sinirleri harap bir halde, yatağında yatıyordu. Raşit her akşam onun odasına uğrar, başını içeri uzatırdı. “Şimdiden uyumuş olamazsın. Saat daha yedi. Uyanık mısın? Cevap ver. Hadi, ama.” Karanlıkta Meryem’in sesini duyana kadar bastırırdı. “Buradayım.” Çömelip kapının eşiğine otururdu. Kız yatağından onun iriyarı siluetini, uzun bacaklarını, gaga burnundan kıvrılarak çıkan dumanı, sigarasının bir alevlenip bir donuklaşan amber ucunu görebilirdi. Meryem’e gününü anlatırdı. Dışişleri Bakanı’nın yardımcısı için, özel olarak yaptığı mokasenleri -Raşit’in dediğine göre, adam ayakkabılarını sadece ondan alıyordu. Polonyalı bir diplomatla karısından gelen sandalet siparişini, insanların ayakkabı konusundaki batıl inançlarından söz ederdi: yatağa ayakkabıyla girmenin aileye ölüm getireceğine, önce sol teki giyineninse bir kavgaya neden olacağına inananlar vardı. “Cumaları dalgınlıkla yapılması hariç,” dedi. “Ayrıca, bir çiftin bağcıklarının düğümlenip duvara asılmasının, uğursuzluk getirdiğini biliyor muydun?” Raşit’in kendisi bunların hiçbirine inanmıyordu elbette. Ona göre bu tür boş inançlar, daha çok kadınlara özgü meşguliyetlerdi. Sokaklarda kulağına çalınanları da aktarırdı; Amerikan Başkanı Richard Nixon’ın bir skandal yüzünden istifa etmek zorunda kaldığı, türünden haberler. Ne Nixon’ın adını ne de onu istifaya zorlayan rezaleti duymuş olan Meryem, sesini çıkarmadan dinlerdi. Endişeyle Raşit’in sözünü bitirmesini, sigarasını söndürüp gitmesini beklerdi. Onun koridoru geçtiğini, kapısının açılıp kapandığını duyduktan sonradır ki, midesini sıkan çelik kelepçe gevşerdi. Sonra, bir gece erkek sigarasını söndürdü ve iyi geceler demek yerine, sırtını kapının pervazına dayadı. “Şunu hiç açmayacak mısın?” dedi, başıyla kızın bavulunu göstererek. Kollarını göğsünde kavuşturdu. “Biraz zamana ihtiyacın olacağını tahmin ediyordum. Ama bu kadarı saçmalık. Bir hafta oldu... Eh, şey, yarın sabahtan itibaren senden bir eş gibi davranmanı bekliyorum. Download 1.16 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling