"Bilmiyorum ama şu anda dostuz biz."
"Senin bu dostundan pek hoşlanmadığımı biliyorsun sanırım. Halinden hiç memnun olmayan,
huzursuz, tedirgin biri; yetenekli belki ama kendini derse verdiği yok, seni de olumsuz yönde
etkiliyor. Ondan biraz uzak durmaya çalışırsan, çok sevinirdim hani. Ne diyorsun?"
"Yapamam, müdür
bey." "Yapamaz
mısın? Ama neden?"
"Çünkü o benim dostum. Onu yüzüstü bırakamam."
"Hımm. Ama öbür arkadaşlarınla biraz daha fazla zaman geçiremez miydin? Bu Heilner'in
olumsuz etkisine kendini böylesine kaptıran tek kişi sensin, bunun yol açtığı sonuçları da
görüyoruz işte. Seni bu kadar ona
bağlayan nedir, bilmek isterdim doğrusu."
"Ben de bilmiyorum bunu. Ama birbirimizden hoşlanıyoruz, ondan yüz çevirirsem ödleklik
etmiş sayılırım." "Demek öyle, demek öyle! Eh, sana zorla bir şey yaptırmak istemem. Ama
umarım, yavaş yavaş uzaklaşırsın ondan. Böyle bir şeye çok sevinirdim hani. Hem de pek çok!"
Müdür beyin son sözlerinde önceki yumuşak ifadeden eser yoktu. Hans, gidebilirdi artık.
O günden sonra Hans yeniden derslerle boğuşup durmaya başladı. Ama eskisi gibi öyle tıkır
tıkır yürüdüğü yoktu işin, bütün çalışıp didinmesi öbür öğrencilere güçbela ayak uydurabilmek-
ten öte bir başarı sağlamıyor ama hiç değilse onlardan fazla geride kalmasını da önlüyordu.
İçinde bulunduğu durumun bir ölçüde Heilner'le arasındaki dostluktan kaynaklandığını Hans'm
kendisi de fark etmiyor değildi; ne var ki, bu dostluğa o bir kayıp, bir engel değil, daha çok bir
hazine gözüyle bakıyordu; öyle bir hazine ki, uğrunda kaçırılan tüm fırsatları, gösterilen tüm
ihmalleri fazlasıyla karşılıyordu, görev duygusuyla sürdürülen kuru bir yaşamın kendisiyle boy
ölçüşeme-yeceği kadar sıcak ve yüce bir yaşamdı bu
Do'stlaringiz bilan baham: |