Bin Muhteşem Güneş


Download 1.16 Mb.
Pdf ko'rish
bet10/76
Sana29.04.2023
Hajmi1.16 Mb.
#1400306
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   76
Bog'liq
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş

“Ney, ney, ney.”  Molla Feyzullah elini onun dizine dayadı. “Annen, Allah onu affetsin, dertli,
mutsuz bir kadındı, Meryem. Kendine korkunç bir şey yaptı. Kendine, sana, aynı zamanda da
Allah’a. O bağışlayacaktır, çünkü her şeyi bağışlar, ama yine de, annenin yaptığı şey Allah’ın
gücüne gitti. Cana kıymayı, ister kendinin isterse başkasının canını almayı, kesinlikle tasvip
etmez. Hayatın kutsal olduğunu söyler. Biliyor musun...” Iskemlesini biraz daha yaklaştırdı,
kızın ellerini avuçlarının arasına aldı. “Anneni, sen doğmadan önce tanırdım, çocukluğunu
bilirim; inan bana, o zaman da mutsuzdu. Korkarım, yaptığı şeyin tohumları yıllar önce
atılmıştı. Demek istediğim, bu senin suçun değil. Senin suçun değil, kızım.”
“Onu bırakmamalıydım. Yanında kalmalıydım...”
“Kes şunu. Bunlar zararlı düşünceler, Meryem co. Beni duydun mu, evladım? Zararlı. Seni
yiyip bitirirler. Hata sende değildi. Senin suçun değildi. Hayır!” Meryem başını salladı, ama
bütün yüreğiyle, deliler gibi istese de, adama inanmayı başaramıyordu.
***
Bir hafta sonra, bir akşamüstü kapısına vuruldu, içeriye uzun boylu bir kadın girdi. Açık
tenliydi; kızıl saçları, uzun parmakları vardı.
“Ben Efsun,” dedi. “Nilüfer’in annesi. Yıkanıp aşağıya gelsene, Meryem.”
Meryem odasında kalmayı yeğlediğini söyledi. “Yo, nefehmidi— anlamıyorsun. Aşağıya
inmen gerekiyor. Seninle konuşacağımız bir şey var. Önemli.”


7
Karşısına dizildiler. Celil’le karıları; uzun, koyu kahverengi masada. Aralarında, masanın
ortasında taze kadife çiçekleriyle dolu, kristal bir vazoyla buğulanmış bir su sürahisi
duruyordu. Nilüfer’in annesi olduğunu söyleyen kızıl saçlı kadın, Efsun, Celil’in sağında
oturuyordu. Diğer ikisi, Hatice’yle Nergis ise solunda. Kadınların hepsinde ha if, siyah
eşarplar vardı, başlarına bağlamamış, son anda akıllarına gelmiş gibi, boyunlarına gevşekçe
dolamışlardı. Nana’nın hatırına siyahlara bürüneceklerine hiç ihtimal vermeyen Meryem, bu
ikri içlerinden birinin ya da Celil’in, onu aşağıya çağırmalarından hemen önce ortaya attığını
tahmin etti.
Efsun bir bardağa sürahiden su doldurdu, Meryem’in önüne, kareli, kumaş bir altlığın
üzerine koydu. “Bahardayız ama hava şimdiden ısındı bile,” dedi. Eliyle yelpazelenir gibi yaptı.
“Rahat edebildin mi?” diye sordu Nergis; küçük bir çenesi, siyah, kıvırcık saçları vardı.
“İnşallah rahatın yerindedir. Başına gelen... büyük bir felaket. Korkunç.”
Diğer ikisi başlarıyla onayladılar. Meryem onların alınmış kaşlarını, cılız, lütu kâr
tebessümlerini süzdü. Kafasının içinde sinir bozucu, tatsız bir vızıltı vardı. Boğazı yanıyordu.
Biraz su içti.
Celil’in arkasındaki geniş pencereden, çiçeğe durmuş elma ağaçlarını görebiliyordu.
Pencerenin yanındaki duvara koyu renk, ahşap bir dolap dayalıydı. Içinde bir saat, birde
çerçeveli fotoğraf vardı: ellerinde tuttuğu balığı havaya kaldırmış olan Celil ve üç küçük oğlu.
Güneşte balığın pulları parlıyor. Celil’le oğulları geniş geniş gülümsüyor.
“Evet,” diye başladı Efsun. “Ben... yani biz seni çağırdık, çünkü sana vermek istediğimiz çok
güzel bir haber var.”
Meryem başını kaldırıp baktı.
Kadınların, iskemlesinde gevşekçe oturan, görmeyen gözlerle masadaki sürahiye bakan
Celil’i işaret ederek, kendi aralarında, çabucak bakıştıklarını fark etti. Gözlerini Meryem’e
diken, diğerlerinden daha büyük gösteren Hatice oldu; bu görevi kimin üstleneceği önceden
tartışılıp karara bağlanmıştı belli ki.
“Bir talibin var,” dedi Hatice.
Meryem’in midesi kasılıverdi. “Neyim?” dedi, ansızın uyuşan dudaklarının arasından.
“ Bi r kbastegar. Talip. Kısmet. Adı Raşit.” Hatice açıklamayı sürdürdü. “Babanın bir iş
ahbabının arkadaşı. Kendisi Peştun, aslen Kandeharlı ama Kabil’de yaşıyor; Deh-Mazang
semtinde, iki katlı bir evi var.” Efsun söylenenleri başıyla doğrulamaktaydı. “Senin, bizim gibi
Farsça konuşuyor. Dolayısıyla Peştun dilini öğrenmek zorunda kalmayacaksın.” Meryem’in
göğsü giderek daha çok sıkışıyordu. Oda fırıl fırıl dönmeye, ayağının altındaki zemin kaymaya
başlamıştı.
“Ayakkabıcı,” diye araya girdi Hatice. “Ama öyle sıradan bir sokak muffsi değil. Hayır.
Kendi dükkânı var, Kabil’in en beğenilen ayakkabı ustalarından biri. Diplomatlara,
cumhurbaşkanının ailesine ayakkabı yapıyor -üst sınıfa, yani. Kısacası, sana iyi bakacak, rahat
ettirecektir.”


Meryem gözlerini Celil’e dikti; yüreği göğsünde taklalar atıyordu. “Doğru mu bu?
Söyledikleri doğru mu?”
Fakat Celil ona bakamıyordu. Altdudağının köşesini dişliyor, sürahiye bakıyordu.
“Evet, senden azıcık yaşlı,” diye şakıdı Efsun. “Ama taş çatlasın... kırkında. Hadi bilemedin,
kırk beş. Öyle değil mi, Nergis?”
“Evet. Ama ondan yirmi yaş büyük adamlara verilen dokuz yaşında kızlar gördüm,
Meryem. Hepimiz gördük. Sen kaçsın şimdi? On beş mi? Eh, bir kız için gayet uygun, ideal
evlilik yaşı.” Bu sözler hevesli, coşkulu baş sallamalarla onaylandı. Onunla akran olan üvey
kardeşleri Saide ile Nahit’ten hiç söz edilmediği, Meryem’in dikkatinden kaçmamıştı; her ikisi
de Herat’taki Mehri Okul’da öğrenciydi ve Kabil Universitesine girmeyi tasarlıyorlardı. On beş,
onlar için uygun, ideal bir evlilik yaşı değildi anlaşılan.
“Dahası,” diye sürdürdü Nergis sözünü, “o da sevdiklerini kaybetmenin acısını yaşamış.
Duyduğumuza göre, karısı on yıl önce doğum yaparken ölmüş. Sonra, üç yıl önce de oğlu gölde
boğulmuş.”
“Çok üzücü, gerçekten. Son birkaç yıldır kendine bir eş arıyormuş, fakat uygun birini
bulamamış.”
“Istemiyorum,” dedi Meryem. Gözleri hâlâ Celil’deydi. “Evlenmek istemiyorum. Beni
zorlamayın.” Sesindeki ağlamaklı, yalvaran tınıdan nefret ediyor ama engel olamıyordu.
“Aa, Meryem, mantıklı ol ama,” dedi, kadınlardan biri.
Meryem neyi kimin söylediğini izleyemez olmuştu artık. Gözlerini Celil’e mıhlamış,
konuşmasını, bütün bunların yalan olduğunu söylemesini bekliyordu. “Omrünü burada
geçiremezsin ki.”
“Kendi ailen olmasını istemez misin?”
“Evet ya. Bir yuva kurmak, kendi çocuklarını doğurmak?”
“Hayatına devam etmelisin.”
“Tamam, buralı biriyle, bir Tacik’le evlenmen çok daha iyi olurdu, ama Raşit varlıklı bir
adam, kalkmış sana talip olmuş. Bir evi, bir işi var. Onemli olan da bu zaten, öyle değil mi?
Hem Kabil çok güzel, capcanlı bir şehir. Karşına bu kadar iyi kısmet bir daha çıkmayabilir.”
Meryem gözlerini Celil’in karılarına çevirdi.
“Molla Feyzullah’ın yanında yaşayabilirim,” dedi. “Beni evine alır o. Alacağını biliyorum.”
“Bu hiç yakışık almaz,” dedi Hatice. “Oyle yaşlı ki, hem çok...” Doğru sözcüğü arandı;
Meryem onun aslında ne demek istediğini çok iyi biliyordu: çok yakın. Onların ne yapmaya
çalıştığını anlamıştı. Bu kadar iyi bir fırsatı bir daha bulamayabilirsin. Onlar da bulamazdı.
Kızın doğumuyla küçük düşmüş, rezil olmuşlardı ve şimdi karşılarına kızdan bütünüyle
kurtulma, kocalarının yaptığı yüz kızartıcı hatanın son izini de silme şansı çıkmıştı. Meryem
uzaklara gönderiliyordu, çünkü duydukları utancın ete kemiğe bürünmüş haliydi o; yürüyen,
soluk alıp veren bir ayıp.
“Çok yaşlı ve güçsüz,” diye tamamladı Hatice sonunda. “O öldükten sonra ne yapacaksın?
Ailesinin başına dert olursun.”

Download 1.16 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   76




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling