Bin Muhteşem Güneş


Download 1.16 Mb.
Pdf ko'rish
bet8/76
Sana29.04.2023
Hajmi1.16 Mb.
#1400306
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   76
Bog'liq
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş

garı selinin, kesintisiz bir akışın içinden geçti, kimse ona taş fırlatmadı. Kimse harami
demedi. Doğru dürüst bakan bile olmadı. Burada, bir anda, mucizevi bir biçimde sıradan,
herhangi biri olup çıkmıştı.
Bir süre, taşlı patikaların çaprazlamasına kestiği, kocaman bir parkın ortasındaki oval
havuzun yanında oyalandı. Parmaklarını havuzun kenarında duran, donuk gözlerini suya
dikmiş mermer atlarda gezdirdi; hayretle, hayranlıkla. Kâğıt gemilerini yüzdüren oğlan
çocuklarını, belli etmemeye çalışarak seyretti.
Her yanda çiçekler vardı; laleler, zambaklar petunyalar; taçyaprakları güneşe batmıştı.
İnsanlar patikalarda geziniyor, tahta sıralara oturuyor, çaylarını yudumluyordu.
Meryem burada olduğuna inanamıyordu. Yüreği heyecandan gümbür gümbürdü. Keşke
Molla Feyzullah şu an görebilseydi onu. Ne kadar cesur bulurdu. Ne kadar gözüpek. Onu bu
şehirde bekleyen yeni yaşamın, babasıyla, kız ve erkek kardeşleriyle paylaşacağı, insanları
çekincesizce, koşulsuz, utanmaksızın sevebileceği, karşılığında da sevileceği bir hayatın
hayaline dalıp gitti.
Sonra canlı, neşeli adımlarla parkın yakınındaki geniş geçide yöneldi. Çınarların
gölgesinde oturan, tezgâhlarındaki kiraz piramitlerinin ya da üzüm tepeciklerinin arkasından,
bıkkın gözlerle ona bakan, kösele yüzlü, yaşlı satıcıların önünden geçti. Çocuklar yalınayak,
arabaların, otobüslerin peşinden koşuyor, ellerindeki ayva torbalarını sallıyordu. Meryem bir
köşe başında durdu, yoldan geçenlere baktı; çevrelerindeki bütün bu harika, olağanüstü
şeylere nasıl böyle kayıtsız kalabildiklerini aklı almıyordu.
Bir süre sonra cesaretini toplayıp, tek atlı gari’sinde müşteri bekleyen, yaşlıca adama gitti,
sinemacı Celil’in oturduğu yeri bilip bilmediğini sordu. Yaşlı adamın tombul yanakları,
rengârenk çizgili bir papan’ı vardı. “Sen Heratlı değilsin anlaşılan,” dedi, canayakın bir tavırla.
“Celil Han’ın oturduğu yeri herkes bilir.”
“Bana gösterebilir misin?”
Arabacı elindeki karamelanın yaldızlı kâğıdını açtı, sordu: “Yalnız mısın?”


“Evet.”
“Hadi, atla. Seni götüreyim.”
“Parasını ödeyemem. Hiç param yok.”
Karamelayı kıza uzattı. Iki saattir tek müşteri çıkmadığını, zaten eve dönmeye
hazırlandığını söyledi. Celil’in evi yolunun üzerindeydi.
Meryem gari’ye bindi. Yola düştüler; yan yana, sessizce. Meryem yol boyunca baharatçılar,
portakal, armut, kitap, şal, hatta atmaca satılan, önü açık, tek göz dükkâncıklar gördü. Çocuklar
toprağa çizdikleri dairelerin içinde bilye oynuyorlardı. Çayevlerinin önünde, üzeri kilim kaplı
tahta sedirlerde erkekler çay içiyor, nargile fokurdatıyorlardı.
Yaşlı arabacı geniş bir sokağa saptı; yolun iki yanına kozalaklı ağaçlar diziliydi. Ortalarda
bir yerde, atını durdurdu.
“Işte. Şansın varmış, dohtar co. Şu onun arabası.” Meryem yere atladı. Adam gülümsedi,
atını dehledi.
***
Meryem bir arabaya daha önce hiç dokunmamıştı. Parmaklarını Celil’in siyah otomobilinin
kaygan motor kapağında gezdirdi; ışıl ışıl jantlardaki yassılaşmış, genişlemiş yansısına baktı.
Koltuklar beyaz deridendi. Direksiyonun arkasında, içinde ibreler olan, yuvarlak, cam panolar
vardı.
Bir an, kafasının içinde Nana’nın sesini, Meryem’in umutlarının parlak, sabit alevini soğuk
bir duş gibi söndürüveren, alaycı tıslamasını duyar gibi oldu. Titreyen bacaklarıyla evin giriş
kapısına doğru ilerledi. Ellerini duvara dayadı. Oyle yüksek, öyle asık yüzlüydü ki Celil’in
duvarları. Duvarın arkasından bu tarafa taşan kavakların tepesini görebilmek için başını
geriye atması gerekti. Ağaçların uçları esintide iki yana sallanıyordu; Meryem onların
kendisini selamladığını, hoş geldin dediğini hayal etti, içinde kabarıp duran, gözünü korkutan
dalgaları zapt etmeye, kendini toplamaya çalıştı.
Kapıyı çıplak ayaklı, genç bir kadın açtı. Alt dudağının hemen altında dövme vardı.
“Celil Han’ı görmeye geldim. Ben Meryem. Kızıyım.”
Kızın yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. Sonra, bir kavrayış ışıltısı. Şimdi dudaklarında ha if
bir gülümseme vardı, halinde tavrındaysa bir heves, bir sevecenlik. “Burada bekle,” dedi
çabucak.
Kapıyı kapadı.
Birkaç dakika geçti. Bu kez kapıyı bir erkek açtı. Uzun boylu, geniş omuzluydu; mahmur
gözleri, sakin, dingin bir yüzü vardı.
“Ben Celil Han’ın şoförüyüm,” dedi; hiç de kaba, ters olmayan bir sesle.
“Neyi?”
“Şoförü. Celil Han evde değil.”
“Arabası burada ama,” dedi Meryem.
“Acil bir işi çıktı.”
“Ne zaman döner?”
“Söylemedi.”
Meryem bekleyeceğini söyledi.
Adam kapıyı kapadı. Meryem yere oturdu, dizlerini göğsüne çekti. Hava kararmaya
başlamıştı bile; karnı acıkmıştı. Gari sürücüsünün verdiği karamelayı yedi. Az sonra, şoför


yeniden göründü.
“Artık evine gitmelisin,” dedi. “Bir saate kalmaz karanlık çöker.”
“Karanlığa alışığım.”
“Hem hava da soğur. Seni arabayla evine götüreyim mi? Uğradığını kendisine bildiririm.”
Meryem sadece bakıyordu.
“Oyleyse seni bir otele götüreyim. Orada rahat bir uyku çekersin. Sabah olunca duruma
bakarız.”
“Beni eve alın.”
“Alamam, talimat var. Bak, ne zaman döneceğini kimse bilmiyor. Günler sürebilir.”
Meryem kollarını kavuşturdu.
Adam içini çekti, sitemle, yumuşak bir kınamayla ona baktı.
Sonraki yıllarda Meryem’in, tekli ini kabul etseydim ve onunla birlikte kulübe”ye
dönseydim, olaylar nasıl gelişirdi acaba, diye düşünecek bolca vakti oldu. Ama kabul
etmemişti.
Geceyi Celil’in evinin önünde geçirdi. Gökyüzünün kararmasını, gölgelerin komşu evlerin
önünü kuşatmasını seyretti. Dövmeli kız ona biraz ekmekle bir tabak pilav getirdi, Meryem
istemediğini söyledi. Kız tepsiyi onun yanına bıraktı. Meryem’in kulağına ara ara, sokağın
aşağısından gelen ayak sesleri, açılan kapıların gıcırtısı, boğuk selamlaşmalar çarpıyordu.
Lambalar yandı, donuk, sarımtırak ışıklar pencereleri aydınlattı. Köpekler havladı. Açlığa
daha fazla dayanamayınca, pilavla ekmeği yedi. Sonra bahçelerde ötüşen cırcırböceklerini
dinledi. Yukarıda, bulutlar soluk bir ayın önünden akıp geçtiler.
Sabahleyin, sarsılarak uyandırıldı. Gözlerini açınca, gece birinin gelip üzerine bir battaniye
örtmüş olduğunu gördü.
Omzunu sarsan, şofördü.
“Hadi, ama. Yeterince olay yarattın. Bas. Yeter. Artık gitme vakti.”
Meryem doğrulup oturdu, gözlerini ovuşturdu. Sırtı, boynu tutulmuş, ağrıyordu.
“Bekleyeceğim.”
“Dinle beni,” dedi adam. “Celil Han seni geri götürmemi istedi. Hemen şimdi. Anlıyor
musun? Bu, Celil Han’ın talimatı.”
Arabanın arka kapısını açtı. “Bin. Hadi bakalım,” dedi tatlılıkla.
“Onu görmek istiyorum,” dedi Meryem, yaşlar gözlerine dolarken.
Şoför iç geçirdi. “Bırak da seni evine götüreyim. Hadi, dohtar co.”
Meryem kalktı, ona doğru yürümeye başladı. Ama sonra, bir anda yön değiştirdi ve kapıya
doğru koştu. Omzunda, şoförün tutmaya, kavramaya çalışan parmaklarını hissetti. Bir
silkelenişte ondan kurtuldu, açık kapıdan içeriye daldı.
Birkaç saniye sonra Celil’in bahçesindeydi, Meryem’in gözüne ilk, içi bitkilerle dolu, ışıl ışıl,
cam bir yapı çarptı; sonra, ahşap kafes işlerine sarılmış üzüm asmaları, gri taş bloklardan
yapılma bir balık havuzu, meyve ağaçları ve dört bir yanda, parlak renkli çiçek öbekleri. Bütün
bunları hızla tarayan gözleri, sonunda, yuvarlak bir yüze kondu; bahçenin karşı tarafında, üst
kattaki pencerelerin birindeydi. Yalnızca bir anlığına, şöyle bir belirmişti, ama yeterli bir
süreydi. Meryem’in gözlerin irileştiğini, ağzın açıldığını görmesine yetmişti. Sonra kayboldu.
Bir el uzandı, bir ipi hızla çekti. Perdeler indi.
Sonra bir çift el onu koltuk altlarından yakalayıp havaya kaldırdı.
Meryem tekmeler savurdu. Cebindeki çakıl taşları fırladı, sağa sola saçıldı. Arabaya
götürülüp arka koltuğun soğuk derisine bırakılıncaya kadar tekme atmayı, ağlamayı sürdürdü.


***
Şoför arabayı kullanırken alçak sesle, avutucu sözler söyledi. Meryem onu duymadı.
Sarsılıp durduğu arka koltukta, yol boyunca ağladı. Acı, ö ke, hüsran yaşlarıydı bunlar. Ama
temelinde derin, çok derin bir utanç yatıyordu; Celil’e inanmakla ne büyük aptallık ettiğini,
giyeceği kıyafeti, uyumsuz hicap’ı nasıl dert ettiğini, buralara kadar yürüdüğünü, kapıdan
ayrılmamakta direndiğini, bir sokak köpeği gibi kaldırımda sabahladığını düşündükçe artan
bir utanç. Annesinin yaralı görüntüsüne, ağlamaktan şişmiş gözlerine boş verdiği için de
utanıyordu. Onu uyaran, baştan beri haklı olan Nana’yı hiçe saydığı için.
Erkeğin, o üst kat penceresindeki yüzü, hiç aklından çıkmıyordu. Meryem’in sokakta
uyumasına göz yummuştu. Sokakta. Meryem uzandığı arka koltukta ağladı. Doğrulup oturmak,
görülmek istemiyordu. Bu sabah, kendini nasıl küçük düşürdüğünden bütün Herat haberdardı
sanki. Molla Feyzullah’ın şu an yanında olmasını, kendini onun kucağına, gönül alıcı sözlerine
bırakabilmeyi öyle çok isterdi ki.
Bir süre sonra yol tümsekli, engebeli bir hal aldı, arabanın burnu havaya kalktı. Herat’la Gül
Daman arasındaki yokuşu tırmanmaktaydılar.
Meryem, şimdi Nana’ya ne diyeceğini düşünüyordu. Nasıl özür dileyecekti? Onun yüzüne
nasıl bakacaktı?
Araba durdu, şoför onun inmesine yardım etti. “Seni geçireyim,” dedi.
Meryem onun öne düşmesine izin verdi; adam karşıya geçti, patikayı tırmanmaya başladı.
Yolun kenarında hanımeli öbekleri boy atmıştı; tüylü itboğanlar da. Arılar yer yer parlayan kır
çiçeklerinin üstünde vızıldayıp duruyordu. Adam onun elini tuttu, ırmağı geçmesine yardım
etti. Sonra bıraktı; Herat’ın ünlü yüz yirmi günlük rüzgârının yakında başlayacağını söyledi;
öğlen başlayıp günbatımına kadar durmaksızın eseceğini, tatarcıkların tam bir beslenme
cinnetine gireceğini... sonra birden, kızın tam önünde, zınk diye duruverdi; yarı döndü, eliyle
onun gözlerini örtmeye, geldikleri yöne gerisin geri itmeye çalıştı: “Geri dön! Hayır. Sakın
bakma. Dön arkanı! Geri dön!”
Ama yeterince hızlı davranamamıştı. Meryem gördü. Ani bir esinti, salkımsöğüdün yere
sarkan dallarını bir perdeymişçesine aralayınca, Meryem de ağacın altındaki şeyi bir anlığına
görebildi: yere devrilmiş, yüksek sırtlı iskemle. Yüksekteki dalların birinden sarkan ip. Ucunda
sallanan Nana.


6
Nana’yı Gül Daman mezarlığının bir köşesine gömdüler. Molla Feyzullah mezarın başında
dua okur, erkekler Nana’nın kefenli bedenini çukura indirirken, Meryem kadınların arasında,
Bibi co’nun yanında durdu.
Daha sonra Celil onunla birlikte kulübe’ye geldi, onlara eşlik eden köylülere, taziyecilere
abartılı bir Meryem’e kol kanat germe gösterisi sundu. Kızın birkaç parça eşyasını toplayıp bir
bavula koydu. Uzandığı yatağın kenarına ilişti, yüzünü yelpazeledi. Alnını okşadı, yaslara,
kederlere batmış bir yüzle, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu; herhangi bir şey? diye
tekrarladı, iki kez.
“Molla Feyzullah’ı istiyorum,” dedi Meryem.
“Elbette. Kendisi dışarıda. Gidip çağırayım.”
Molla Feyzullah’ı, o bükük belli karaltısını kulübe’nin kapısında görünce, o gün ilk kez
ağladı Meryem.
“Ah, Meryem co.”
Gelip kızın yanına oturdu, yüzünü ellerinin arasına aldı. “Durma, ağla yavrum. Doyasıya
ağla. Utanılacak bir şey yok bunda. Ama kızım, Kuran’ın dediklerini de hiç unutma: Ne mutlu ki
ona, Yaradanın ahretine göçene; her şeye gücü yeten, ölümü ve yaşamı yaratan, seni onlarla
sınayan Rabbin yanına. Kuran gerçeği söyler, kızım. Bize reva gördüğü her imtihanın, her
üzüntünün gerisinde, mutlaka bir nedeni vardır Tanrı’nın.”
Ama Meryem Tanrı’nın sözleriyle avunacak halde değildi. O gün değil. O sırada değil.
Duyabildiği tek şey, Nana’nın, gidersen ölürüm, gidersen yaşayamam, diyen sesiydi. Elinden tek
gelense, gözyaşlarını Molla Feyzullah’ın ellerinin benekli, kâğıt inceliğindeki derisine
akıtmaktı.
***
Şehre dönüş yolunda Celil arka koltukta, Meryem’in yanında oturdu, elini onun omzuna
attı.
“Benimle kalabilirsin, Meryem co,” dedi. “Sana bir oda hazırlamalarını tembihledim bile.
Üst katta. Orayı seveceksin. Manzaralı; bahçeye bakıyor.”
Meryem ilk kez, onu Nana’nın kulaklarıyla duyuyordu. Hep var olan, altlarda, gerilerde
gizlenen yapmacıklığı, kof, sahte güvenceleri ilk kez apaçık, olanca duruluğuyla duyabiliyordu.
Bir türlü başını kaldırıp onun yüzüne bakamadı.
Araba Celil’in evinin önünde durunca, şoför inip kapılarını açtı, Meryem’in bavulunu taşıdı.
Celil iki eliyle omuzlarından kavradığı kızı yönlendirdi, iki gün önce Meryem’in onu beklediği,
önündeki kaldırımda sabahladığı ana kapıdan geçirdi. Iki gün önce... Meryem’in dünyadaki tek
arzusunun, Celil’le birlikte bu bahçeye girmek olduğu günün üstünden bir ömür geçmişti
sanki. Hayatının nasıl bu kadar çabuk, böyle bir anda altüst olabildiğini Meryem’in aklı
almıyordu. Gözlerini yerden, patikanın gri taşlarını çiğneyen ayaklarından kaldırmadı.
Bahçede birileri olduğunun farkındaydı; fısıldaşan, Celil’le ikisinin yaklaştığını görünce kenara


çekilen birileri. Üst kattaki camlardan ona dikilmiş olan gözlerin ağırlığını hissediyordu.
Evin içinde de yere bakmayı sürdürdü. Kestane rengi bir halının üzerinde yürüyorlardı,
sürekli yinelenen, mavili sarılı, sekizgen bir deseni vardı; gözünün ucuyla, mermer heykel
kaidelerini, vazoların alt kısımlarını, duvarlardaki rengârenk halıların püsküllerini
görebiliyordu. Celil’le birlikte tırmanmaya koyuldukları merdiven de, her basamağa
çivilenmiş, benzer bir halıyla kaplıydı. Sahanlıkta, Celil onu sola döndürdü, uzun, halı kaplı bir
koridordan geçirdi. Bir kapının önünde durdu, kızın geçmesi için açtı.
“Kız kardeşlerin Nilüfer’le Atiye bazen burada oynarlar,” dedi, “ama genellikle Burayı
konuk odası olarak kullanıyoruz. Bence burada rahat edeceksin. Güzel, değil mi?”
Odadaki yatağın üzerinde, bal peteği örgüsüyle, sık dokunmuş, yeşil bir örtü vardı.
Aşağıdaki bahçenin görünmesi için açılmış olan perdeler, örtüyle birörnekti. Yatağın
başucunda üç çekmeceli bir komodin, üzerinde de bir vazo. Duvarlardaki ra larda, Meryem’in
tanımadığı birilerinin çerçeveli resimleri. Ra lardan birinde, birbirinin tıpatıp eşi, giderek
küçülen tahta bebeklerden oluşan bir koleksiyon vardı; boy sırasına göre dizilmişlerdi.
Celil onun baktığını görünce, “Matruşka bebekleri,” dedi. “Moskova’dan almıştım. Istersen
onlarla oynayabilirsin. Mahzuru yok.”
Meryem yatağa oturdu.
“İstediğin bir şey var mı?” diye sordu erkek.
Meryem yatağa uzandı. Gözlerini kapadı. Biraz sonra, onun kapıyı yavaşça çektiğini duydu.
***
Koridorun sonundaki banyoyu kullandığı zamanlar hariç, Meryem odasından çıkmadı. Ilk
geldiğinde kapıyı açan, dövmeli kız yemeğini tepsiyle getiriyordu: kuzu kebap, sebze, aş
çorbası. Çoğu, olduğu gibi kalıyordu. Celil her gün birkaç kez uğruyor, yatağa oturuyor, nasıl
olduğunu soruyordu.
“Yemeğini aşağıda, bizimle birlikte yiyebilirsin,” dedi, pek de inandırıcı olmayan bir sesle.
Meryem odasında, tek başına yemeyi tercih ettiğini söyleyince de hiç ikilemedi.
Meryem ömrü boyunca merak ettiği, görmek için yanıp tutuştuğu sahneyi, penceresinden
kayıtsızca, duygusuzca seyrediyordu: Celil’in günlük yaşantısını, geliş gidişlerini. On kapıdan
girip çıkan, sağa sola seğirten hizmetkârlar. Sabahtan akşama kadar çalıları kırpan, budayan,
seradaki çiçekleri sulayan bahçıvan. Kaldırımın kenarına yanaşan uzun, parlak burunlu
arabalar. Içlerinden çapanlı, astragan kalpaklı erkekler, hicap”lı kadınlar, saçları tertemiz
taranmış çocuklar iniyordu. Celil bu yabancılarla el sıkışıyordu; Meryem onun avcunu göğsüne
bastırıp başıyla kadınları selamlayışını izlerken, Nana’nın doğru söylediğini anlıyordu. Buraya
ait değildi o.

Download 1.16 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   76




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling