geceyi manastır yakınındaki Geyik Oteli'nde geçirdi.
Üçüncü günde de gömme töreni yapıldı. Tabut yatakhanede bir yükselti üzerine konmuştu;
Allgâulu terzi baba tabutun yanı başında dikiliyor, töreni izliyordu. Bir terzinin tüm özelliklerini
barındırıyordu kendisinde, korkunç derecede sıska, her bir şeyiyle sipsivri biriydi; yeşile çalan
siyah bir redingot, açık ve
gösterişsiz, dar bir pantolon giymişti; elinde törenlerde takılan modası geçmiş bir şapka
tutuyordu. Küçük, ince yüzü üzüntülü, yaşlı ve güçsüzdü, rüzgârda söndü sönecek bir mum
alevine benziyordu tıpkı. Müdürle öğretmen beylerin önünde ne yapacağım bilememenin sürekli
şaşkınlığını yaşıyor, derin bir saygıyla oracıkta dikilmiş duruyordu.
Taşıyıcılar tabutu tam sırtlamaya hazırlanı-
yordu ki, yaşlı baba son anda öne çıktı, şaşkın ve sıkılgan bir sevecenlikle bir kez daha
tabutun kapağına dokundurdu elini. Ardından gözyaşlarıyla savaşarak çaresizlik içinde oracıkta
dikildi, kocaman ve sessiz salonda kış ortasında kuru bir ağaca benziyordu, öylesine öksüz,
öylesine kolu kanadı kırık, kurtlara kuşlara yem. Onu bu durumda görmek yüreğini sızlatıyordu
insanın. Rahip, terzi babayı elinden tuttu, yanından ayrılmadı; terzi baba o acayip silindir
şapkayı başına geçirdi ve tabutun arkasında cenaze alayının başında yürüdü, merdivenlerden
indi, avludan geçip manastırın eski kapısından çıktı, beyazlara bürünmüş toprak zemin üzerinde
gömütlüğün alçak duvarına doğru ilerledi. Mezar başında hep bir ağızdan ilahiler söyleyen
öğrencilerden pek çoğu, müzik öğretmenini kızdıran bir davranışla onun işaret veren eline değil,
yalnızlıklar içindeki ufak tefek vücuduyla küçük terzi babaya bakıyorlardı; yaslara gömülmüş
adamcağız soğukta titreyerek bir kenarda dikiliyor, başını önüne eğmiş, rahibin, okul
Do'stlaringiz bilan baham: |