Hercai II meftun hercai II / meftun
Download 1.49 Mb. Pdf ko'rish
|
Sümeyye Koç - Meftun
Miran, resmiyette artık bekâr bir adamdı! Dün öğlen civarında gerçekleşen boşanma davalarının ikinci
celsesinde anlaşmalı olarak Gönül’le bağını koparmıştı. Şaka gibiydi ama gerçekti. Gönül ilk kez sözünün arkasında durmuş ve son anda caymayarak boşanmıştı Miran’dan. Avukatı müjdeli haberi ona ulaştırdığında üzerinden büyük bir yük daha kalkmıştı genç adamın. Bir günde iki sevinç birden yaşatmıştı Yaradan. Ama korkmuyor değildi Miran. Bu kadar mutluluk bu bünyeye fazlaydı. Kaderinin ona kötü bir sürpriz yapıp yeniden her şeyi altüst etmesinden ödü kopuyordu. Gel gör ki bunca mutluluğa rağmen hissettiği o huzursuzluğun tek sebebi, birkaç gün boyunca Reyyan’dan ve kızından ayrı kalacak olması değildi. Arda’yla konuşmuştu birkaç gün önce. Vahit Karaman hakkında. Miran’ın Mardin’e gittiği günden bu yana habire bir açığını arayan amcası nihayet bulmuştu. Miran’ın kendi kanından olmadığını, düşmanı olan Hazar Şanoğlu’nun oğlu olduğunu öğrendiğinde öfkeden deliye dönmüş, ortalığı birbirine katmıştı. İstanbul’a gitme sebebi buydu genç adamın. Amcasının ona başlattığı savaşı durdurması gerekiyordu. Biliyordu ki, soyadının ona ait olmadığını, bunca varlığın içinde onun bir hakkı olmadığını iddia edecekti. Esasında mal mülk Miran’ın umurunda bile değildi. Her şeyi elinin tersiyle iter, ekmeğini taştan çıkarırdı. Mesleği vardı bir kere. Ama o amcası olacak adamın, canına kastettiğini öğrendiği gün, savaşına savaşla karşılık vermeyi aklına koymuştu. Haklı çıkmıştı Hazar Şanoğlu. Haklı çıkmıştı babası. Miran Karaman’ın canına kasteden, Vahit Karaman’dan başkası değildi. “Dikkat et,” demişti Arda telefonda. “Gönül’den boşanacağın günü iple çekiyor. Sen Reyyan’la resmi olarak evlenmeden, sırf sahip olduğun her şeyi ele geçirmek için, yeniden canına kastedebilir.” Araba konağın önünde durduğunda içini bir hüzün kapladı genç adamın. Ne zaman bu çatının önüne gelse sızlıyordu hiç sevgi görmemiş çocuk yanı. Ruhu bedeninden çekiliyor, bedeni sadece et ve kemik torbasından ibaret oluyordu. Yakıp kül ediyordu her seferinde bu azap dolu hisler onu. Ah bu geç kalmışlık... Bir babanın evladına, bir evladın babasına. Hazar Şanoğlu heyecanla bekliyordu torununu. Canının canıydı neticede. Oğluna bir kez olsun sarılamamıştı ama torununun kokusunu içine çekebilecekti. Kim bilir belki de Miran da bebekliğinde öyle kokuyordu. Bu hissi hiç bilememiş olmak öyle can alıcıydı ki... Gezinip durduğu avlunun içinde, dışarıdan gelen hareketliliği duyduğunda kalıbına sığamadı. Hep birlikte arabadan indiklerinde Havin ve Zehra Hanım konağın kapısına doğru yürüdü. Miran kızını kucağına tedbirli bir şekilde aldığında battaniyesini aralayıp kızının minik yüzüne tüyden hafif bir öpücük kondurdu. Kısa sürecek ayrılıklarının başlangıcındalardı. “Sizi özleyeceğim,” diyerek gülümsedi Reyyan’a. Hiç gidesi yoktu. O uçağa tek başına binesi, yıllar boyunca ona acıdan ve yalnızlıktan başka bir şey vermeyen o şehre dönesi yoktu. Her ne kadar birkaç gün sonra geri dönüp Reyyan’ı ve kızını alacak olsa da içine sinmiyordu bu kısa süreli veda. “Biz de seni özleyeceğiz,” diyerek çoğul bir ifade kullanan Reyyan’ın yanağına bastırdı parmaklarını. Ne çok seviyordu onu. Oysa bir zamanlar bir kalbi olduğuna dahi inanmayan bir adamdı o. Şu an kucağında duran minik kızını nasıl bırakacaktı hiçbir fikri yoktu. Ne tuhaf duyguydu baba olmak. Meğer içi titriyormuş insanın, canından can gidiyor, içi içine sığmıyormuş. Tüm bu düşünceler içinde debelenirken birkaç dakika daha kızını seyretmeyi ve Reyyan’la konuşmayı istemişti. Konağın kapısında babasını görmeseydi eğer. Bir anda yüzü düşmüş, gülümsemesi bir çiçek gibi solmuştu dudaklarında. Okyanus harelerine hüznün gölgesi serilmişti. Az önce hissettiklerini düşündü. Babası da ona karşı böyle mi hissediyordu? İçi burkuldu. O da bu adamın evladıydı. Miran babasıyla göz göze gelmemek için yoğun çaba sarf etse de o adamın gözlerinin içine içine bakması tüm gardını düşürüyor, güçlü durma savaşını kaybettiriyordu. Üstelik böyle hüzünvari bakması... Reyyan kapının önünde dikilen adamın yanlarına gelip gelmeme konusunda tereddüt ettiğini görünce, Miran’ın kızacağını bile bile gülümsedi ve Hazar Bey’i yanlarına çağırdı. “Gelsene baba.” Tereddütlü adamın onlara doğru bir adım atması karşısında bocaladı Miran. Tuhaf bir duygu belirsizliğinin içine düşmüş, ağzını açıp ne söyleyeceğini bilememişti. İlk defa kelimeler karşısında bu kadar aciz kalıyor, cümlelere sözü geçmiyordu. Oysa dili, onun en kuvvetli silahıydı. Hiç şüphesiz bu adamı, dudaklarından dökülecek kurşunlarla öldürebilirdi. Ama yapamıyordu. Babası tam karşısında dikilip gözlerine şefkat dilenir gibi baktığında ciğerlerinden bir parça kopmuş, kalbine adlandıramadığı bir duygu silsilesi yerleşmişti. Değişik bir ürperti deşiyordu tenini. Gözlerine baktığında bir zamanlar nefretten başka bir duygu görmeyen Miran, sol yanında değişik bir sızı hissediyordu şimdi. Babasıydı o, inkâr edemezdi. Yokluğunda yıllar boyunca gariban kaldığı, eksikliği pare pare yüreğini dağladığı adamdı. Yanlış bir adama baba diyerek büyümesi onun suçu değildi. Tüm suç annesinindi. Sırf sevmediği bir adamla evlendiği için birçok hayatı perişan etmişti. Miran ise, yanlış kişiden nefret etmenin hezeyanını şimdi hissediyordu, iliklerine kadar. “Ona bakmama izin verir misin?” diye sordu adam çekimser bir ses tonuyla. Miran o an ikileme dahi düşmeden, Güneş’i dedesinin kollarına uzattı. Hazar Bey kollarına aldığı bebeğe bakarken yüzüne eşsiz bir gülümseme yayıldı. Çok garip bir duyguydu bu. Yıllarca öz kızı gibi büyüttüğü Reyyan’ın ve özbeöz oğlunun yavrusu şu an kollarındaydı. Bir eliyle bu minik yavruyu sımsıkı kavrarken, diğer eliyle battaniyesini hafifçe aralayıp yüzüne baktı. Dudaklarını birbirine bastırdı, içi yanıyordu. Ne kötü bir şeydi, kendi oğluna benzeyip benzemediğini bilememesi... Hiç görememişti ki! Bebekken nasıldı, çocukken nasıldı... Nasıl oyunlar oynar, hangi aralıklarla hastalanırdı? Hiç bilmiyordu... Tüm bu kaybedilmişlikleri düşününce sızım sızım sızladı dört bir yanı. En azından, kalan zamanlarını telafi etmek istiyordu adam. Şu üç günlük dünyada, ne kadar ömrü kaldığını bile bilmiyorken, bu ayrılığı daha fazla sürdürmek istemiyordu. Bakışlarını bebekten çektiğinde Reyyan ellerine uzanıp kucağına aldı kızını. Sanırım bu iki yaralı adamı baş başa bırakmanın tam zamanıydı. Yavaş adımlarla yanlarından uzaklaşıyordu. Ne Miran fark etmişti gittiğini ne de babası. “Gidecek misin?” diye sordu adam, oğlunun mavi gözlerine hasretle bakarken. Gitmesin istiyordu. Bunu nasıl ifade edebilir, bunun için neler yapabilir kahretsin ki bilmiyordu! Ürperdi Miran, buz tutan yüreğine ılık sular aktı. “Bize bir şans vermeyecek misin?” Bir kere daha medet ummuş, oğlunun dilinden dökülecek olumlu bir cevap beklemişti adam. Ya da, tek bir kelime! “Her şeye rağmen mi?” Miran bu soruyu sorarken bu ses tonunun kendisine ait olup olmadığından şüphe duydu bir an. Nasıl da titremişti öyle? Dudaklarını birbirine bastırdı, bakışlarını kaçırdı. Hayır, küçük bir çocuk gibi babasına yenilmek istemiyordu. “Her şeye rağmen oğlum,” diyen adamın gözleri yaşardı. “Sence bu hayat ikimize de çok acımasız davranmadı mı?” Bakışlarını gecenin esir aldığı Midyat’ın uzayıp giden sokağına dikti genç adam. Genzi yanıyordu. Ağlamak istiyordu. Ah bu saçma sapan inadı, bir halta yaramayan gururu... Ne vardı şimdi bu adama sarılıp ağlayabilseydi, ne vardı? Dudaklarını araladı, bir şeyler söylemek istedi fakat o an cümleleri ağzına tıkılıp adeta yüreğini hançerledi. Dudaklarını tekrar kapatıp kafasını önüne eğdiğinde kalbine isyan etti. Suskunluğuna, düşmanlığına, kabullenemeyişine. Sessizliği ölümü oldu o an. Defalarca canını aldı söyleyemediği her kelime. Aslında Miran, hiçbir zaman güçlü bir adam olamamıştı... “Ben bu acımasızlığa alıştım.” Her zamanki gibiydi. Hisleri yüreğini delip geçmek için çırpınırken, dili, kalbini hiçe sayan cümleler savuruyordu. Bakışları ardındaki arabaya takıldığında gözlerini bir daha babasının gözlerine değdirmedi. Çünkü bir kez daha bakarsa adamın gözlerine, yenilecekti. Hasretin sabrını delip geçmesine, kalbinin mantığını deşmesine izin vermeyecekti. “Ben gidiyorum Hazar Bey,” diyerek arkasını döndü. Başka da bir kelam etmeyecekti. Ardında bıraktığı adamın omuzlarının nasıl çöktüğünü görmeyecekti. Reyyan, Güneş’i annesine teslim etmişti. Konak kapısının ardına pısmış bir halde seyrediyordu ikisini. Yine ikna olmamıştı Miran. Dönmüş arkasını gidiyordu. Babası ise çaresizce seyrediyordu gidişini. Olduğu yerden çıkıp koşar adımlarla babasının önünden geçtiğinde Miran’ın çalıştırdığı arabayı hareket ettirmesine izin vermeden sağ kapısını açıp arabaya bindi. Miran, Reyyan’ın arabaya bindiğini görünce kaşlarını çattı. Gidecekti işte, ne demeye gelmişti? Zaten sinirliydi Reyyan’a. Ne demeye çağırıyordu o adamı yanlarına. “Gideceğim Reyyan,” dediğinde sesindeki soğuk tınıdan anlamıştı Reyyan, Miran’ın kendisine kızmış olduğunu. Fakat bu şekilde göndermek istemiyordu onu. Buruk ve öfkeli bir halde gitsin istemiyordu. “Uçağın kalkışına çok zaman var,” dedi mahzun bir sesle. “Biraz daha dur, sonra gidersin.” “Hayır, şimdi gideceğim.” “Miran, lütfen...” Genç adam kolundaki saate dikti bakışlarını. Evet, epeyce bir zaman vardı fakat gitmeyip ne yapacaktı burada? “Arabayı oto kiralamaya bırakacağım,” dedi umursamazca. “Oradan da taksiyle havalimanına geçeceğim. Anca giderim.” “Bahane etme.” Reyyan uzanıp sevdiği adamın ellerine dokundu. Mevsimin sıcağına tezat bir şekilde buz gibi olmuştu teni. Sebebini biliyordu. Ne zaman görse o adamı, nevri dönüyor, beti benzi atıyor, teni buz kesiyordu. “Hadi gel, dolaşalım sokaklarda.” Miran dikiz aynasına diktiği gözlerinden konağın önüne baktı. Gitmişti Hazar Şanoğlu. “Peki,” diyerek gülümsediğinde aynı anda açtıkları kapıdan çıktılar. Biraz dolaştıktan sonra gitmesinde bir sakınca yoktu. Erkenden gidip orada beklemek istemiyordu şimdi. Arabanın önüne doğru yürüyüp yan yana geldiklerinde gözlerinin birbirine değmesiyle ellerinin birleşmesi aynı anda oldu. İnsanın ruhunu okşayan Midyat’ın efsunlu sokaklarında gezintiye çıkıyorlardı. Miran’ın aksine, Reyyan’ın içi kıpır kıpırdı. Çünkü o hep böylesini hayal etmişti. Ve hayal ettiği ne varsa gerçeğe dönüyordu şimdilerde bir bir. “Bana kızdın değil mi?” diye sorduğunda, Miran sıkılmışçasına ofladı. “Kızsam neye yarar? Ne düşündüğümü, ne hissettiğimi umursamıyorsun.” “Umursuyorum Miran.” “O yüzden mi o adamı görmeye tahammül edemediğimi bile bile sürekli burnumun dibine sokuyorsun?” Reyyan, Miran’ın çattığı kaşlarının aksine burukça gülümsedi. “Hayır. Ben senin pişman olmanı istemiyorum.” Miran, “Neyden pişman olacakmışım?” diye sorduğunda Reyyan ardına dönüp uzaklarında kalan konağa baktı. “Zaman su misali akıyor. Aldığımız nefes bile bir saniye sonra ziyan oluyor. Farkında değil misin? Hayatı tutamıyoruz! Ve sen, yıllar boyunca eksikliğini yaşadığın bir insana kavuştun ama...” “Benim eksikliğini yaşadığım insan o adam değil, olamaz da!” Miran konuyu değiştirmekten yanaydı. Sürekli konuşup duruyorlardı bu konuyu. Reyyan hep bu sözleri söylüyor, Miran dinleme tenezzülünde dahi bulunmuyordu. O adam, Miran için koca bir hayal kırıklığıydı. “Güneş uyuyor mu?” diye sordu Miran. Şimdiden özlemişti kızını. Nasıl geçecekti şu dört gün? Sanki bir daha geri dönmeyeceği bir yolculuğa çıkıyormuş gibi tedirgin ve buruktu içi. İlk defa bu kadar zor geliyordu uzaklara gitmek, korkutucu görünüyordu mesafeler. “Evet, uyuyor.” Kafasını salladı Reyyan. “Annem yanı başında zaten. Bir şey olursa arar beni.” Reyyan’ın kendi parmakları arasında kaybolan parmaklarını sımsıkı tutuyordu Miran. Sanki ilk kez Download 1.49 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling