Bin Muhteşem Güneş
Download 1.16 Mb. Pdf ko'rish
|
Khaled Hosseini - Bin Muhteşem Güneş
mübarek!”
Meryem peçenin gerisinden başını belli belirsiz salladı. “Bu kadını tanıyorsun demek, öğretmenin karısını?” dedi Raşit. Meryem tanımadığını söyledi. “Uzak dursan iyi edersin. Felaket dedikoducudur. Kocasıysa eğitimli entelektüel ilan havalardadır. Oysa farenin teki. Baksana şuna. Tıpkı bir fareye benzemiyor mu?” Şar-e Nev’e gittiler; çocuklar yeni gömlekleri, boncuklu, parlak renkli yelekleriyle koşup oynuyor, aldıkları Eid hediyelerini kıyaslıyordu. Kadınlar tatlı tabaklarını dolaştırıyordu. Meryem vitrinlere bayram fenerleri asılmış olduğunu gördü, hoparlörlerden yayılan müziği duydu. Yabancılar, yanından geçerken, “Eid mübarek” diyordu. O akşam Şaman’a gittiler, Raşit’in arkasında duran Meryem gökyüzünü aydınlatan havai işekleri, yeşil, pembe, sarı çakımları seyretti. Molla Feyzullah’la kulübe’nin önünde oturup uzaklarda, Herat’ın üstünde patlayan havai işekleri seyredişlerini anımsadı özlemle; hocasının yumuşak, kataraktlı gözlerine yansıyan ani renk patlamalarını. Ama en çok, Nana’yı özlüyordu. Keşke annesi hayatta olup bunları görseydi. Bütün bunların ortasındaki Meryem’i. Hoşnutluğun, güzelliğin asla ulaşılamaz şeyler olmadığını nihayet görebilseydi... ya da işte benzerlerinin, onları andıran şeylerin. *** Eve bayram ziyaretine gelenler oldu. Hepsi de erkekti; Raşit’in arkadaşları. Kapı vurulunca, Meryem yukarıya, odasına çıkma vaktinin geldiğini anlıyor, kapısını kapatıyordu. Erkekler aşağıda Raşit’le çay, sigara içer, sohbet ederken, o odasında bekliyordu. Raşit son konuk da gidinceye kadar aşağıya inmemesini tembihlemişti. Meryem’in buna bir itirazı yoktu. Işin doğrusu, gururu okşanmıştı. Aralarındaki bağ, Raşit için kutsaldı demek. Kızın onuru, namusu, korunmaya değer bir şeydi. Bu himayeci tavır, Meryem’in kendini değerli hissetmesini sağlıyordu. Değerli ve önemli. Eid’in üçüncü ve son günü Raşit bazı dostlarını görmeye gitti; bütün gece mide bulantısı çeken Meryem de biraz su kaynatıp kendine bir incan yeşil çay yaptı, içine dövülmüş kakule attı. Oturma odasına gitti, dün geceki Eid konuklarından kalan dağınıklığı toparladı: ters çevrilmiş incanlar, minderlerin arasına sıkışmış kabak çekirdeği kabukları, dün geceki yemeğin yağlı sıvaşığını taşıyan, kirli tabaklar. Aylak erkeklerin nasıl bu kadar enerjik olabildiğine şaşarak, ortalığı temizledi. Raşit’in odasına girmeye niyeti yoktu. Ama kendini temizliğe kaptırınca, salondan merdivenlere, oradan üst kattaki hole, erkeğin kapısına kadar gitti; sonra kendini onun odasında, yatağında otururken buldu; buraya ilk kez giriyordu; özel bir mülke izinsiz dalmış gibiydi. Kalın, yeşil perdeleri, duvarın dibine düzgünce dizilmiş, cilalı ayakkabıları, gri boyası yer yer kalkmış, alttaki ahşabın göründüğü dolabı süzdü. Yatağın başucundaki komodinde bir paket sigara duruyordu. Bir tane alıp dudaklarının arasına yerleştirdi, duvardaki küçük, oval aynanın karşısına geçti. Aynaya doğru hava ü ledi, külü silkeliyormuş gibi yaptı. Sigarayı yerine koydu. Kabilli kadınların, sigaralarını bir an aksamayan bir zarafetle tüttürme biçimini taklit etmesi mümkün değildi. Aynı devinimler Meryem’de gülünç, bayağı durmuştu. Suçluluk duya duya, komodinin en üst çekmecesini açtı. Once silahı gördü. Siyahtı, tahta bir kabzası, kısa namlusu vardı. Meryem, uzanıp almadan önce, tabancanın duruş yönünü aklına kaydetti. Avucunda evirip çevirdi. Göründüğünden çok daha ağırdı. Kabzası kaygan, pürüzsüz, namlu soğuktu. Raşit’in böyle, tek amacı birini öldürmek olan bir şeye sahip olması, rahatsız ediciydi. Ama onu evde bulundurmasının nedeni, güvenlikleri içindi elbette. Meryem’in güvenliği için. Tabancanın altında, köşeleri kıvrılmış, bir deste dergi vardı. Meryem birini alıp açtı. Birden yüreği hop etti. Ağzı iradesi dışında açılıverdi. Bütün sayfalar kadınlarla doluydu; gömleksiz, pantolonsuz, çorapsız, hatta külotsuz, birbirinden güzel kadınlar. Uzerlerinde hiçbir şey yoktu, yatakta, buruşuk çarşa ların arasında yatıyor, yarı kapalı gözleriyle Meryem’e bakıyorlardı. Resimlerin çoğunda bacakları ayrıktı, Meryem bacakların arasındaki karanlık bölgeleri olduğu gibi, apaçık görebiliyordu. Bazı resimlerde, kadınlar yüzükoyun uzanmış ya da benzetmeyi Tanrı affetsin ama secde eder gibi eğilmişlerdi. Bıkkın bir küçümsemeyle omuzlarının üstünden geriye bakıyorlardı. Meryem dergiyi çabucak yerine koydu. Donmuş kalmıştı. Kimdi bu kadınlar? Bu şekilde fotoğraf çektirmeye nasıl razı olabiliyorlardı? Meryem iğrenmişti, midesi bulanıyordu. Raşit, onun odasına gelmediği günler, bunlarla mı oyalanıyordu? Meryem bu konuda onu hayal kırıklığına mı uğratmıştı? Peki ya, bütün o ar namus, yol yordam söylevleri, kadın müşterilerini, sonuçta ayakkabı denerken sadece ayaklarını gösteren kadınları yerden yere vurmaları? Bir kadının yüzü, demişti, yalnızca kocasını ilgilendirir. Bu sayfalardaki kadınların da kocaları vardı belki. En azından, erkek kardeşleri, ağabeyleri vardı. Bu durumda, aklı ikri başka erkeklerin karılarının, kız kardeşlerinin mahrem bölgelerinde olan Raşit, onun örtünmesi için neden baskı yapıyordu? Meryem utanmış, aklı karışmış bir halde yatağa çöktü. Elleriyle yüzünü örttü, gözlerini kapadı. Sakinleşinceye kadar derin soluklar aldı. Yavaş yavaş, bir açıklama belirdi. Sonuçta, o bir erkekti ve yıllardır yalnız yaşıyordu, ihtiyaçları kızınkilerden farklıydı. Meryem için, bunca aydan sonra bile, birleşmeleri hâlâ bir vazife, bir ‘acıya katlanma’ deneyimiydi. Oysa erkeğin vahşi bir iştahı vardı, bazen şiddetin kıyılarında gezinen bir azgınlığı. Kızı yatağa çivileyişi, göğüslerine sertçe, hoyratça saldırışı, kalçalarının hiddetli devinimi. Bir erkekti o. Ve yıllarca kadınsız kalmıştı. Tanrı böyle yarattığı için, Meryem onu suçlayabilir miydi? Onunla bu konuyu asla konuşamayacağını biliyordu. Ağza alınamazdı. Peki, bağışlanamaz mıydı? Meryem’in yapması gereken tek şey, hayatındaki öteki erkeği düşünmekti, Celil; üç kadının kocası, dokuz çocuğun babasıyken Nana’yla yasak ilişkiye giren, zina yapan Celil. Hangisi daha kötüydü; Raşit’in dergileri mi yoksa Celil’in yaptığı mı? Ayrıca, yargılama yetkisini kim veriyordu ki Meryem’e; bu köylü kızına, bu harami’ye? Sonra, komodinin en alt çekmecesini açtı. Işte, oğlanın resmini orada buldu; Yunus’un. Siyah beyazdı. Dört beş yaşında gösteriyordu. Çizgili bir gömleği, boynunda papyonu vardı. Güzel, küçük bir oğlan çocuğu; ince bir burun, kumral saçlar, koyu renk, ha if gömük gözler. Aklı başka yerde gibiydi; laş patlamadan hemen önce bir şey dikkatini çekmişti sanki. Onun altında, bir fotoğraf daha buldu; o da siyah beyazdı, ama ötekinden biraz daha kumlu, damarlıydı. Oturan bir kadınla onun arkasında, ayakta duran, daha genç, daha zayıf bir Raşit; siyah saçlı. Kadın çok güzeldi. Dergideki kadınlar kadar değil belki, ama güzel. Kesinlikle Meryem’den daha güzel. Ince, narin bir çenesi, ortadan ayrılmış, uzun, siyah saçları vardı. Çıkık elmacıkkemikleri, düzgün bir alın. Meryem kendi yüzünü, ince dudaklarını, uzun çenesini gözünün önüne getirdi, içini bir kıskançlık kıvılcımı yaladı. Fotoğrafa uzun uzun baktı. Raşit’in kadının tepesinde dikiliş biçiminde, belli belirsiz de olsa, rahatsız edici bir yan vardı. Elleri kadının omuzlarında. Yüzünde o kendine özgü, ağzı sımsıkı kapalı tebessümü. Kadının gülümsemeyen, asık yüzü, ha ifçe öne eğilmiş bedeni; silkinmek, erkeğin ellerinden kurtulmak ister gibi. Meryem her şeyi eski yerine, bulduğu gibi bıraktı. Daha sonra, çamaşır yıkarken, erkeğin odasını karıştırdığına pişman oldu. Ne demeye yapmıştı ki bunu? Onun hakkında işe yarar ne öğrenmişti? Bir tabancası olduğunu, her erkek gibi bazı ihtiyaçları olduğunu mu? Ayrıca, karısıyla ikisinin fotoğrafını da öyle uzun uzadıya incelememesi gerekirdi. Böyle dakikalarca bakarak, zamanın tek bir ânında yakalanmış, gelişigüzel bir duruşa, bir poza bir sürü anlam yüklemişti. Şimdi, iyice ağırlaşan, esneyip duran çamaşır ipinin gerisinde dikilirken, Meryem’in hissettiği tek şey, Raşit’e duyduğu acımaydı. Onun da çetin bir yaşamı olmuştu; kayıpların, talihsizliklerin belirlediği bir hayat. Düşünceleri Yunus’a kaydı; bir zamanlar bu bahçede kardan adam yapan, şu basamakları koşarak çıkan çocuğa. Göl onu Raşit’ten koparıp almıştı; tıpkı Kuran’da, aynı adlı peygamberi bir balinanın yutması gibi. Raşit’i panik içinde, çaresizce gölün kıyısında koştururken, oğlunu geri vermesi, toprağa tükürmesi için göle yalvarırken hayal etmek, Meryem’in yüreğini sızlattı -basbayağı üzdü. Ve ilk kez, kocasıyla arasında bir yakınlık hissetti. Her şeye karşın iyi bir çift olacağız, diye düşündü. 13 Doktordan eve dönerken, otobüste, Meryem’in başına çok garip bir şey geldi. Nereye baksa canlı, parlak renkler görüyordu: iç karartıcı, beton apartmanlarda, teneke damlı, önü açık dükkânlarda, hendekte akan çamurlu suda. Sanki bir gökkuşağı erimiş, göz çukurlarına dolmuştu. Raşit eldivenli eliyle dizinde tempo tutuyor, bir şarkı mırıldanıyordu. Otobüs ne zaman bir çukura girip ansızın, şiddetle sarsılsa, elini hemen, korumak istercesine Meryem’in karnına dayıyordu. “Zalmay’a ne dersin?” dedi. “Sevilen bir Peştun adıdır.” “Ya kız olursa?” dedi Meryem. “Bence oğlan. Evet. Bir erkek.” Otobüste bir mırıltı dolaştı. Bazı yolcular parmaklarıyla bir şey gösteriyor, kimileri de görmek için cama doğru eğiliyordu. “Bak,” dedi Raşit, parmağının eklem yeriyle cama vurarak. Gülümsüyordu. “Şurada. Gördün mü?” Meryem, sokaktaki insanların oldukları yerde kaldığını gördü. Tra ik ışıklarında bekleyen arabaların camlarından uzanan yüzler yukarıya, yumuşacık dökülen tanelere çevrilmişti. Mevsimin ilk karında bu kadar büyüleyici olan nedir acaba, diye merak etti; neden böylesine etkiler insanı? Henüz kirlenmemiş, el değmemiş bir şeyi görme şansı mı? Yeni bir mevsimin, güzel bir başlangıcın çabucak uçup gidecek olan zarafetini, ayaklar altında ezilmeden, kirletilmeden önce yakalama telaşı mı? “Eğer kızsa,” dedi Raşit, “ki değil, ama eğer kızsa, istediğin adı seçebilirsin.” *** Meryem ertesi sabah testere, çekiç gürültülerine uyandı. Sırtına bir şal aldı, karlar altındaki bahçeye çıktı. Bir gece önceki tipi durmuştu. Şimdi, yalnızca ara ara uçuşan, ha if kar taneleri yanaklarını gıdıklamaktaydı. Hava rüzgârsızdı, yanan kömür gibi kokuyordu. Kabil korkutucu bir sessizliğe, bembeyaz bir örtüye bürünmüştü; şurada burada, gökyüzüne doğru kıvrılan, ince duman filizleri seçiliyordu. Raşit’i alet edevat kulübesinde buldu; kalın bir tahta parçasına çivi çakıyordu. Kızı görünce, ağzının kenarındaki çiviyi çıkardı. “Sürpriz olacaktı. Oğluma beşik. Bitmeden görmeni istemiyordum.” Meryem keşke bunu yapmasa, bütün umutlarını bir erkek evlada bağlamasa, diye düşündü. Gebeliğinden alabildiğine mutlu olsa da, erkeğin beklentisini sırtında ağır bir yük gibi hissediyordu. Dün Raşit dışarıya çıkmış, eve oğlan çocuklarına uygun, içi yumuşacık kuzu postuyla kaplı, süet bir gocukla dönmüştü; kol ağızları, kırmızı ve sarı ipek ibrişimle, ince ince nakışlanmıştı. Raşit dar, uzun tahtayı kaldırdı. Testereyle ortadan ikiye keserken, merdivenlerin onu kaygılandırdığını söyledi. “Oğlan tırmanacak kadar büyüdüğünde, bir hal çaresi bulmak gerekecek,” dedi. Ocak yüzünden de endişeliydi. Bıçaklar, çatallar erişemeyeceği bir yere kaldırılmalıydı. “Ne kadar dikkat etsen de yetmez. Erkek çocuklar çok yaramaz, hareketli oluyor.” Ansızın ürperen Meryem, şalına biraz daha sarındı. *** Ertesi sabah Raşit, dostlarına bir kutlama yemeği vermek istediğini söyledi. Meryem bütün sabahı mercimek ayıklamakla, pirinç ıslamakla geçirdi. Borani için patlıcan soydu, avsak yapmak için pırasa haşladı, et kıydı. Yerleri süpürdü, perdeleri dövdü, yeniden başlayan kara rağmen evi havalandırdı. Minderleri, döşekleri salondaki duvarın dibine dizdi, şekerlemeyle, kavrulmuş bademle dolu kâseleri sehpanın üzerine yerleştirdi. Akşamın erken bir vakti, ilk erkek konuk geldiğinde, Meryem odasındaydı. Aşağıdaki bağrışmalar, gülüşmeler, şakalar giderek yükselirken, yatağında yattı. Ellerinin ikide bir karnına gitmesini engelleyemiyordu. Orada büyüyen şeyi düşündü, içini ani bir mutluluk dalgası yaladı; ardına kadar açık bir kapıdan eve dalan, güçlü bir esinti gibi. Gözleri sulandı. Raşit’le birlikte yaptığı altı yüz elli kilometrelik otobüs yolculuğunu düşündü; batıdaki Herat’tan doğuya, Iran sınırının yakınındaki Kabil’e. Kasabalardan, büyük şehirlerden, birbirine ilmeklenen, küçük köy öbeklerinden geçmişlerdi. Dağlara tırmanmış, çıplak yanık çölleri aşmış, bir eyaletten ötekine geçmişlerdi. Sonunda, işte buradaydı; sarp kayalıkların, kavrulmuş tepelerin bu yanında, kendi evinde, kendi kocasının yanındaydı ve o son, aziz eyalete doğru yol almaktaydı: anneliğe. Bu bebeği, kendi bebeğini, onların bebeğini düşünmek ne büyük bir keyifti. Ona duyduğu sevginin daha şimdiden, hissettiği bütün insani duyguları, her şeyi cüceleştirdiğini bilmek, artık çakıl taşlarıyla oynamaya gerek kalmadığını anlamak, ne olağanüstü bir duyguydu. Aşağıda, biri küçük bir orgu akort etmekteydi. Sonra, tablalı ayarlayan bir çekicin çıngırtısı duyuldu. Biri genzini temizledi. Ve ıslıklar, el çırpmalar, nidalar, şarkılar başladı. Meryem yumuşacık karnını okşadı. Bir tırnak kadar, demişti doktor. Download 1.16 Mb. Do'stlaringiz bilan baham: |
Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©fayllar.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling
ma'muriyatiga murojaat qiling