Heilner, bu sözlerin ardından bir tükürük attı havaya.
Hans, "Bak ne diyeceğim, daha önce de şiir yazmış
miydin?" diye sordu. "Evet, yazdım."
"Ne hakkında peki?"
"Burası, göl ve sonbahar
hakkında." "Yazdıklarını
gösterir misin bana?"
"Olmaz, bitmedi henüz."
"Bitince?"
"Eh, o zaman gösteririm."
Kalkıp manastıra dönmek üzere yavaş yavaş yürümeye başladılar. Ama kilisenin avlusunun
önünden geçiyorlardı ki, "Daha önce hiç dikkatini çekti mi, ne güzel şeyler bunlar," dedi
Heilner. "Avlular, kemerli pencereler, kemerli revaklar, yemekhaneler, Gotik ve Roman
üslubunda, hepsi çok gösterişli ve gerçek birer sanat harikası. Peki, kimin için bu büyüleyici
güzellik? İlerde rahip olacak bir avuç oğlan için. Eh, devletin parası var nasıl olsa."
Hans o gün bütün öğle sonrasını Heilner'i düşünmekle geçirdi. Nasıl biriydi şu Heilner?
Hans'm bildiği bütün üzüntü, tasa ve istekler ona tümüyle yabancıydı, kendine özgü
düşünceleri vardı kafasında, kendi sözcükleri vardı; daha sıcak, daha özgür bir yaşam sürüyor,
tuhaf acılar çekiyor, âdeta tüm çevresini
küçümsüyordu. Eski sütunların ve duvarlardaki güzelliklerin dilinden anlıyordu. Ayrıca,
gizemli bir sanatla uğraşıyor, ruhundakileri yazdığı şiirlere döküyor, hayal gücüne dayanarak
kendisine başkalarmkinden ayrı, yapay bir dirimselliği içeren bir yaşam kuruyordu. Yerinde
duramayan, ele avuca sığmaz bir oğlandı, bir tek günde Hans'm koca bir yılda yaptığından daha
çok espri yapıyordu. Melankolik biriydi, yabancı ve alışılmamış nefis bir nesneymiş gibi içindeki
hüznün tadını çıkarmaya bakıyordu
adet
Do'stlaringiz bilan baham: |