yabanmersinleri ve süpürgeotları yosunlu toprağı bir kürk gibi yumuşacık örtmüştü. Gece düşen
çiy şimdiden kalkmıştı; mum gibi dimdik yükselen ağaç gövdeleri arasında ormandaki sabahın
bu-naltıcılığı salınıp duruyor, güneşin sıcaklığından buharlaşan çiyler, yosun ve reçine kokusu,
çamların iğne yaprakları ve mantar karışımından oluşan bunaltıcı hava yaltaklanıp yüze gülerek
tüm duyulardan içerilere sokuluyor, insanda hafif bir sersemliğe yol açıyordu. Hans kendini
yosunların üstüne attı, sık çalılardan yabanmersinleri koparıp yedi, sağda solda bir ağaç
gövdesini gagalayan bir ağaçkakanın sesi geldi kulağına, kıskanç bir guguk kuşunun ötüşüne
kulak verdi. Çamların neredeyse simsiyah görünen karanlık dorukları arasında pırıl pırıl, koyu
mavi bir gökyüzü parıldıyordu; daha uzaklarda binlerce ama binlerce ağaç gövdesi bir araya
gelip âdeta kahverengi bir duvar örmüş, yosunların üstüne güneşin yansımaları sıcacık parıltılı
lekeler halinde yayılmıştı. Aslında Hans en azından Lützel Şatosu'na ya da Krokus Çayırı'na
kadar uzun bir gezinti yapmayı düşünmüştü. Oysa şimdi yosunlar üstünde uzanmış yatıyor,
yabanmersinleri yiyor, şaşkın gözlerle tembel tembel gökyüzüne bakıp
duruyordu. Bu kadar yorgun düşmesine kendisi de hayret etmişti. Eskiden üç-dört saat
yürür de
bana mısın demezdi. Birden toparlanıp kalktı; yürüyecek, azımsanmayacak uzunlukta bir
yolu aeride bırakacaktı. Ve o ilk hızla birkaç yüz metre kadar gitti. Derken nasıl olduğunu
kendisi de fark etmeden
tekrar yosunların üzerine uzandı, dinlenmeye koyuldu. Öylece yatıp kaldı, kırpıştırıp
durduğu gözlerini
ağaçların gövdeleriyle dorukları arasında ve yeşil zemin üzerinde gezdirdi. Bu hava nasıl
da yoruyordu insanı!
Do'stlaringiz bilan baham: |