Charlotte Brontë 2007, Can Sanat Yayınları Ltd. Şti


(İng.) Diken tarlası. (Ç.N.) 12


Download 1.77 Mb.
Pdf ko'rish
bet8/36
Sana25.02.2023
Hajmi1.77 Mb.
#1229882
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   36
Bog'liq
8330-Jane Eyre-Charlotte Bronte-Nihal Yeghinobali-2013-494s

11. (İng.) Diken tarlası. (Ç.N.)
12. (Fr.) Bu benim mürebbiyem mi? (Y.N.)
13. (Fr.) Evet ya, elbette. (Y.N.)
14. (Fr.) “Fareler Birliği” La Fontaine’in bir masalı. (Ç.N.)
15. (Fr.) “Nen var, yahu?” dedi ona farelerden biri. “Söyle!”(Y.N)
16. Macbeth, perde 3, sahne 2. (Y.N.)
17. (Fr.) Yemek haz ır, bayanlar. Benim karnım çok acıktı. (Y.N.)


XII
Thornfield Malikânesi’ne ilk gelişimin sessiz sedasızlığı, sakinliği,
burada rahata ereceğimi belli etmişti. Konağı da, konaktakileri de
gitgide daha yakından tanımam bu belirtileri yalanlamadı. Mrs.
Fairfax’in tıpkı ilk göründüğü gibi olduğunu anladım: Geniş yürekli; iyi
huylu, oldukça okumuş, görgülü, orta düzeyde zekâsı olan bir hanımdı.
Öğrencim de hayat dolu bir çocuktu. Bir hayli şımartılmış, başıboş
bırakılmış olduğu için uçarılık ettiği oluyordu, ama olduğu gibi benim
elime bırakılmıştı, onun öğrenimi için hazırladığım tasarılara bir
karışan da yoktu. Bundan dolayı çok geçmeden çocuk ufak tefek
heveslerini unuttu; söz dinleyen, laf anlayan bir öğrenci olup çıktı.
Kendisini alışılmış çocuk ölçülerinden bir santim bile yukarıya çekecek
herhangi bir olağanüstü yeteneği, ayırt edici bir özelliği, beğeni, duygu
konularında üstün bir gelişimi yoktu, ama alışılmış çocuk ölçülerinin
aşağısına düşürecek bir eksiği, kusurlu, kötü yönü de yoktu. Derslerinde
orta bir ilerleme gösteriyor, bana karşı –pek derin olmasa da– canlı bir
sevgi besliyordu. Onun şen gevezelikleri, beni hoşnut etmek için
giriştiği çabalar, saflığı da beni ona bağlıyordu; böylece ikimiz de
birbirimizden ve durumumuzdan hoşnuttuk.
Laf aramızda, bütün çocukları melek sayan, çocuk eğitimiyle
uğraşanlardan da çocukluğu yarı kutsal tutmalarını bekleyen birtakım
ciddi kişiler benim yukarıda kullandığım dili soğuk, duygusuz
bulacaklardır. Ne var ki, ben bu kitabı ne anne baba bencilliğini
okşamak, ne beylik lafları yansıtmak, ne de birtakım yapmacıkları
ayakta tutmak için yazıyorum: Yalnız gerçeği söylüyorum ben.
Adela’nın iyiliğiyle, öğrenimiyle candan ilgileniyor, kendisine karşı da
yumuşak bir sevgi besliyordum. Mrs. Fairfax’e karşı da, bana gösterdiği
iyilikten ötürü minnet duyuyor, onun bana karşı duyduğu ölçülü sevgi,
saygı oranında, duygularının, zekâsının ortalama düzeyi oranında ben
de onu seviyor, onunla birlikte olmaktan tat alıyordum...
Ara sıra, konak dolaylarında kendi başıma yürüyüş yaptığım


sıralarda; bahçe kapısına gidip dışarıdaki yola baktığım sıralarda;
kimileyin Adela dadısıyla oynar, Mrs. Fairfax de kilerde reçel yaparken
üç kat merdiven çıkıp çatıya ulaşarak çevremdeki tarlalara, tepelere,
ufka baktığım sıralarda; ufuk çizgisini delip geçecek ve duyup
okuduğum halde hiç görmediğim hayat dolu yerlere, büyük kentlere
erişebilecek bir görüm gücünün özlemini duyuyordum. Böyle
zamanlarda şimdikinden daha hareketli bir yaşam sürmek, kendim gibi
kimselerle daha çok haşır neşir olmak, burada bulduğumdan daha
çeşitli tiplerle tanışmak istiyordum. Mrs. Fairfax’in, Adela’nın
iyiliklerinin değerini bilmez değildim, ama dünyada daha başka, daha
canlı birtakım iyiliklerin de var olduğuna inanıyor, varlığına inandığım
şeyleri görmek için de can atıyordum.
Bunları duyunca beni birçok suçlayan çıkacaktır... Varsın
suçlasınlar! Bana nankör bile diyeceklerdir belki, ama ne yapayım,
elimde değildi bu. Huzursuzluk benim mayamda vardı, arada öylesine
depreşiyordu ki acı veriyordu bana. Böyle zamanlarda tek avuntum
üçüncü kat koridorunda, o sessizlik, tenhalık içinde, gözlerden ırak, bir
aşağı, bir yukarı yürümek, hayalimde canlanan parlak düşleri başıboş
bırakıvermekti. Bol, parlak, renk renkti düşlerim. Burada, bırakırdım
yüreğimi –içimi tasayla burksa bile yaşamla genişleten– coşkun
heyecanlarla çarpsın!.. En güzeli de, içimden bir sesin anlattığı sonu
gelmez bir masalı dinlerdim. Hayalimin yarattığı, durmadan da anlattığı
bir masal ki gündelik yaşantımda canım çektiği halde bulamadığım
hareketle, heyecanla, ateş ve tutkuyla kaynaşırdı.
İnsanlar dinginlikle yetinmelidir, demek boşunadır; hareket ister
onlar, bulamayınca da yaratırlar. Benimkinden daha durağan bir hayata
yazgılı olan milyonlarca kişi vardır, hepsi de buna baş kaldırmış
durumdadır. Yeryüzündeki insan kitlelerinin arasında, siyasal
başkaldırılardan başka daha ne isyanların kaynaştığını ancak Tanrı bilir!
Hele kadınların çoğunlukla pek sakin olduklarına inanılır, ama
kadınlar da tıpkı erkekler gibi duygu sahibidir. Erkekler gibi onlar da
zekâlarını, yeteneklerini işletmek için bir uğraş, eylem alanına
gereksinme duyarlar. Üzerlerindeki baskı pek ağır, sürdükleri yaşam pek
durgun olursa acı duyarlar bundan, zarar görürler. Onlardan daha
ayrıcalıklı olan erkeklerin, “Kadınlar yemek pişirip çorap örmekle,
piyano çalıp nakış işlemekle yetinsin,” demeleri dar kafalılıktır! Bir
kadın, geleneklerin kendisi için yeterli saydığı şeylerden daha fazlasını


yapmak, öğrenmek isterse onu kınamak, alaya almak düşüncesizliktir.
Böyle, tek başıma üçüncü katta gezinirken Grace Poole’un
gülüşünü duyduğum çok olurdu. Hep aynı gülüş... İlk duyduğum zaman
tüylerimi ürpertmiş olan hep o yavaş, alçak “hah-hah-hah” sesleri.
Sonra, bu gülüşlerinden daha da acayip olan anlaşılmaz mırıltılarını da
duyuyordum onun. Kimi günler sessiz duruyordu, kimi günlerde ise
öyle sesler çıkarıyordu ki hiçbir anlam veremiyordum. Kimi zaman da
onu görüyordum: Elinde bir leğen, bir tabak ya da bir tepsiyle
odasından çıkıp mutfağa iniyor, çok geçmeden dönüyordu. Çoğu zaman
(ah, romantik okurlarım, gerçeği süslemeden söylediğim için beni
bağışlayın), mutfaktan bir testi şarap getiriyordu. Çıkardığı o acayip
seslerin uyandırdığı merakı Grace Poole’un görünüşü her seferinde
bastırıyordu. Sert, kaba çizgileri, donuk tavırlarıyla, ilgiyi çekip
mimlenebilecek hiçbir yönü yoktu. Onu konuşturabilmek için birkaç
girişimde bulundum, ama az konuşan bir insana benziyordu; kısacık,
tek sözlü yanıtlarla bütün çabalarımı yarıda bırakıyordu.
Evdeki öbür kişiler, yani John’la karısı Leah, Fransız dadı Sophie,
namuslu, iyi kimselerdi, ama hiçbir özellikleri yoktu. Sophie’yle
Fransızca konuşuyorduk. Ülkesiyle ilgili sorular soruyordum ona arada;
ama bir şeyi anlatıp tanımlamakta hiç yetenekli değildi. Çoğunlukla
öyle sudan, öyle karışık karşılıklar veriyordu ki insanı soru sorup
soracağına pişman ediyordu.
Ekim, kasım, aralık geldi, geçti. Ocak ayında bir gün öğleden sonra
Mrs. Fairfax, Adela adına bir tatil rica etti; çünkü çocuğun nezlesi vardı.
Adela da bu ricayı öyle ateşli yalvarmalarla yineledi ki kendi
çocukluğumda tatillerin ne kadar değerli olduğunu anımsayıp razı
oldum. Bu konuda biraz esneklik göstermenin de iyi bir şey olduğunu
düşünüyordum.
Çok soğuksa da güneşli, rüzgârsız bir gündü. Koca bir sabah
kütüphanede kapalı oturmaktan ruhum sıkılmıştı. Mrs. Fairfax de o
sabah bir mektup yazmış, gidip bir postaya atan olsa, diye bekliyordu.
Böylece, pelerinimle başlığımı giydim, mektubu Hay Postanesi’ne
götürmeyi önerdim. Bu üç kilometrelik yol kış günü için iyi bir yürüyüş
olacaktı. Adela’yı Mrs. Fairfax’in ocağının başındaki küçük koltuğa
oturttum; en sevdiği taşbebeğini eline verdim (bunu çoğu zaman,
parlak kâğıda sarılı olarak bir çekmeceye saklardım), bundan sıkılırsa
diye bir de masal kitabı getirdim; onun, “Revenez bientot, ma bonne amie,



Download 1.77 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   36




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling