Bin Muhteşem Güneş


Download 1.16 Mb.
Pdf ko'rish
bet3/76
Sana29.04.2023
Hajmi1.16 Mb.
#1400306
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   76
Bog'liq
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş

kulübe’nin arka tarafına kestiği yakacak odunlarını dizdi. Dışarıya bir ekmek tandırıyla etrafı
telli bir kümes yaptı. Birkaç koyun getirdi, bir yem teknesi yaptı. Ferhat’la Muhsin’e,
söğütlerin oluşturduğu dairenin yüz metre dışına, derin bir çukur kazdırdı, üstüne tahta bir
kulübecik kondurup bir helaya dönüştürdü.
Usta tutup yaptırabilirdi, ama yapmadı, dedi Nana.
“Aklınca, günahının bedelini ödemiş oldu.”
***
Nana, Meryem’i doğurduğu günü anlatırken, yardımına hiç kimsenin gelmediğini söylerdi.
Dediğine göre, onu 1959 baharında, gri, yağmurlu bir günde doğurmuştu; Kral Zahir Şah’ın
genellikle olaysız geçen, kırk yıllık saltanatının yirmi altıncı yılında. Celil bir doktor, hatta bir
ebe çağırma zahmetinde bulunmamıştı; hem de vücuduna cin girebileceğini, doğum sırasında
malum nöbetlerinden birini geçirebileceğini bile bile. Kulübe’nin zemininde, tek başına
yatmıştı; yanında bir bıçakla, tere batmış bedeniyle.
“Sancılar arttığında, yastığı ısırıyor, sesim kısılıncaya kadar bağırıyordum. Yine de, bir
Allah kulu gelip yüzümü silmedi, bir bardak su vermedi. Sana gelince, Meryem co, hiç acele
etmedin kızını! O soğuk, taş gibi zeminde tam iki gün yatırdın beni. Ne bir şey yedim, ne de
uyudum; sürekli ıkınıyor, bir an önce gelmen için Tanrı’ya yakarıyordum.”
“Özür dilerim, Nana.”
“Göbek bağımızı kendim kestim. Bıçağı yanıma onun için koymuştum.”
“Özür dilerim.”
Tam burada, her seferinde, Nana’nın yüzünde ağır, dertli bir gülümseme belirirdi; bitmek
bilmeyen bir yakınmanın mı, yoksa zoraki bir bağışlayıcılığın mı ifadesiydi, Meryem bir türlü


çıkaramazdı. Kendi doğum şekli yüzünden özür dilemenin haksızlığını, buradaki adaletsizliği
değerlendirmek, genç Meryem’in hiç aklına gelmedi.
Geldiği zaman, yani on yaşına bastığı sıralarda da, zaten bu doğum öyküsüne inanmaz
olmuştu. Celil’in anlattığı şekline inanıyordu: O sırada kendisi uzaklarda olsa da, Nana’nın
Herat’taki bir hastaneye götürülmesi, doğumun bir doktor tarafından yaptırılması için gerekli
ayarlamaları yapmıştı. Nana’yı iyi aydınlatılmış bir odada, temiz, düzgün bir yatağa
yatırmışlardı. Meryem bıçaktan söz edince, Celil başını esefle salladı.
Meryem, annesine tam iki gün boyunca acı çektirdiğinden de kuşkuluydu artık.
“Bir saate kalmadan olup bittiğini söylediler,” dedi Celil. “Sen hep iyi bir evlat oldun,
Meryem co. Daha doğuştan iyi bir evlatsın.”
“Yanımda bile değildi ki!” diye tükürdü Nana. “Taht-ı Sefer’deydi; değerli arkadaşlarıyla at
koşturuyordu.”
Dediğine göre, yeni bir kızı olduğunu haber verdiklerinde Celil omuzlarını silkmiş, atının
yelesini okşamayı sürdürmüş ve Taht-ı Sefer’de iki hafta daha kalmıştı.
“Işin doğrusu, seni bir aylık oluncaya kadar kucağına bile almadı. O zaman da, eğilip
yüzüne şöyle bir baktı, suratı biraz uzun gibi, dedi; sonra da bana geri verdi.”
Meryem öykünün bu kısmına da inanmıyordu artık. Evet, Celil kendisinin de kabullendiği
gibi, Taht-ı Sefer’de binek avındaydı, ama haberi alınca omuz ilan silkmemişti. Eyerine
atladığı gibi Herat’a dönmüştü. Kızını kucağında zıplatmış, başparmağıyla o kabuklu, pul pul
kaşlarını sıvazlamış, kulağına bir ninni söylemişti. Tamam, yüzünün azıcık uzun olduğu
doğruydu, ama babasının bunu böyle pat diye söylediğine kesinlikle ihtimal vermiyordu.
Nana, Meryem adını kendisinin seçtiğini söyledi; annesinin adıydı çünkü. Celil ise bu adı
seçtiğini, çünkü sümbül teberin çok güzel, nefis bir çiçek olduğunu söyledi.
“En sevdiğin çiçek mi?” diye sordu Meryem.
“Eh, onlardan biri,” dedi adam, sonra gülümsedi.


3
Meryem’in hatırlayabildiği ilk anılarından biri, bir el arabasının taşlara sürtünen demir
tekerleklerinin gıcırtısı. Ayda bir kez. Pirinç, un, çay, şeker, yemeklik yağ, sabun, diş
macunuyla yüklenmiş arabayı itenler Meryem’in üvey ağabeyleri, genellikle Muhsin’le Ramin,
bazen de Ramin’le Ferhat. Toprak yoldan yukarı, kayaların, çakıl taşlarının üzerinden,
çukurların, çalıların etrafından dolanarak, sırayla iterlerdi; ırmağa ulaşıncaya kadar. Orada, el
arabasının boşaltılması, malların karşı kıyıya elde taşınması gerekirdi. Sonra oğlanlar boş
arabayı ırmaktan geçirir, yeniden yüklerlerdi. Bu kez uzun, kesif otların arasından, sık
dikenlerin çevresinden, iki yüz metrelik bir sürüş başlardı. Kurbağalar el arabasının önünden
kaçışırdı. İki kardeş, terli yüzlerine konan sivrisinekleri kışkışlardı.
“Hizmetkârları var,” dedi Meryem. “Onlardan birini yollayabilir.”
“Kendini cezalandırıyor,” dedi Nana.
Ana-kız tekerleklerin gıcırtısını duyunca, dışarıya çıkardı. Meryem, Nana’nın Erzak
Günü’ndeki halini her zaman anımsayacaktı: kapının eşiğinden dışarıya uzanmış, uzun boylu,
kemikli, yalınayak bir kadın; bozuk gözü kısılmış, incecik bir yarığa dönüşmüş, kollar küstah
ve alaycı bir edayla kavuşturulmuş. Güneşte parlayan, kısa saçları örtülmemiş, taranmamış.
Üzerinde, boğazına kadar iliklediği, bol, gri bir gömlek. Cepleri ceviz iriliğinde taşlarla dolu.
Oğlanlar suyun kıyısına oturur, Meryem’le Nana’nın erzakları kulübe’ye taşımasını
beklerdi. Otuz metreden fazla yaklaşmamaları gerektiğini çok iyi bilirlerdi; her ne kadar Nana
nişan almayı beceremese, taşların çoğu hede in epey uzağına düşse de. Nana pirinç
torbalarını içeriye taşırken oğlanlara avaz avaz bağırır, Meryem’in anlayamadığı sözler sarf
ederdi. Annelerine lanet okur, nefretle dolan yüzünü şekilden şekle sokardı. Oğlanlar
hakaretlere asla karşılık vermezdi.
Meryem onlar adına üzülürdü. O ağır arabayı sürmekten, kolları, bacakları kim bilir ne
kadar yorulmuştur, diye acırdı. Keşke onlara su ikram etmesine izin olsaydı. Ama hiçbir şey
söyleyemez, el salladıkları zaman karşılık veremezdi. Bir keresinde, Nana’ya yaranmak için, o
da Muhsin’e bağırdı, ağzının kertenkele kıçına benzediğini söyledi -sonra da pişmanlıktan,
utançtan ve Celil’e söylerler korkusundan içi içini yedi. Ama Nana buna, çürük ön dişini
göstererek öyle çok güldü ki, kız onun şu krizlerinden birini geçireceğini sandı. Işi bitince
Meryem’e baktı, “Sen hayırlı bir evlatsın,” dedi.
Araba boşalınca, oğlanlar kulpuna yapıştılar, itmeye koyuldular. Meryem durdu, uzun
çayırların, çiçekli otların arasında gözden yitmelerini seyretti. “Geliyor musun?”
“Evet, Nana.”
“Sana gülüyorlar. Evet, gülüyorlar. Kahkahalarını duyabiliyorum.”
“Geliyorum.”
“Bana inanmıyor musun?”
“İşte geldim.”
“Ama benim seni sevdiğimi biliyorsun, Meryem co.”
***


Sabahları, uzaktan uzağa gelen koyun melemeleriyle, sürülerini çimenli yamaçta
otlatmaya götüren Gül Damanlı çobanların kavallarının tiz sesiyle uyanırlardı. Sonra keçilerini
sağar, tavuklarını besler, yumurtaları toplarlardı. Birlikte ekmek yaparlardı. Nana ona
hamurun nasıl yoğrulduğunu gösterdi; tandır’ın nasıl tutuşturulacağını, elde yassıltılan
hamurun, tandırın iç duvarlarına nasıl yapıştırılacağını. Dikiş dikmesini, pilav yapmasını,
pilava katık edilen değişik sebzeleri pişirmeyi öğretti: şalgam güveci, ıspanaklı sebze,
zencefilli karnabahar.
Nana konuklardan -daha doğrusu, insanlardan- hiç haz etmediğini gizlemezdi, ama
ayrıcalık tanıdığı birkaç seçmece kişi vardı. Orneğin, Gül Daman’ın muhtarı, köyün erbab’i
Habib Han; bu küçük kafalı, sakallı, göbekli adam ayda bir kez, peşinde kâhyasıyla çıkıp gelirdi;
kâhyanın kucağında Meryem için bir tavuk, bazen bir tencere kifirı pilavı ya da bir sepet
boyanmış yumurta.
Sonra, Nana’nın Bibi co dediği, toparlak, yaşlı kadın; merhum kocası taş ustasıydı ve
Nana’nın babasının arkadaşıydı. Bibi co’nun yanında mutlaka altı gelininden biriyle,
torunlarından bir ikisi olurdu. Topallayarak, söylenerek açıklığa ulaşır, Nana’nın çıkardığı
iskemleye, kalçasını abartılı hareketlerle ovarak, acıyla inleyerek, ağır ağır çökerdi. O da eli
boş gelmez, her seferinde Meryem’e bir şeyler getirirdi; bir kutu dişleme şekeri, bir sepet ayva.
Nana içinse, önce, giderek bozulan sağlığına ilişkin yakınmalar, ardından da Herat ve Gül
Daman’dan derlenmiş, uzun uzadıya, tadını çıkararak aktarılan dedikodular. Bütün bunlar
olup biterken, gelini terbiyeli bir sessizlikle onu dinlerdi.
Ama Meryem’in en sevdiği konuk -Celil’den sonra elbette- Molla Feyzullah idi; köyün yaşlı
Kuran hocası, akhund’u. Haftada bir ya da iki kez, Gül Daman’dan kalkıp gelir, Meryem’e günde
beş kez kılınan namaz dualarını öğretir, Kuranı ezberletirdi; tıpkı küçük bir kızken Nana’ya
yaptığı gibi. Meryem’e okumayı öğreten de Molla Feyzullah’dı; kızın dudakları sessizce
kıpırdar, işaretparmağı her sözcüğün altında oyalanırken, omzunun üstünden sabırla
izlemişti onu; Meryem parmağını öyle bir bastırırdı ki, tırnağı bembeyaz kesilirdi; har leri
yeterince sıktığı takdirde, anlamlarını çekip alabilecekmiş gibi. Onun elini tutan, kalemi her

Download 1.16 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   76




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling