Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
co değil can, “kız kardeş”e hemşıra değil hemşire diyorlardı.
Raşit ona bir sokak satıcısından dondurma aldı. Meryem ilk kez dondurma yiyordu; bir yiyeceğin insan damağına böylesine oyunlar oynayabileceği hiç aklına gelmezdi. Bütün kâseyi iştahla silip süpürdü; üzerine serpilmiş şamfıstığı rendesini, dipteki minicik pirinç eriştelerini. Dondurmanın büyüleyici dokusuna, üst üste binen farklı lezzetlerin tatlılığına hayran kaldı. Koçeh-Morgha, Tavuk Sokağı denen yere doğru yürüdüler. Raşit’in, şehrin en zengin semtlerinden biri dediği mahallede yer alan, dar, tıklım tıkış bir sokaktı. “Bu semtte oturanlar hep yabancı diplomatlar, zengin işadamları, kraliyet ailesinin üyeleri -bu tür insanlar yani. Senin benim gibiler değil.” “Hiç tavuk görmüyorum,” dedi Meryem. Adam güldü: “İşte, Tavuk Sokağı’nda bulamayacağın tek şey odur.” Sokağın iki yanına kuzu derisi şapkalar, gökkuşağı renkli papanlar satan dükkânlar, küçük tezgâhlar sıralanmıştı. Raşit bir dükkânda durup gümüş kakmalı bir hançere baktı, bir başkasında tuhaf görünümlü, eski bir tüfeğe; dükkân sahibi bunun ilk Ingiliz savaşından kalma bir yadigâr olduğuna yeminler ediyordu. “Eh, ben de Moşe Dayan’ım,” diye mırıldandı Raşit. Yarım ağız gülümsedi; Meryem bu gülümsemenin salt kendisine yönelik olduğu duygusuna kapıldı: mahrem, evli bir tebessüm. Yavaş yavaş yürüdüler, halıcıların, el sanatları, hamur işleri satılan dükkânların, çiçekçilerin, erkekler için takım elbise, kadınlar için elbise satan mağazaların önünden geçtiler; içlerinde, dantel perdelerin gerisinde, Meryem düğme diken, gömlek ütüleyen genç kızlar gördü. Arada bir, Raşit tanıdığı bir esnafı selamlıyordu; bazen Farsça, bazen de Peştun dilinde. Onlar tokalaşır, yanaktan öpüşürken Meryem birkaç adım geride bekliyordu. Raşit onu yanına çağırmadı, tanıştırmadı. Kıza bir dokuma dükkânının önünde beklemesini söyledi. “Sahibini tanırım,” dedi. “Bir dakikalığına girip selam vereyim.” Meryem dışarıda, kalabalık kaldırımda bekledi. Tavuk Sokağı’nda güçlükle, seyyar satıcı ve yaya selini yararak adım adım ilerleyen, yoldan çekilmeyen çocuklara, eşeklere korna çalan arabalara baktı. Minicik dükkânlarında oturmuş sigarasını tüttüren ya da pirinç hokkalara tüküren, sıkıntıdan patlıyormuş gibi görünen tacirlere baktı; arada bir, yüzleri gölgelerin arasından çıkıyor, yoldan geçenlere kumaşları, kürk yakalı pustin paltoları beğendirmeye çalışıyorlardı. Ama Meryem’in asıl ilgisini çekenler, kadınlardı. Kabil’in bu kesimindeki kadınlar, daha yoksul semtlerdeki, örneğin Raşit’le oturdukları, kadınların çoğunluğunun tepeden tırnağa örtülü olduğu mahallelerdeki hemcinslerinden çok farklıydı -başka bir cinsti bunlar. Bunlar -Raşit’in kullandığı sözcük neydi?- “modern” kadınlardı. Evet, modern Afgan erkekleriyle evlenen modern Afgan kadınları; kocaları onların makyajlı yüzleriyle, açık başlarıyla yabancıların arasında dolaşmasına karşı çıkmıyordu. Meryem onların sokağı serbestçe, özgürce geçişlerini seyretti; bazen bir erkekle, bazen yalnız, bazen de pembe yanaklı çocuklarla birlikte; bu çocukların parlak ayakkabıları, deri kayışlı saatleri, yüksek gidonlu, yaldız jantlı bisikletleri vardı -Deh-Mazang’daki, eski, patlak lastikleri çeviren, yanakları tatarcık çıbanlı çocuklara hiç benzemiyorlardı. Bu kadınların hepsinin, öne arkaya sallanan çantaları, dalgalanan, hışırdayan etekleri vardı. Meryem’in gözüne, direksiyonda oturmuş sigara içen bir tanesi bile çarptı. Tırnakları uzun, pembe ya da turuncu cilalıydı dudakları laleler kadar kırmızı. Yüksek ökçeleriyle, her an acil bir işleri varmışçasına, hızlı hızlı yürüyorlardı. Koyu camlı güneş gözlükleri takmışlardı; hızla geçip giderlerken, parfümlerinin ha if kokusu Meryem’in burnuna çarpıyordu. Meryem onların üniversite mezunu olduğunu, şirketlerde, bürolarda çalıştıklarını, günü kendilerine ait masalarda daktilo yazarak, sigara içerek, önemli kişilerle önemli telefon görüşmeleri yaparak geçirdiklerini tahayyül etti. Bu kadınlar Meryem’i büyülemişti. Yalnızlığını, basit görüntüsünü, amaçsızlığını ve pek çok konudaki cahilliğini yüzüne çarpıyorlardı. Sonra, Raşit omzuna dokundu, bir şey uzattı. “Al.” Koyu kestane rengi, ipek bir şaldı; kenarları sırma işiyle çevrilmiş, boncuklu saçaklarla süslenmişti. “Beğendin mi?” Meryem başını kaldırıp baktı. O zaman, Raşit dokunaklı bir şey yaptı. Gözlerini kırpıştırdı, bakışlarını kaçırdı. Meryem Celil’i düşündü; kıza aldığı takıları şen şakrak, güzelce vurgulayarak, önemseyerek veriş biçimini; insana uysal bir minnettarlık dışında başkaca bir tepki şansı tanımayan, taşkın neşesini. Nana, Celil’in armağanları konusunda da haklıydı. Onlar nedamet niyetine, yarım yürekle, üstünkörü verilen rüşvetlerdi; kızı mutlu etmekten çok kendi vicdanını rahatlatmak için yapılan, içtenliksiz, hesapçı jestler. Oysa Meryem bu şalın gerçek bir hediye olduğunu görebiliyordu. “Çok güzel,” dedi. *** O gece Raşit yine Meryem’in odasına geldi. Ama kapının eşiğinde durup sigara içmek yerine, odayı geçti, yatağa ilişti. Yaylar gıcırdadı, döşek çukurlaştı. Bir anlık bir duraklama oldu, sonra elini kızın boynuna doladı; kalın parmaklarıyla Meryem’in ensesindeki boğumlara ha ifçe bastırdı. Başparmağı aşağıya doğru kaydı, köprücük kemiğinin üstündeki çukuru, ardından da çevresini sıvazlamaya başladı. Meryem zangır zangır titriyordu. Erkeğin eli biraz aşağıya indi, sonra biraz daha aşağıya; tırnakları kızın pamuklu bluzuna takılıyordu. “Yapamam,” dedi Meryem, kuru, boğuk bir sesle; ay ışığının aydınlattığı pro ile, kalın omuzlara, geniş göğse, açık yakadan fışkıran kırlaşmış kıl demetine bakarak. Erkeğin eli şimdi sağ göğsündeydi, bluzun üzerinden sertçe sıkmaktaydı; kız onun burnundan aldığı derin solukları duyabiliyordu. Battaniyenin altına, kızın yanına kaydı. Meryem onun önce kendi kemeriyle, sonra kızın pijamasının uçkuruyla uğraşan elini hissedebiliyordu. Kendi elleriyse çarşafı avuçlamış, yumruk olmuştu. Adam onun üzerine çıktı; o kıvranıp debelenerek yerleşirken, kızın ağzından hafif bir inilti döküldü. Sonra gözlerini yumdu, dişlerini sıktı. Acı ani, afallatıcıydı. Gözleri ardına kadar açılıverdi. Havayı dişlerinin arasından içine çekti, başparmağının boğumunu ısırdı. Boştaki kolunu Raşit’in sırtına attı, parmakları erkeğin gömleğine gömüldü. Raşit yüzünü onun yastığına bıraktı, Meryem’in fal taşı gibi açılmış gözleri onun omzunun üstünden tavana dikildi; tirtir titriyor, dudaklarını sıkıyordu; erkeğin ağzından çıkan, kısa, kesik soluklar omzunu yakıyordu. Aralarındaki hava tütün, soğan ve öğlen yedikleri kuzu şiş kokuyordu. Zaman zaman, Raşit’in kulağı onun yanağına sürtünüyordu; hissettiği ha if tırtıklı, kaşındıran temastan, adamın kulağını tıraş ettiğini anladı. Işi bitince, Raşit yana devrildi, soluk soluğa yattı. Kolunu alnına atmıştı. Karanlıkta, Meryem onun saatinin mavi akrebiyle yelkovanını görebiliyordu. Bu şekilde bir süre yattılar, sırtüstü, birbirlerine bakmadan. “Bunda utanılacak bir şey yok, Meryem,” dedi, ha if peltekleşmiş bir dille. “Bütün evli insanların yaptığı bir şey. Peygamberimiz de karılarıyla yapardı. Hiçbir ayıp tarafı yok.” Birkaç dakika sonra üzerindeki örtüyü attı, kalkıp odadan çıktı; Meryem yastığın üzerindeki çukurla baş başa kaldı; gökyüzündeki donmuş yıldızlara, ayın çehresini bir gelin duvağı gibi örten buluta baktı, alt kısmındaki sancının geçmesini bekledi. 12 Ramazan o yıl, 1974’te, sonbahara denk geldi. Meryem yeni bir hilalin, koskoca bir kenti nasıl dönüştürebildiğine, ritmini ve ruh halini nasıl değiştirebildiğine hayatında ilk kez tanık oluyordu. Kabil’e derin, uyuşuk bir sessizliğin çöktüğünü gördü. Tra ik yavaşladı, seyreldi, hatta sessizleşti. Dükkânlar boşaldı. Lokantalar ışıklarını söndürdü, kepenklerini indirdi. Meryem sokaklarda ne sigara tiryakileri görüyordu, ne de pencere çıkıntılarına bırakılmış, dumanı tüten çay incanları. İftar vakti, güneş battığı ve Şir Dervaza Dağı’ndaki top patladığı zaman, bütün kent gibi Meryem de ekmek ve hurmayla orucunu açıyor, on beş yıllık ömründe ilk kez ortak, toplumsal bir deneyimi paylaşmanın zevkini tadıyordu. Raşit üç-beş gün dışında, oruç tutmadı. Tuttuğu günler de eve ters, hırçın bir tavırla geldi. Açlık onu huysuz, çabuk sinirlenen, sabırsız biri yapıyordu. Bir gece, Meryem akşam yemeğini azıcık geciktirmiş, adam da ekmekle turp yemeye başlamıştı. Kızın getirip önüne koyduğu pilav, kuzu ve bamya kurma’sına elini bile sürmedi. Hiçbir şey demeden ekmek yemeyi sürdürdü; şakakları oynuyordu, alnındaki damar ö keyle kabarmıştı. Gözleri karşıda, sessizce çiğniyordu; bir şey söyleyen Meryem’e görmeyen gözlerle baktı, ağzına bir ekmek parçası daha soktu. Ramazan bitince Meryem rahat bir soluk aldı. Eskiden kulübe’de, ramazanın bitiminde kutlanan üç günlük Eid-ül Etr bayramının ilk gününde, Celil onları ziyarete gelirdi. Takım elbise, kravat, elinde bayram armağanları. Bir yıl, Meryem’e yün bir atkı vermişti. Üçü oturup çay içerler, sonra Celil izin isteyip kalkardı. “Bayramı gerçek ailesiyle kutlamaya gidiyor,” derdi Nana, ırmağı geçen, el sallayan erkeğin arkasından. Molla Feyzullah da gelirdi. Meryem’e yaldızlı kağıda sarılı çikolata, bir sepet boyalı yumurta, kurabiye getirirdi. O gittikten sonra Meryem leziz armağanlarını alır, söğütlerden birine tırmanırdı. Yüksekçe bir dala tüner, Molla Feyzullah’ın getirdiği çikolataları yer, yaldızlı kâğıtlarını aşağıya atardı, ta ki bütün ağacın çevresine gümüş tomurcuklar gibi saçılıncaya kadar. Çikolatalar bitince, kurabiyelere başlardı; sonra bir kalemle yumurtaların üzerine kaş göz çizerdi. Ama bundan öyle büyük bir keyif almazdı. Eid, bayramlık giysilerine bürünmüş ailelerin birbirini ziyaret ettiği, konukseverliğin ve törenselliğin doruğa çıktığı bu süreç, Meryem’i korkuturdu. Gözünün önünde Herat’taki şen, iyimser atmosfer, birbirini sevgi sözcüklerine, hayır dualarına boğan, gözleri ışıl ışıl parlayan insanlar canlanırdı. O zaman, bir sahipsizlik, kimsesizlik duygusu üzerine bir kefen gibi çöker, ancak bayram bittikten sonra kalkardı. Bu yıl, çocukluğunda kurduğu Eid hayallerini, daha doğrusu şehirde kutlanan bayram fantezilerini ilk kez kendi gözleriyle gördü. Raşit’le birlikte sokağa çıktılar; Meryem böyle bir canlılığın, cümbüşün ortasına ilk kez dalıyordu. Serin havanın hiç mi hiç yıldıramadığı aileler, coşkulu akraba ziyaretleri için sokaklara dökülmüş, kenti kaplamıştı. Kendi sokaklarında, Fariba’yla oğlu Nur’u gördü; oğlan takım elbise giymişti. Beyaz bir eşarp bağlamış olan Fariba, ince kemikli, utangaç görünüşlü, gözlüklü bir erkeğin yanında yürüyordu. Büyük oğlu da yanlarındaydı -Meryem tanıştıkları gün, tandırda Fariba’nın söylediği adı her nasılsa anımsıyordu: Ahmet. Biraz çukura kaçmış, derin bakışlı gözleri vardı; yüzü, çocuksuluğunu hâlâ koruyan küçük kardeşininkinden çok daha düşünceli, saygılı, ciddiydi; erken olgunlaşmış bir yüzdü bu. Boynundan ALLAH yazan, ışıltılı bir madalyon sarkıyordu. Fariba, burka’sıyla Raşit’in yanında yürüyen Meryem’i tanımıştı. Elini salladı, seslendi: “Eid Download 1.16 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling