Çalikuşu reşat Nuri Güntekin’in Eserleri
Download 1.32 Mb. Pdf ko'rish
|
Reşat Nuri Güntekin - Çalıkuşu
Kuşadası, 25 Eylül
Hayata paçavra diyen meğer ne doğru söylüyormuş! Son vakayı defterimin son sayfasına olduğu gibi kaydediyorum. Kendimden ne bir isyan, ne de bir damla gözyaşı ilave etmek istemiyorum. Hayrullah Bey, beni, iki gün çiftlikte bekletti. Üçüncü gece merakım o dereceyi buldu ki, ne olursa olsun, sabahleyin bir araba hazırlatacak, kendi kendime kasabaya inecektim. Fakat ertesi sabah, uyandığım vakit onu gelmiş buldum. O kayıtsız, kaygısız Hayrullah Bey’i, hiç bu kadar perişan ve yorgun gördüğümü hatırlamıyorum. Her zamanki gibi saçlarıma dudaklarını kondurdu. Sonra dikkatli dikkatli yüzüme bakarak: -Hay Allah belalarını veresiceler, tuu! dedi. Başımda yeni bir tehlikenin dolaştığını anlıyor, fakat bir şey sormaya cesaret edemiyordum. Hayrullah Bey, elleri ceplerinde düşüne düşüne epeyce dolaştı. Sonra, ellerini omuzlarıma koyarak: -Küçük, sen bir şeyler biliyorsun, dedi. -Hayır, Doktor Bey. -Biliyorsun, böyle olmasa işlerdeki tuhaflık nazarı dikkatini celp edecekti. Mutlaka bir şeyler soracaktın. Gayet ağır, ciddi bir teessürle: -Hayır, Doktor Bey, dedim. Hiçbir şey bilmiyorum, yalnız telaş ve ıstırap içinde olduğunuzu görüyorum, bir kederiniz var. Benim hem hâmîm, hatta hemen hemen babam olduğunuz için sizin kederiniz benim demektir. Neyiniz var? -Feride, kızım, kendini kâfi derecede kuvvetli hissediyor musun? Merakım, korkumdan daha üstündü. Sakin görünmeye çalışarak: -Ben gayretli bir kızım, bunun birkaç misalini gördünüz, söyleyiniz Doktor Bey, dedim. -Feride, şu kalemi eline al, söyleyeceğim şeyleri yaz, haydi kızım ihtiyar dostuna itimat et! Hayrullah Bey, dura dura, düşüne düşüne bana şu satırları yazdırdı: “Kuşadası Maarif Encümeni Riyaset Âlisine, Hizmet-i maarifte devamıma ahval-i sıhhiyem müsait olmadığından, Kuşadası İnas Rüştiyesi Müdürlüğü’nden affımı istirham ederim efendim.” -Şimdi kızım, düşünmeden, bir şey sormadan imzanı at, o kâğıdı bana ver. Ellerin titriyor, Feride, yüzüme bakmaya cesaret edemiyorsun. Daha iyi kızım, daha iyi. Çünkü sen, o temiz gözlerinle bana bakarken ben şaşıracağım. Fevkalâde bir şeyler geçtiğini anladın, değil mi? Dinle beni Feride. Eğer heyecan, teessür gösterirsen sözünü kesmek mecburiyetinde kalacağım. Halbuki her şeyi bilmen lâzım. Feride, hayata karıştığın üç sene içinde insanın ne mal olduğunu anladın sanıyorsun değil mi? Nafile, şu altmış seneye yakın hayatımda ben bile anlayamamışım. Ben ki, dünyada şenaatin, rezaletin bin türlüsüne tesadüf ettim; ben bu kadarını hâlâ ihtiyar kafama sığdıramıyorum. Biz seninle dünyanın en temiz, en iyi iki dostuyuz değil mi? Aylarca senin hasta vücudunu kendi çocuğum gibi kollarımda tuttum, bize ne demişler, ne diyorlar, biliyor musun Feride? Mümkün değil, tasavvur edemezsin. Ben senin âşığın mışım, ellerini yüzüne kapama, bilâkis başını dik tut. O hareketi yüz karası olanlar yapar, bilâkis, gözlerime bak, nemiz var birbirimizden çekinecek? Dinle beni Feride, dinle, sonuna kadar söyleyeyim. Bu melun iftira, evvela mektepten çıkmış. Arkadaşların ötede beride aleyhimizde olmayacak şeyler söylemeye başlamışlar. Sebep malum: Kendileri dururken senin müdire oluşun. Ben, altı ay evvel sana haber vermeden küçük bir hizmette bulunmak için bir mektup yazmıştım. Bu terfiin benim elimde olması şüpheleri artırmış. Bu fesat yangını aylardan beri için için yanıyormuş. İş Maarif Encümeni’nin, kaymakamın kulağına gitmiş, uzun uzadıya tahriratlar yazılmış, tahkikat yapılmış. Vilayet Maarif Müdürlüğü’nce tercüme-i halini tetkik etmişler, birçok karanlık noktalar varmış. Mesela İstanbul’dan B.’ye gelişin, sonra merkez mektebinden istifa ederek ücra bir köye gelişin, şüpheli bir firara benziyormuş. Birkaç ay sonra meçhul bir yerden yardım olmuş. Maarif hayatında misli görülmemiş bir süratle terakki etmiş, köy muallimliğinden Darülmuallimat muallimliğine yükselmişsin. Sonra yine sebepsiz bir istifa. Bu defa, başka bir memlekete gidiyorsun, fakat orada da tutunamıyorsun. Ç. Maarif Encümeni’nden bir cevap gelmiş. Okurken içim, zehir kesildi, Feride. Güya sen orada... Yok, yok söylemeyeceğim. Terbiyeli, yüksek, ilim irfan adamlarının kaleminden, ağzından çıkan şeyleri, benim o patavatsız asker ağzım da söylemeye cesaret edemeyecek. Ben ki bilirsin, ağzıma ne gelirse söylerim, en iğrenç kelimeyi bile dudağımda hapsedemem. Hasılı Feridecik, yaralı geyikleri av köpekleri nasıl sararsa, senin etrafını da öylece sardılar. En masum hareketin, aleyhine bir delil olarak tefsir edilmiş; mazbatalara, tahkikat evrakına geçmiş. Ara sıra hasta talebelerini tedavi için beni mektebe davet etmen, küçüğümüz ölürken tâkatsiz başını bir lahza omzuma dayaman, sonra sen hasta yatarken yatağının yanında geçirdiğim saatler birer cinayetmiş! Yüzsüzlüğü o derece ileri vardırmışız ki, bir memleketin örf ve âdeti, ırz ve iffetiyle alay etmişiz. Etrafımızdaki insanları hiçe saymışız. Herkese seni hasta diye ilan ederken tarlalarda, kol kola düvene binmişiz. Vazifenle meşgul olacağın yerde, bahçemde at koşturmuşsun, bunlar da kâfi gelmemiş şehir haricinde çiftliklere çekilmişiz. Feridecik, sana bunları bütün çiğliğiyle söylüyorum. Mızmız tesellilerle seni bir zaman daha avutabilirdim. Ümîdlerini yavaş yavaş, birer birer kırabilirdim. Fakat böyle yapmadım. Niçin biliyor musun? Mesleğim, yaşım bana bir kanaat verdi. Bir zehri, insan bir kerede yutmalı, ya ölür ya kurtulur. Zehri şurupla, daha bilmem ne haltla karıştırıp yudum yudum içmek pis şey, iğrenç şey. Felâketi ağır ağır haber vermek testere ile adam kesmeye benzer. Evet Feride, hayatın en ağır sillesini yedin. Yalnız olaydın bu darbe seni öldürebilirdi. Öyle ya, bu kadar insan, kuş kadar çocuğun üstüne çullanırsa ne olur? Dua et ki tesadüf karşına çürüklüğe atılmış bir ihtiyar çıkardı. Benim ömrümün saati alaturka on biri çalmak üzere. Fakat, ne ziyanı var? Sana hizmette bulunmak için bu kadarcık bir zaman da kâfidir. Buna muvaffak olursam, bir yığın manasız vukuat içinde ziyan olmuş günlerime acımayacağım. Korkma Feride, bu da geçer. Sen gençsin, daha güzel günler görmekten ümidini kesme. İstifanı kendim götürecektim, vazgeçtim. Seni bu halde bırakmaya cesaret edemeyeceğim. Çocuk kısmının türlü densizliği, denliliği olur. Haydi Feride, haydi seninle açık havaya çıkalım, koyunlarla, ineklerle uğraşalım. Bu hayvanlar, gördükleri iyiliğe karşı emin ol, daha nimetşinastırlar. İhtiyar doktor, istifanamemi zarfa koyarak onbaşıya verdi. Bu kâğıt parçasına sadece ömrümün bir parçasını değil, gönlümün son bir tesellisini daha gömüyordum. Ne hazin, Yarabbî, ne hazin! Hangi ümide sarılsam elimde kalıyor, neyi seversem ölüyor. İşte üç sene evvel bir sonbahar akşamıyla beraber ölen genç kızlık rüyalarım, kendi küçüklerim, sonra Munise, onun arkasından belki kalbimin öksüzlüğünü avuturlar diye ümit ettiğim talebelerim. Yavrularını tehlikede gören bir ana kuş hırçınlığıyla üstlerine titrediğim bu şeyler, sonbahar yaprakları gibi birer birer sararıyor, dökülüyor. Daha yirmi üç yaşıma girmedim; yüzümden, vücudumdan çocukluğun izleri silinmedi; halbuki gönlüm, baştan başa bütün sevdiklerimin ölüleriyle dolu. Hayrullah Bey, beni üç gün yalnız bırakmadı. Bu kadar felaket karşısında gösterdiğim sükûn ve tahammüle inanamıyor, geceleri ben yattıktan sonra odamın kapısına gelerek: -Feride, bir şeye ihtiyacın var mı? Uykun yoksa geleyim, diyordu. Üçüncü gecenin sabahıydı. Bir mayıs günü gibi taze, ılık bir sabah vakti erkenden kalktım. Hayrullah Bey’e elimle süt sağdım, kahvaltı hazırladım. Elimde tepsi, sakin çehremde hemen hemen neşeli bir tebessümle odasına girdiğim zaman, doktor pek memnun oldu: -Aferin Feride! Çok memnun oldum. Nene lâzım, dünyanın gamını çekecek sen mi kaldın? dedi Penceresini açtım, dağınık birkaç eşyasını düzelttim. Çiftliğe ait şeylerden, koyunlardan bahsettim. Mütemadiyen söylüyor, gülüyor, hatta eskiden mektepte yaptığım gibi ara sıra ıslık çalıyordum. Hayrullah Bey o kadar seviniyordu ki, tarif edilemez. Onun memnun olduğunu gördükçe daha neşeleniyordum. Nihayet, vaktin geldiğine hükmettim. Doktorun koltuğunu pencerenin yanına çektim, dizlerine bir örtü örttüm. Sonra, pervazın kenarına çıkıp oturarak: -Sizinle konuşacak şeylerim var, Doktor Bey, dedim. Hayrullah Bey, eliyle gözlerini kapayarak: -Söyle fakat aşağı in. Maazallah yuvarlanırsın... -Siz merak etmeyin, benim çocukluğum ağaç dalları üstünde geçti. Şimdi, size memnun olacağınız bir karardan bahsedeceğim. Görüyorsunuz ya, ne kadar sakinim .. Ben, dün akşam mühim bir karar verdim. -Neye? -Yaşamaya. -Bu ne demek? -Gayet sade, kendimi öldürmemeye. Çünkü birkaç gün, olgun bir ciddiyetle bunu düşünmüştüm. Bu sözleri şaka eden bir çocuk hafifliğiyle, gülerek söylüyordum, ihtiyar doktor, heyecanla yerinden fırladı: -Ne söylüyorsun, yumurcak? Bu ne? Eğer şimdi senin yerinde olsaydım, hayretten aşağı düşer, parça parça olurdum. Fakat sen aşağı in Allah aşkına, ne olur, ne olmaz! Ben gülerek: -Yaşamaya karar verdiğimi söyledikten sonra artık aşağı düşmemden korkmak manasız değil mi, Doktor Bey? Bu kararı niçin verdim? Bunu size söyleyeyim. Birçok sebep var. Evvela cesaret edemeyeceğim. Siz, benim ara sıra ölümden bahsetmeme bakmayınız. Ne olursa olsun, ben ölmekten çok korkarım. Bundan başka çarem kalmadığı halde yine cesaret edemiyorum, Doktor Bey. Bu sözü, ellerimi uzatarak, boynumu bükerek, sakin, saf bir tavırla söylemiştim. Hayrullah Bey heyecanla bileklerimi tuttu, beni zorla pencerenin kenarından indirdi. Hemen hemen hırpalayarak alçak bir iskemleye oturttu: -Ne anlaşılmaz bir mahluksun sen, Feride! Bakıyorsun parmak kadar hiçten bir oyuncak oluyorsun. Bakıyorsun öyle derinliklerin, tuhaflıkların, sonra öyle inanılmaz bir metanetin var ki... Peki Feride, söyle, dinliyorum. -Yegâne arkadaşım, hâmîm, babam sizsiniz, yaşamaya devam edeyim. Güzel. Ölmeye cesaretim olmadığını anladıktan sonra, ben de bundan başka bir şey istemiyorum. Fakat nasıl? Bana bir yolunu gösteriniz. Bir kolayını bulabilirseniz ne âlâ! Hayrullah Bey, kaşlarını çatarak düşünüyordu. -Feride, dedi. Bunları ben de düşündüm. Konuşmak için biraz daha beklemek istiyordum. Fakat, madem ki bu kadar kendine hâkim olabiliyorsun. Peki kızım, konuşalım. Bir kere, muallime olmaktan katiyen ümidini kesmemelisin. Vaka hakkında sana bugün biraz tafsilât verebilirim: On gün evvel vilayetten bir müfettiş geldi. Fok balığı gibi azıdişleri dışarı fırlamış, lanet çehreli bir şey. Bu müfettişin riyaseti altında bir tahkikat komisyonu teşkil ettiler. Azlini tebliğ etmeden seni sorguya çekmek istiyorlardı. O gece “Onbaşı”nın getirdiği kâğıt bir nevi celpname idi. Düşün Feride, sen böyle bir heyetin karşısına nasıl çıkardın? Yabancıların ağzından işiteceğin o iğrenç ithamlara nasıl cevap verebilirdin? Bunu haber alınca aklım başımdan gitti. O, encümen odasını gözümün önüne getirdim; seni siyah çarşafınla, zavallı, sararmış çocuk çehrenle, bükük boynunla o fok balığının yırtıcı dişleri karşısında gördüm. Gerçi o kapının kurallarıyla seni parçalamaya azmeden bu adam “kurt ile kuzu” masalındaki canavar gibi sudan sebepler arıyor, o budala olduğu kadar iğrenç iftiraları tekrar ediyor. Seni, bunak bir askerin az buçuk çiğ kelimeleri karşısında bile renkten renge giren masum yüzün, ürkmüş elâ gözlerinle o fok balığının karşısında yalnız bırakmak! Hayrullah Bey, halim mavi gözleminde hiç görmediğim korkunç parıltı, çenesinde lakırdılarını boğan, dişlerini birbirine çarptıran bir titreme ile yumruğunu sallayarak: -Güzel ağzımı öyle bir açtım, o fok balığını öyle bir kalayladım ki Feride... O anda kurşunla vursalar bir damla kanı çıkmayacaktı. İki gün evvel, benim aleyhimde mahkemeye müracaat ettiğini haber aldım. Müfettişlere yaptıkları işin temizliğini bir kere de mahkeme huzurunda tekrar için o günü sabırsızlıkla bekliyorum. İhtiyar doktor gözlerindeki o vahşi parıltı, şakaklarındaki korkunç kırmızılık sönünceye kadar sustu. Sonra yine eski halim sesi, bön, saf tavrıyla devam etti: -Bu arada ne olduysa sana oldu. Arada sen, ateşe yandın. Hemen zorla sana istifanı yazdırdım diye ileride benim için fena düşünmeni istemem. Alâkanı katiyen kesmen lâzımdı. Allah bu gözleri, bu dudağı gülmek ve etrafındakilere saadet vermek için yarattı. Fok balıklarının karşısında ağlasın, titresin diye değil... Feride, sana bir şey daha söyleyeceğim. Şimdi sana karşı mesuliyetim iki kat oldu. Çünkü başına bu felaketin gelmesine ben sebep oldum. Onun için lâzım ki, bunu yine ben tamir edeyim. Dediğim gibi, meslekten artık bir şey ümit edemezsin. Bugün bir çaresini bulsak bile, yarın başka bir bahane ile seni vuracaklar, fazla olarak o vakit belki ben de bulunamayacağım. Haydi, beraber düşünmeye devam edelim. İstanbul’a, ailenin yanına dönmeye imkân var mı? Başımı önüme eğdim: -Hayır, Doktor Bey, onlar benim için büsbütün bitti. -Başka bir çare: iyi bir gençle evlenmen mümkün değil mi? -Hayır, Doktor Bey. Ben ihtiyar bir kız olarak ölmeye azmettim. -Evlenirsen bahtiyar olacağına benim de o kadar kanaatim yok, Feride. O melun, kalbine öyle yer etmiş ki, söküp atmak mümkün değil. -Doktor Bey, ayaklarınızı öpeyim, her şeyden bahsedin, fakat bu mesele... -Peki küçük, peki. -Teşekkür ederim, Doktor Bey. Hayrullah Bey, beyaz bıyıklarını dişleriyle çiğneyerek düşünüyordu: -Peki, öyleyse ne yapacağız? Zaruret falan çekmenden korkum yok. Çünkü benim az buçuk servetim ikimize de yeter, paramı ne yapacağım diye düşünüyordum. Senin saadetinden iyi neye sarf edebilirim? Vereceğim cevabın onu kızdıracağını biliyordum, fakat bu zaruriydi. Korka korka dizlerimi kaşıyarak: -Fakat Doktor Bey, ben hangi sıfatla sizden böyle bir para yardımı kabul edebilirim? Nasıl bir insan mevkiine inerim? Hayrullah Bey kızmadı, fakat gayet mahzun bir şikâyetle yüzüme baktı: -Ayıp Feride, ayıp. Bu kadar birbirimizle anlaştıktan sonra ortaya böyle söz atman ayıp. Fakat ne yapalım ki, sen bütün serbest, hiçbir şeye ehemmiyet vermiyor gibi görünen tavırlarına rağmen sade ruhlu, mahdut, mazlum bir ev kızısın: “Kınalı kuzu” dedikleri cinsten bir kızcağız... Böyle olmamalıydı, fakat olmuş. Şimdi benim muhakememi takip et Feride. Senin gibi, bir ihtiyar, samimi arkadaşından küçük bir yardım bile kabul edemeyecek kadar mağrur bir kız bâhusus bu işten, bu dedikodulardan sonra tek başına nasıl yaşar? Seni tekrar evlendirmeyi düşündüğüm bunun içindi Feride. Kimseden yardım kabul etmek istemezsen, çalışmak istersen buna imkân yok. Beraber yaşayalım, benden ayrılma desem buna razı olmazsın, değil mi? Cevap vermeye cesaret edemiyorsun. Fakat, başını eğiyorsun; doğrusunu istersen, bunu ben de emin bir çare telâkki etmiyorum. Niçin bu saatte her şeyi açık açık konuşmamalı? Mahalle namına kaymakama bir heyet gitmiş. Benim evimde ailemden, akrabamdan olmayan bir genç kızla yaşamamın örfe ve şeriata aykırı göründüğünü söylemiş. Hatta hatta senin başka bir memlekete gönderilmeni istemiş. Herkesin kabahatini açık açık yüzüne söyleyen bir “kör kadı” olduğum için beni zaten kimse sevmez. Bu vesile ile niçin bana da bir darbe indirmemeli, değil mi? Hülasa, Feridecik, senin ne benimle yaşamana ne kendi kendine yaşamana imkân var. Haksız şüpheler hayatını zehirleyecek, bu melun leke, nereye gitsen seni takip edecek. Mazindeki şüpheli bir nokta, her çapkına, her serseriye seni tahkir etmek hakkını verecek. Ne yapacağız Feride? Nasıl hareket edeceğiz? Seni nasıl müdafaa edeceğiz? Ölmeye mahkûm bir hasta mazlumluğuyla yüzüne baktım. İçimdeki derin ümitsizliğe rağmen hâlâ gülümseyerek: -Nihayet siz de teslim ediyorsunuz ki, ölümü düşünmekte hakkım varmış. Şu güneşe, şu ağaçlara, uzakta görünen şu denize bakınız Doktor Bey. Benim kadar başı dara gelmeyen bir insan, kendi gönlünün rızasıyla bu güzel şeylerden ayrılmak ister mi? Hayrullah Bey, eliyle ağzımı kapadı: -Yeter artık Feride, yeter artık. Ömrümde yemediğim bir haltı yedirteceksin. Beni çocuk gibi hüngür hüngür ağlatacaksın. Yaprakları dökülmüş kuru dalların arasında parlayan sonbahar güneşine elini uzattı: -Ben hayli ihtiyarım; sefaletin, acının türlü şeklini gördüm. Kollarımın arasında nice gözler kapandı. Karşımda ölmek mecburiyetinden bu kadar sükûnla bahseden bu güzel çocuk yüzünden, gülmek için vesile arıyor gibi titreyen yaramaz dudaklarından daha büyük facia görmedim. Hayrullah Bey, dizlerinden örtüsünü atarak odanın içinde epeyce dolaştı; sonra önümde durarak: -O halde, son çareye başvuracağız. Seni şeriatlerine uyacak bir sıfatla evimde alıkoyacağım, müdafaa edeceğim. Hazır ol Feride. Öbür Perşembe... Bir haftadan beri Kuşadası’ndayım. Yarın gelin oluyorum. Hayrullah Bey, hem hususi işlerini görmek, hem de eve bazı yeni eşya almak üzere, evvelki gün İzmir’e gitti. Bu akşam döneceğine dair telgraf aldım. Bu yeni eşyaya lüzum olmadığını söylemiştim. Tuhaf bir tavırla itiraz etti: -Yok, nişanlı hanım, bu adeta benim yaşlılığımı başıma kakmak demek olur. Gerçi kudret, bir yanlışlık etmiş, aramıza otuz beş, kırk senelik bir zaman sokmuş, ama hiç ehemmiyeti yok. Asıl gençlik, ruhun gençliğidir. Sen bana bakma, ben yirmi yaşında delikanlılardan daha dinç bir adamım. Hem seni öyle telli pullu gelin olmuş görmek isterim. Ben, ergen adam sayılırım; emelim kursağımda kalır. Sana İzmir’den müthiş bir gelin elbisesi getireceğim. Ben, bir şey söylemiyor, önüme bakıyordum. Hayrullah Bey, sözüne devam etti: -Sana ben bir de yüzgörümlüğü veriyorum, ama müthiş bir yüzgörümlüğü. Keşfet bakayım: Küpe, yüzük, inci, elmas, hiçbiri değil. Aklını yorma bulamazsın. Bir yetimhane. Hayretle yüzüne baktım. O, memnuniyetle gülerek: -Hoşuna gidecek şeyi nasıl keşfettim. Bizim “Alacakaya”daki çiftliği ben, otuz kırk kişilik bir yetimhane şekline sokuyorum. Etrafta bulduğumuz kimsesiz çocukları oraya toplayacağız. Ben doktorluk edeceğim, sen hocalık ve analık. Bu satırları, nekahat günlerimi geçirdiğim odanın penceresi önünde yazıyorum. Bahçedeki dallarda hiç durmayan bir kuru yaprak yağmuru yağıyor. Ağaçların çıplak kollarından döktüğü bu yapraklardan bazılarını rüzgâr, pencereden içeriye defterimin sararmış yaprakları üzerine savuruyor. İhtiyar arkadaşımın sönük mavi gözlerindeki şefkat, merhamet, temiz ve menfaatsiz muhabbeti gönlümde son bir yeşil yaprak gibi yaşıyordu; ona bir koca gözüyle bakmak mecburiyetinde kaldığım günden beri bu son yaprak da sarardı. Ne yapalım, hayat böyleymiş! Buna da katlanmak lâzım. Karınca ayağı gibi minimini yazılarla dolan mektep defterimin son sayfalarına geldim. Ne hazin tesadüf! Sergüzeştimle beraber defter de bitiyor. Yeni bir deftere yeni hayatımı yazmaya başlamak mümkün değil, artık söyleyecek neyim kalıyor ki? Hem yarın başkasının karısı olduktan sonra buna ne hakkım, ne cesaretim olacak. Öbür sabah başkasının odasında uyanacak genç kadının, hayatı bir parça nağme, birkaç damla gözyaşından ibaret olan Çalıkuşu ile ne alakası kalacak? Çalıkuşu bugün defterinin gözyaşlarından kirlenmiş sayfalarına dökülen sonbahar yaprakları içinde müebbeden ölüyor. Bu son ayrılık saatinde niçin hakikati saklamalı? Bu okumayacağın defteri ben senin için yazdım Kâmran. Evet, ne söyledim, ne yazdımsa hep senin içindi. Yanlış, çok yanlış bir iş tuttuğumu bugün artık itiraf edeceğim. Ben, her şeye rağmen seninle mesut olabilirdim. Evet, her şeye rağmen seviliyordum, sevildiğimi de bilmiyor değildim; fakat bu bana kâfi gelmedi, istedim ki çok, pek çok sevileyim, kendi sevdiğim kadar değilse bile -çünkü buna imkân yok- ona yakın sevileyim. Bu kadar sevilmeye benim hakkım var mıydı? Zannetmem Kâmran. Ben, küçük, cahil bir kızdım. Sevmenin, kendini sevdirmenin de bir yolu var, değil mi Kâmran? Halbuki ben bunları hiç, hiç bilmiyordum. Senin Sarı Çiçeğin -taş atmak için söylemiyorum Kâmran, inan bana, madem ki seni mesut etti, ben hayalimde onunla barışıyorum- kim bilir ne kadar cazibeli bir kadındı? Kim bilir sana ne güzel şeyler söylüyor, ne güzel mektuplar yazabiliyordu? Ben, belki senin çocuklarına, çocuklarımıza iyi bir anne olacaktım. O kadar. Kâmran, ben, seni sevmesini, senden ayrıldıktan sonra öğrendim. Hatta yaptığım tecrübelerle, başkalarını sevmekle sanma sakın. Gönlümün içindeki derin, hazin, ümitsiz hayalini sevmekle. Zeyniler mezarlığının karanlığında, rüzgârın sonbahara kadar haykırıp ağladığı uzun gecelerde, Çeçen arabalarının ince sesli, yanık çıngıraklarının titrediği bu ovalarda, Söğütlük bahçelerinin ılık iğde kokularıyla dolu yollarında, ben hep seninle yüz yüze, senin hayalinin kollarında yaşadım. Yarın, karısı olacağım biçare adam, beni zambak gibi masum bir kız zannediyor, ne yanlış! Sevdanın hiçbirinin, bu dul kadın ruh ve vücudunu benim kadar hırpaladığını, yıprattığını zannetmiyorum. Kâmran, biz asıl bugün birbirimizden ayrılıyoruz. Ben, asıl bugün dul kalıyorum... Bütün olan, geçen şeylere rağmen, sen yine bir parça benimdin; ben bütün ruhumla senin... Download 1.32 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling